- 471 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çimen Lekesi
Eski kışlara benzemeyen bir sıcak vardı. Evet doğru anladınız, sıcak. Güney’de babamın memleketi olan Adana’daydık. Montlar, atkılar, botlar kuşanıp gittik; üstümde tişört ve büyük halamın bana 5 beden fazla yeleğini giymiş yerdeki otları yoluyordum.
Küçükken çiçekçi olmak isterdim. Bu yüzdendi ki sürekli çimenliklerde gezinir, otları çiçekleri yolardım, saçıma taç yapardım. Annem beni çimenlerin arasında bulduğunda saçımın kulağıma yakın olan, yani en hassas yerinden yakalar çekiştire çekiştire oturturdu plastikten bir sandalyeye. Bağlayacağını söylerdi o sandalyeye, içimden kıs kıs gülerdim açamayacağım bir düğüm yok diye. Sorarsanız niye böyle yapardı diye, sanırım çekmecedeki tüm kıyafetlerim artık yeşilden kahverengiye kaçan bir çiçek görüntüsü aldığı içindi. Her gün çamaşır yıkamak zorunda kalırdı. Çimen lekesi de öyle makineye at çıksın lekeler değildi hani. Elleri kupkuru, çatlaklar içindeydi kadının. O eller yumuşak saçlarımdan çekiştiriyordu işte.
Tam ortada duruyordum, çok uzun olmayan iki ağaca, iki hayvan asılıydı. Seviyordum ben o hayvanları, yumuşaktı postları. Isırırlar diye pek yanaşamazdım ama şimdi tam da bucağındayım. Ağaçta asılı duruyor ne yapabilir ki ? Hem babamın elinde keskininden kocaman bir bıçak var, bana zarar verse babam oracıkta keserdi onu.
Babam yeşil bir hortumla hayvanın ayak bileğinde bir şeyler yaptı, sonra üflemeye başladı hortumun diğer ucundan. Ben kahkahalara boğulmuştum, sarıya kaçan beyaz tüylü hayvan kabardıkça kabarıyordu. O kadar sevimli görünüyordu ki olduğum noktadan.
Sonrasında böyle olacağını bilseydim gülmezdim. Elindeki bıçakla hayvanın derisini yüzmeye başladı babam, oysa bana zarar da vermemişti. Gözüm o anda hayvanın bakışlarını aradı ve kafasını gördüğüm anda koşarak çimenliklere gittim, annemin saçımdan yine çekiştireceğine umarsızca. Hayvanın başının yarısı kesilmiş, gövdesinden sarkıyordu kanlar akıtarak. Bu benim yolduğum çimenlerin rengine benzemiyordu. Kırmızıydı, kıpkırmızı.
O akşam mangalda et pişirdiler, bayram sofrası zengin olurdu. Yere serili bir örtünün üzerinde dört beş ayrı tabakta et çeşitleri, koca koca taslarda salatalar, mangalda közledikleri sebzeler örtüden taşarcasına duruyordu. Ben ağzıma tek bir lokma bile atmadım. Otların arasında bulduğum plastik bir oyuncakla oynuyordum. Ağabeyim koktuğunu düşündüğü için eti yememiş, öncesinde de zaten acıktığı için kuru fasulye pilavı indirmişti mideye, televizyon karşısında oturuyordu. Yanına gidip gördüğüm hayvanın adını sordum ona. Koyunmuş. Cevap verdikten sonra televizyon izlemeye devam etti.
Annemler bana zorla bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. Büyük halam yaptığı yemeklerden yemediğim için bana gönül koymuştu ama kıyamayıp ben şimdi ona kahvaltılık bir şeyler hazırlarım deyip mutfağa koyuldu.
Örtüdeki koca sofra kalktıktan sonra, tahta yuvarlak yer masasını getirip kırmızı kareli bir örtüyü serdiler üzerine. Kareli örtü bana koyunu anımsattı, sonra oyuncağımla oynamaya devam ettim.
Babam, halam, eniştem, halamın oğlu ve eşi hep beraber yer sofrasının etrafında dizildik. Sofrada peynir, zeytin ve iki kasenin içinde biri kopkoyu kahverengi ne olduğunu bilmediğim akışkan bir şey ve diğerinde yoğurt vardı. Babam sofrayı görünce iyice şenlendi. Çay demlendi bardaklar dolduruldu. Babam elindeki köy ekmeğini kahverengi reçele bir daldırıyor ağzına atıyor, bir çay kaşığıyla ardından yoğurdu ağzına götürüyordu. “Küçükken ne çok yerdik” dedi. “Tahin pekmezi doldururduk koca bir kasenin içine yedi kardeş toplanır bandıra bandıra yerdik üzerine de bir çay kaşığı yoğurt, ohh” dedi nidalı bir sesle.
Kahverengi şey tahin pekmezdi o zaman, dedim içimden.
Hasta olduğumda geceleri gelip başucumda dikilirdi babam ve ısıttığı pekmezi zorla ağzıma sokmaya çalışırdı. Çok öksürürmüşüm uyurken, boğazımı yumuşatırmış öyle derdi, ama ne acı bir şeydi; hiç mi hiç sevmezdim.
Öğrenince ne olduğunu yemeye tenezzül bile etmedim. Hem o ne garip bir şeydi öyle yoğurtla yenen reçel mi olurmuş…!
İstanbul’dayım, akşam üzeri eve giderken atıştırmalık bir şeyler almak için Kadıköy’ün çarşısında dolanırken yokuş üzeri kahvaltılık bir şeyler satan küçük bir dükkana girdim. Aklıma fırından taze bir ekmek alıp yanına da tahin pekmez yapma fikri geldi. Artık çok seviyordum. Ya da tahinini fazla koyduğum için o hatırladığım koyu kahverengi görüntüyü unutmuştum. Tahin pekmezimi kavanozlara koyan çırak yorgun görünüyordu, paketi yapıp poşedi uzattı. Önümde birisi vardı ve dükkanın sahibiyle konuşuyordu. İstemeden kulak misafiri oldum. Şöyle dedi;
-Tabii ya yiyecek bir şey bulamadın mı en güzeli. Şimdi simit alıcam pastaneden tahin pekmez, bir de üzerine bir çay kaşığı yoğurt öyle güzel oluyor ki, her gün yiyebilirim.
Ben bakakalmıştım adama, garip bir his vardı içimde. Aldıklarını ödedikten sonra döndü ve birkaç saniye gözgöze geldik. Birbirimizi daha önce tanıyormuş gibi. Yanımdan yavaşça ilerledi ve derince nefes aldı, vermedi. O benim içimdeki kırmızıyı, kıpkırmızıyı biliyordu, rengi çimen.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.