- 600 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİLGE ÖKÜZ
Güz zamanı otlar kurumuştur ve artık çürümeye doğru yön tutmuştur ki, yerin yüzü kirli sarı gibidir. Yabani meyveler olgunlaşmıştır ama suyu azalmış yaprakları eskiyip solmaya yüz tutmuş gibidir. Orman yeşil değildir artık. Oldukça değişmiş, yapraklar çokça renklenmiştir. Güneş tepeden değil, yandan gelip yandan gidiyordur. Gölgeler uzundur. Yel; sıcak değil serin esiyordur. Küçük dereler kurumuş, büyük olanlarsa azca akmaktadır.
Güz, kışın habercisidir. Bu yüzden leylekler göçmüş, kırlangıçlarsa göç hazırlığı içindedir. Güz, her ne kadar bazıları için göç zamanı ise de sığırlar için özgürlük mevsimidir. Çünkü ekinler biçilip hasat edilmiş; tarlalar anızdır artık. Gündöndüler, mısırlar kesilmiş; yerler toz topraktır. Bağlar bozulmuş, fasulye, nohut yolunmuş; bahçeler boştur. Yaz gitmiş güz gelmiştir ki, bu zamanda bütün kırlar bomboştur.
Sığırlar bu zamanda özgürdürler. Geceleri avluda başları bağsız, kapıları açık uyurlar. Sabah olduğunda hadi kalk diyen yok, özgür uyanırlar. Canları çektiğinde geç, canları istediğinde erkenden kalkıp özgür kırlara doğru özgürce yol tutarlar. Başlarında eli sopalı çoban yoktur. Alabildiğine engin kırlarda köpekler korumasında salma yaşarlar. İstedikleri yerde gezer, istediklerini yer, içer, istedikleri zaman yatıp dinlenirler. Zaten iş güç de yok; bu yüzden karışan görüşen de yoktur. Her ne kadar yeşil ot az kalmış olsa da öylesine özgürdürler ki, keyiflerine diyecek yoktur.
O gün köydeki avlularından erken çıkmışlar, Istrancalardaki kaynaklardan doğup gelen ve akıp Karadeniz’e dökülen koca derenin kıyılarındaki yeşilliklere yayılıp özgürce otlamışlardı. Öğlen olduğunda su içip işkembeleri iyice şişirince tek sıra olup iğrek yerleri gümüş alana çıkmışlardı. İkindiye kadar ormanın kuytuluğunda yatacaklar, yolup işkembelerine doldurduklarının hazmını geviş getirerek yapacaklar, vakit geldiğinde tekrar dere boyundaki yeşil yerlere inip otlayarak akşamın hazırlığına başlayacaklardı.
Küçük Muu, koşup geldi. Büyük endişesi varmış gibi oldukça telaşlıydı. Elleri arkasında bağlı, alanın berisinden sürüyü izleyen Koca Muu’nun karşısına dikildi; telaşlı ve endişeli bakışlarla hızlı hızlı tekmil verdi.
“Üç çift işçi Muu, yirmi dört ana Mö, on sekiz genç Mö, on üç genç Muu, dokuz tane de küçük… Saydım, toplam yetmiş kişi… İki eksik var dede! Bir Muu bir de küçük kayıp. Ne olacak şindi?”
Koca Muu:
“İyi saydın mı?” dedi, kara gözlü küçük Muu’ya
Küçük Muu:
“Saydım dede!” dedi, “Bi kere, iki, kere, üç kere… Kaç kere saydım, kaç kere! Her seferinde iki eksik! Hep yetmiş, hep yetmiş…”
“İyi, tamam,” dedi, koca Muu, “telaş yapma! Bir daha toplayalım bakalım. Altı öküz, yirmi dört inek, on sekiz düve, on üç tosun, dokuz da buzağı mı dedin?”
“He dede!”
“Hepsi yetmiş…”
“He dede!”
“Yani iki eksik…”
“He dede…”
Koca Muu, koca boynuzlu başını az büktü, ak tüylü kulaklarını ileri doğru itti ve kaş altından bakıp küçük Muu’yu şöyle bir süzdü; “Bre Nasrettin,” dedi ona, “beni saymadın! Kendini saymadın… Saydın mı?”
“Tüh, unuttum! Gördün mü, gene telaş yaptım. Pardon koca dede!”
Gümüş alan, koca bir alandır. Sağ yanı koca deredir. Üst yanı ormandır ve orman engin bir yerdir. Sol yanında Sevindik köyüne kadar uzanan biçilmiş tarlalar vardır. Alt tarafıysa denize doğru uzanmaktadır. Bu koca alanın ortasındaki yüksekçe yerde koca bir ahlat ağacı vardır ve o ağacın altı da Koca Muu ve kabinesinin yazlık mekânıdır. Elleri arkasında, nalsız ayaklarıyla oraya doru yürürken yüzüne hoş bir gülümseme geldi. Bu gülümseme, altındaki eşeğini saymayan Nasrettin hoca gibi kendisini ve dedesini saymayan Küçük Muu’nun telâşe tavrınaydı.
“Hadi gel!” dedi Küçük Muu’ya. “Gel benimle. Yetmiş iki deyince aklıma bişey geldi.”
Küçük Muu, şaşırdı. Hadi sen de benle gel diyen bilge Muu’yu acaba yanlış mı anlamıştı?
“Ne dedin dede?” dedi, “İyi duyamadım da… Gel mi dedin?”
“Gel dedim ya!”
“Geleyim mi?”
“Osurmazsan…” deyip gülümsedi koca Muu?
