- 875 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇAKMAK
ÇAKMAK
Güneş doğalı henüz birkaç saat olmuştu. Sabaha kadar köpek gibi içmiş, içimdeki boşluğu dolduramamış olmanın verdiği ızdırapla kumsalda yürüyordum. Kumsaldan bakınca görebildiğim ama ulaşıp ulaşamayacağımı kestiremediğim berbat motel odamın penceresine güneş vuruyordu. Pakette kalan son sigarayı çıkarttım. Parmaklarım, onu tutmakta zorlanıyordu. Pantolonumun cebindeki her şeyi kumların üstüne savurmayı başarmış ama çakmağı bulamamıştım. Belki de ayağımın hemen ucunda duran ve garip bir şekilde parlayan şu koca kayanın arkasına savrulmuştu.
Bir anda burnumun ucunda beliren alevle irkildim. Henüz on beş yaşlarında var yok bir erkek çocuğu sigaramı yakmak için uzanmıştı. Çakmağı tutan elleri bir ateşi karıştırmış gibi is içindeydi. Başımı olduğu yere çevirince görecektim; az sonra beni götüreceği çadırın önünde küllenmiş olan ateşi. Hemen olmasa da çok geçmeden anladım. Tatil yörelerindeki falcı çadırlarından biriydi bu çadır da. Beni ikna etmesi uzun sürmedi. O berbat motel odasına gidip uyumak istemiyordum. Ya da bedenimin uyku isteğiyle mücadele eden beynim, gecenin sonunda nedensiz seviştiğim ve yüzünü bile hatırlamadığım o kadını tamamen hafızamdan silmek için uyanık kalmak istiyordu. Günlük tatil işlerine dalmalı, uyuma işini bir tarafa bırakmalıydım. Kumsaldaki şezlonglarda birkaç saat uyku yeterli olabilirdi.
Buraya neden gelmiştim ki? Deniz, güneş ve kızgın kumlar! Kadınlar, içki… Beni yalnızlıktan kurtaracak her şey bu formülün içindeydi. Cebimdeki, limiti tavana vuran kredi kartım yetmiyordu işte beni mutlu etmeye. İtiraf ediyordum bunu. Para beni bozmuştu. Gecelik ilişkiler, yalnızlık, aşksızlık hayatımın vazgeçilmezleriydi. Bu işin sonunun nereye gittiğini bile bilmiyordum. Kırklı yaşları geçmiş olama rağmen iyi görünüyordum belki. Kadınlar, beni beğeniyorlardı. Ancak içimde yaşayan o pis moruk var ya: her gece dişlerini çıkarıp başucuma koyduğunda, ben de inatla karşısına on sekiz yaşındaki Kemal’i oturtuyordum.
Çadıra girip, gösterilen tahta sandalyede beklemeye koyuldum. Karşıma çıkacak yaşlı ve çirkin kadını bekliyordum. Muhtemelen;” Elini uzat” diyecek, geçireceğim kalp krizini ve hafifçe atlatıp kurtulacağım trafik kazalarını haber verecek, berbat halimden hemen tahmin edebileceği o ezberlenmiş iki bitmiş evlilikten bahsedecekti. Seksen yaşlarımda ecelimle öleceğimi ekleyecekti. Benden alacağı en az elli kâğıdı koynundaki diğer paraların yanına sıkıştırırken de bir benzerimi hatırlayacaktı. Ne derlerdi böyleleri bizim gibilerin arkasından? “Vah vah mı?,Vay vay mı?” Umurumda değildi. Oradan çıkıp, istemesem de odama gidip uyuyacaktım. Çileden çıkmış gidişatımı yaşlı bir cadıdan dinledikten sonra uyumaktan başka bir çarem kalmayacaktı.
Başka bir bölmeyi bulunduğum yerden ayıran, kirden rengi sararmış, kapı görevi gören bez parçası, hareket ediyordu. İşte beklediğim muhteşem yaşlı cadı! Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Tıpkı beklediğim gibiydi. Çirkin ve buruşuk suratında oturtmaya çalıştığı kâhin ifadesi, ilk taşı gediğine oturtmuştu. Ciddi ve kurban rolüne bürünmeliydim. Ne kadar uyanık kalsam kârdı. İşi ciddiye aldığımı belirten bir ifade takınmaya gayret ederek oturduğum sandalyede dik bir konuma geçmeye çalışıyordum. Gayri ihtiyari üstümü başımı düzeltmiştim. Sonradan başıma geleceklerden habersiz öylece kadının yüzüne bakıyordum.
