- 967 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
Mescidi Aksa'nın Nöbetçisi
AŞAĞIDAKİ YAZI BANA AİT DEĞİLDİR. BELKİ SİTE KURALLARINA AYKIRI BİR ŞEY YAPIYORUM AMA BU YAZIYI HERKESİN OKUMASINI ÇOK İSTERİM. BİR TÜRK OLARAK TÜYLERİ DİKEN DİKEN EDEN BİR YAZI BU..!
TÜM DOSTLARIMIN ve YÜCE TÜRK MİLLETİMİZİN BAYRAMINI KUTLARIM.
Suat Zobu
* * *
Osmanlı ordusu Kudüs’ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa’yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan’ın yürekleri titreten öyküsü
Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa’nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbul’lu. “Kim bu adam” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- “Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
- “Kimsin sen, baba” dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- “Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…”
Sustu. Sonra;
- “ 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım”
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- “Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”
- Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu:
- “Memlekete yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Önyüzbaşı Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için öp. Ona de ki…
- Gönül komasın. “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin…”
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
İlhan Bardakçı
YORUMLAR
Suat hocam
Yazınızı okuyunca nasıl vefalı onurlu ve kararlı bir cedde sahip olduğumuzun gururunu yaşadım. Ve çok güzel bir örneğini sunmuş yazınız tebrik ederim. Gittiğim ülkelerde ecdadımızın yaptığı (camii, hastane, kütüphane )vs gibi eserleri gördüğümde aynı gururu duymuştum.
Kalemine gönlüne sağlık
Saygı sevgilerimle.