Küçük Muu bu teklife, hem de bilge dedenin sevimli haline çok sevindi. Uzun uzun adımlar atarak, her adımda sağa sola ritimli şekilde sallanarak çocuksu bir oyun temposunda yürürken; “osurmam dede osurmam, osursam bile kokutmam…” gibi mukallit yaşlılardan duyduğu bir sözü türkü gibi söylemekteydi.
Bilge öküz koca Muu önde, karagöz tosun küçük Muu onun peşinde yürüyüp alanın ortalık yerindeki koca ahlatın altına gittiler. Koca Muu, ağacın dibine usulca oturdu. Ellerini nasırlı ensesinde bağladı, sırtını ağacın gövdesine dayadı, bir de bacak bacak üstüne attı. Şöyle bir gerindi, gerinirken de “oooh,” dedi, “dinlenmek ne güzel bişey.”
Küçük Muu da karşıya bir yere geçti, o da bilge dedesi gibi bağdaş kurup usulca çömeldi, ellerini dizleri üstüne koyup dinler birinin saygılı vaziyetini seçti.
Koca Muu:
“Yetmiş iki deyince aklıma geldi. Bu, yok olan yılkı atlarının hikâyesidir. Anlatmış mıydım sana?” dedi.
Küçük Muu:
“Anlatmadın.” dedi.
Koca Muu:
“Ha işte! Anlatmasam olmaz. Anlatayım da dinle. Şimdi familyamız yattı dinlenceye. Kime güveniyorlar? Bize ve köpeklere… Sahi unuttum; köpekler nerede?”
“Top kayınların dibinde... İkisi de nöbette. Sorun yok dede!”
“İyi,” dedi, Koca Muu,“kuşkusuz, endişesiz rahat rahat sohbet edebiliriz öyleyse.”
“Edebiliriz,” dedi küçük Muu, “kurt saldırıp ziyan veremez. Çünkü köpekler...”
“Kurt… Tu tu tu! Kurdun adı söylenmez çömez! Yaban denir ona. Sahip koca Tolga ne der hep?”
“Ne der?”
“İti an, çomağı hazırla! Bu yüzden… Kurt dersen ağzından çıkan ses uçup mendeburun kulağına gider. O da kalkar yattığı yerden; biri adımı söyledi, acaba beni davet mi etti deyip çıkıp gelir. Neyse… Anlatacağım hikâye de zaten onunla ilgili. Yani kurt denilen o baş belasıyla…”
“Tu tu tu! Duymasın, duymasın dede! Onun adı yaban…”
Koca Muu:
“Çok zaman önce, çok çok uzak bir yerde bizim gibi bir sığır sürüsü varmış. Onlar da biz gibi özgürce yaşarmış. Dağ bayır onların, çayır çimen onların, dere, göl onların. Yiyip içiyormuşlar, sıçıp işiyormuşlar. Gece olunca beylik çayırına gelip biz gibi geviş getirip yediklerini sindiriyormuşlar. Hayatları güzel. Sahip yok, dama kapatılıp yularlanmak yok, gel keyfim gel yani. Başlarında da ben gibi koca biri varmış. Yardımcısı da sen gibi küçük biri varmış. Bizim familyamız gibi yani. Koca muu sürüye yol, yön çizermiş, küçük muu da ona yardımcılık edermiş. Sürü de onlara koşulsuz itaat edermiş. Her şey iyi güzelken bir gün aç bir kurt sürüsü musallat olmuş onlara. Her gün saldırıyor, her gün sürüden birini kaldırıp dağa kaldırmak istiyormuş. Çayıra gitseler yiyemez, dereye inseler içemez, yattıklarında sakız çiğneyemez olmuşlar. Kurtlar hep enselerinde! Bir gün, iki gün, üç gün… Beş gün, yedi gün, dokuz gün… Kaç gün ama kaç gün! Merada otlayamaz olmuşlar, derede su içemez olmuşlar, gece uykuları kaçmış, paranoyak olmuşlar. Huzurları öyle kaçmış ki, sonunda dayanamaz olmuşlar. Aç kurtlar, gündüz enselerinde, gece diplerinde; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Koca muu, demiş bir gece yardımcısı küçük muu’ya; ne yapsak acaba? Benim aklım durdu. Çayırda nöbet, derede nöbet, geceleri nöbet; dayanacak gücüm de kalmadı. Çekip gitmiyorlar; şaşırdım kaldım! Ne yapsak da bu baş belası durumdan kurtulsak? Küçük muu; savaşalım demiş. Savaşa devam dede. Yılmak yok. Onlar on iki kişi, biz yetmiş iki kişi; pes etmek yok! Tamam, demiş koca muu? Aklı algılamış, mantığı yorumlamış ama beden gücü tükenmiş haldeymiş. Ya gündüzleri yorgunluktan sızıp kalırsa? Ya geceleri uyuyup nöbeti bırakırsa? Kurtlar da sürüden birini kapıp kaçırırsa! Hem de gencecik torunlarından birini! Vesveselenmiş. Kıyamam, demiş. Ne kızıma, ne oğluma; hele hele torunuma hiç, demiş. Şu kurtlarla bir pazarlık yapalım. Göndermiş yaverini. Yani yardımcısı küçük Muu’yu. Git demiş, konuş. Size birini verelim, bırakın peşimizi. He, demiş kurtlar. Anlaştık. Sürünün en yaşlılarından birini verip kurtlarla barış yapmışlar. Lakin barış üç gün sürmüş, kurtlar, üç gün sonra gene saldırmışlar. Yaşlı birini gene kurban vermişler. