- 523 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HUZUREVİNDE BAYRAM
HUZUREVİNDE BAYRAM
Neredeyse bir ay öncesinden düşmüştü derdine. Yüeğine her geçen gün bir dağ gibi çöreklenen "acaba" sorusunun cevabını bir bilse yeterdi. Ona göre insanı en çok yıpratan şeylerin başında geliyordu, bir kurt gibi beyinleri kemiren cevabı bilinmez acaba soruları. Bazen erik ağacının dibinde yetişen papatyalara ilişiyordu gizlice. Bol yapraklı papatyayı koparıyor, bir güzel kokluyor, gözlerini kapatıyor, başı yukarda, içindeki dualarla başlıyordu papatya falına. "Gelecek mi, gekmeyecek mi". Gelecek çıkarsa fal, yüreğindeki hüzün aniden mutluluğa dönüşüyor, mutluluğu bir güneşçesine düşüyordu yüzüne. İnanmıyordu papatyalara ilk seferinde. Bir yanlışlık olmuştur diyor ikinci bir papatyayı koparıyordu endişeyle. Bu sefer duası daha içten ve daha uzunca oluyordu. Yine faldan "gelecek" çıkarsa bir "oh" çekerek, dizlerindeki fersizliği düşünmeden oynamak, koşup bağırmak geliyordu içinden. Nedense o anlarda bastonuna bile tutunmadan yürüyebiliyordu. Hemen arkadaşlarının yanına koşup anlattığı fıkralarla, yaptığı espirilerle ortalığı kırıp geçiriyordu.
Eğer ki fal bir sefer, iki sefer, üç sefer üstüste "gelmeyecek" çıkarsa; yüreğine çöreklenen dağ; nefes borusuna set çeken bir yığınağa dönüşüyordu. Öylesi zamanlarda nefesinin kesileceği korkusuyla güllerin öbeklendiği alana koşuyor, denizi seyretmeye koyuluyordu. Deniz de yüreği gibiydi. Azgın dalgalarıyla kıyıları döven, hiç bir engel tanımayan asiler gibi, hayattan intikam alırcasına önününe gelen her şeyi yıkıp savuran, yok eden, müthiş bir canavar gibi görüyordu azgın olduğu zaman denizi. Böyle anlarda denize özendiği de oluyordu. Deniz kadar asi olabilmek, hiç bir engel tanımadan içindekileri avaz avaz bırakmak istiyordu esen rüzgarın önüne.
Deniz sakinse eğer; uslu çocuklar gibi oluyordu nedense. Coşkun seller gibi akacak kanlı göz yaşlarını yüreğine akıtıyordu sessizce. Yüreğini dağlayan özlem ateşi tüm vücuduna yayılıyor, kurtulmak için bedenini yakan ateşten; bırakmak geçiyordu kendini denize, bulunduğu tepeden. Çoğu zaman "yemek saati" sözleriyle geliyordu kendine. Önce yüzünü, gözlerini ovalıyor, saçlarını düzeltiyor, bastonuna dayanarak ağır ağır yöneliyordu yemekhaneye.
Buraya getirileri dört yılı aşmıştı. Yüksek bir tepede denize nazır bir ormanlık alan içine kurulmuştu kaldığı huzur evi, bir tecik yavrusuna özlemi de olmasa gayet mennundu hayatından. Aslında kendisini buraya yatırdığı için gücenmemişti de yavrusuna. Karı koca çalışyor ha bile koşturuyorlardı. Onca işleri içinde bir de ona mı bakacaklardı?
İlk yıl her iki bayramda da ziyaretine gelmişti yavrusu. Kendisi yapamıyordu ama güzel tatlılar yapan bir kadın bulmuştu. Kızı en çok da cevizli baklava severdi. Bir tepsi baklava yaptırırdı kadına. Her ne kadar kendisininki kadar güzel olmasada iyiydi kadının baklavası, üstelik kızı da çok beğenmişti. Bayramın ilk günü elinde kocaman çiçek demetleriyle görünürdü öğleye doğru kapıda kızı. O zamana kadar da baklavalar da gelmiş olurdu. Bir güzel sarılırdı yavrusuna. Yıllardır çiçek kokusuna hasretcesine koklardı yavrusunu. Elleriyle yedirirdi baklavasını yavrusuna. Sonra en çok sevdiği şeyi yapardı. Kızını dizlerine yatırır okşardı saçlarını. Defalarca öper, koklardı yüreğinin coşkusunu. Hiç de hissetmezdi dizlerinin ağrısını o günlerde. Tansiyonu da normalleşirdi üstelik.
Dört bayram öncesiydi. Yine yaptırmıştı baklavasını. Gözünü dikmiş kapıya heyecanla beklemişti yavrusunu. Saatler ilerledikçe yüreğine düşen endişe korkuya dönüşmüştü. İçi içini yiyordu, "Acaba bir şey mi olmuştu, başına bir şey mi gelmişti." Tüm bunları düşünürken elinde koca bir çiçekle hasta bakıcı görünmüştü bahçenin diğer ucunda. Çiçeklere iliştirilen notta şöyle yazıyordu, ". Anneciğim işlerim öylesine yoğun ki, gelemiyorum çok üzgünüm. Bsyramını kutlar öperim ellerinden".
"Doğru olabilir" diye geçirmişti içinden. Artık diğer bayram öper koklarım yavrumu diyerek baklavayı ikram etmişti gelen ziyaretçilere. Öylesine özlemişti ki gülünü. Gönderdiği çiçekleri kokladı günlerce yavrusu yerine. "Nasıl olsa bir daha ki bayram gelecek" diyerek pek de üzülmedi.
Geldi bayramlar yine. Gözleri kapıda bekledi yavrusunu. Gelen yine çiçekler ve çiçeklere iliştirilmiş notlardı. Yine işlerinin çok yoğun olduğunu söylüyordu notlarında. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Kimsenin kızını hayırsız evlat olarak görmesini istemiyordu. Hatta soranlara iki bayram önce "kızım doğum yaptı o yüzden gelemedi", demişti.
Son bir yılda dizleri iyiden iyiye tutmaz olmuştu. Bastonuna dayanarak güçlükle yürüyordu. Tansiyonu ve şekeri de epey dengesizleşmişti. Hani ölümde gelmiyor değildi aklına. Ölmeden önce yavrusunu bir daha görebilecekmiydi. Sadece bunu düşünür olmuştu. Sık sık "Allahım bana bir ay daha ömür ver. Nasıl olsa bayrama kızım gelecek" diyordu.
DAVUT TUNÇBİLEK/ ELMADAĞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.