Kadın, öyle yaşlıydı ki yüzündeki çizgiler tıpkı bir ağaç gövdesinin halkaları gibi sayılsa, bin yaşında çıkacak gibiydi. Kolları; dirseklerinin hemen üstünden büzüştürülmüş, önceden kırmızı olduğu sadece tahmin edilebilecek bir elbisesi vardı. Boynuna astığı tahta boncuklar; üzerindekilerin özensizliğine inat saatlerce uğraşılarak örülmüş ince saç örgüleriyle kaplanmıştı. Örgüler, tahta boncukların çok daha aşağısına iniyor, sarkmış göğüslerini neredeyse tamamen kapatıyordu. Beline sardığı deri kemer yaşıyla orantılıymış gibi derin çatlaklarla doluydu. Kadın; önümde duran masaya birkaç adım kala durdu. Sandalyemin arkasında, çadırın girişini kapatarak dikilen delikanlıya yalnızca gözlerini çevirdi. Derin kuyuları andırıyordu bakışları. Sadece soru sorduğunu anlayabildiğim ses tonuyla, bilmediğim bir dilde seslendi: ”Samudrika ?”
Delikanlı başını sallayarak onayladı. Belki de az sonra beni kesip yiyeceklerdi. İşler sarpa mı sarıyordu ne? Çivilenmiş gibi çakılıp kaldığım bu sandalyeden kalkıp gidebilir miydim? Bilemiyordum. Hiç bir şeyden emin değildim. Kırılmış bir aynanın parçalarından yansıyor gibiydi görüntüler. Delikanlının hala tam olarak seçemediğim yüzü, yaşlı kadın, tahta masa, bir anda çadırın içini saran serinlik, derinden gelen kül kokusu. Genzim yanıyordu. İçtiğim onca şarabın, ciğerlerimden gelen is kokusuyla birleştiği ve tiksindiğim o an yüzümün aldığı hal.
Serinlik git gide artıyordu. Yaşlı kadın, olduğu yerde geri dönüp geldiği yerden bir şeyi çekip sürükler gibi alarak çıktı. Arkasında, elinden tuttuğu biri vardı. Gelenin yüzü siyah tül bir duvakla örtülüydü. Kadın olduğunu düşündüğüm kişiyi yürümesi için zorluyor gibiydi. Tahta masanın tam karşıma gelecek olan yerine oturttu onu. Birden irkilmiş, gözlerimi siyah tülün ardındakine dikmiştim. Masanın üzerinde hiçbir şey yoktu. Bilinmezle oynadığım bir poker oyununda gibiydim. Karşımdaki oyuncudan gelecek hamleyi sabırla bekliyordum. Ne kart ne küre vardı. Sanki masanın üzerinde benim göremediğim bir savaş haritası çiziliydi. Terliyor, üşüyordum. Göz kapaklarım direnircesine açık kalmaya çalışıyordu. Siyah tülü eliyle yavaşça sıyırdı kadın. Bir ayin gibiydi. Ve ben de özenle seçilmiş gönüllü bir kurbandım. Çadırın içi birden bire karardı. Çakmağım neredeydi?
Ani bir sis gibi çadırın içine çöken gecenin, en karanlık koridorunda karşılaştım onunla. Öylece duruyordu. Yüzündeki ışığın ulaşabildiği her nokta, aldığını cömertçe geri sunuyordu. Beynimin yarattığı bu alacakaranlıkta anlıyordum ki çok beyazdı teni. Ona sormak istediğim soruyu duymak istercesine başını kaldırmıştı. Ensesinde topladığı zifir saçlarındaki buklelerin özenle yerleştiği baş,bana içinde kutsal bir ışığı taşıyormuşçasına yönelmişti.Gözlerime sabitlediği bakışları,cevap için yalnızca bir adım kaldığını söylüyordu.O ve ben, bu siyah beyaz karenin tam ortasında öylece duruyorduk.”Başka” olan, her şey silinmişti..Zamanın durduğu o anda onun ;” Ya şimdi ya da hiçbir zaman !” diyen iç sesini duyabiliyordum.Hafifçe araladığı ve sanki tamamlarsa her şeyin son bulacağı hissini veren bir gülümsemesi vardı.Yüzünün bir yanında sarıp sarmaladığı çocuk,tanrısal bir kalemle çizilmiş gibi olan kaşları ve burnunun bir kenarına yayılan gölge, onun, bir halüsülasyon olmadığının kanıtıydı.
Bu karanlık koridorda onunla karşılaşmakla, nedense zafer kazanmış gibi kaldırdığım sağ elimdeki çakmağımın ışığı, yalnızca omuzlarının bir kısmını örten tül elbisenin üzerinde, ışık oyunları oynuyordu bana. Rengini kestiremiyordum elbisesinin. Ama kan kırmızısı olmasını istiyordum. Aklımın köşeleri, bu muhteşem yüzü, az sonra sona erecek gecenin kararsızlığı ile bana bakarken, böyle tamamlıyordu işte.
Hissediyordum. Birden bire çıkıverdiği gibi karşıma, kaybolup gidecekti ardındaki aydınlıkta. Adı bilinmeyen gizli bir nehir gibi akıp gidecekti düşlerimin dehlizinde. Hiç konuşmamıştı. Sesini hiç bilmeyecektim. Bir an için aldığı ve sanki geriye vermediği bir nefesi tutuyordu. Gözleri ,”Benimle gel.” derken, yarım bıraktığı gülüşü,”Seni bekleyemem” diyordu. Büyülemişti beni. Ama güven vermemişti. Öyle uzun, öyle bir anlık baktım ki yüzüne. Alevi, hiç rüzgâr olmadığı halde deli gibi dalgalanan çakmağım sönsün istedim. Kaybolup gitsin istedim bir an önce. Bütün düşlerimi alıp götürecek gibi duruşundan ve bir daha onun emsali bir düş göremeyeceğimden korktum. Tek bir söz söylese aşka inanır mıydım ki?
İçine çekiliyordum. Boğazım yanıyordu. Beklenmedik bir hareketle iki elini de açarak masanın üzerine uzattı. Bembeyazdılar. Avuçları, üzerinde tek çizgi olmayan bembeyaz kâğıtlar gibiydiler.”Yaz!” diyordu.”Ne istersen yaz!”
Tuzlu ve kan kadar sıcaktılar. Ölmekten başka bir şans vaat ediyor gibiydiler tebessüm ederken. Son gücümle kalkıp dudaklarına yapıştığıma yemin bile edebilirim.
Kumsalın, balıkçılar ve gececi şarapçılardan başka hiç kimsenin uğramadığı bir yerinde bulmuşlardı beni. Zannımca bittiğini kabul edemediğim gecenin sonunda, o saatte sadece şarapçıların olduğu bu yere kadar yürüyüp, onlarla ateşin başında devam etmiştim içmeye.
Gözlerimi tek yataklı bir hastane odasında açtım. Kollarımda bağlı olan hortumlar hareket etmemi engelliyordu. Gözlerimi tekrar kapatırsam açamayacağımı sanıyordum. Doğrulmaya çalıştım. İmkânsızdı. Başımdaki sargıyı fark etmem uzun sürmedi. Kapı açıldı. İçeri giren hemşire, beni içi dolu serum torbalarına bağlayan hortumları kontrol etti. Dediğine göre çok şanslıydım. Balıkçılar beni bulmasa ölebilirdim. Tek emin olduğu şey, şansımdı aslında.
İşini bitirdikten sonra kapıya yöneldi. Sonra bir an durdu ve bana döndü.
“Sanırım çok fazla alkol almışsınız. Kumsalda yürürken düşüp kafanızı bir kayaya çarpmışsınız. Sizi bulduklarında neredeyse suyun içindeymişsiniz. Buraya getirdiklerinde şoktaydınız, titriyordunuz. Yüzünüz kan içindeydi. Canınızın daha fazla yanmaması için iki gündür uyutuyoruz sizi. Ama endişelenmeyin, şimdi iyisiniz. Daha da iyi olacaksınız. Geçmiş olsun.”
“Saçma” dedim ama duymadı. Ekledi:
“Üzerinizden çıkan eşyalarınız yanınızdaki komidinin üzerinde. Bir şey isterseniz elinizin altındaki butona basın lütfen.”
Eşyalarım mı? Başımı güçlükle çevirdim. Neredeyse ortadan ikiye ayrılmak üzere olan cüzdanım, çakmağım ve buruşuk bir ilan vardı. İlân üzerindeki yazı, gözlerim dehşetle büyüdükçe daha da netleşiyordu.
“ Çadır Kafe’de el falı! Gelin! Samudrika(*) kaderinizi ellerinizden okusun!”
Bu hikâyede bir kez daha yemin etsem ne olurdu ki? Başıma gelen hiçbir şeyi hatırlamıyor olsam da yemin edebilirim ki Samudrika ismini bir yerlerden hatırlıyordum.
(*)samudrika:Hintçe karşılığı el falı
ŞÜKRAN UZUN
ANKARA/MAYIS 2013
YORUMLAR
Değerli arkadaşım.
Çok çok güzel bir öykü yazmışsınız. Büyük bir heyecan ve zevkle okudum.
Naçizane tavsiyem şu: Bir yazıyı okumadan önce okuyucu başlığa göz atar. Yani okuyucuyu ilk vuracağınız yer yazının başlığıdır. Çakmak bu yazı içinde bana kalırsa çok da önemli bir obje değil. Her ne kadar öyküyü başlatan o olsa da. Oysa samudrika? İlk defa duyduğum bir kelime. Öyle sanıyorum ki pek çok insan da bilmiyordur. Dolayısıyla yazının başlığı samudrika olsaydı sanırım daha merak uyandırıdı.
Selamlar, saygılar, hayırlı bayramlar.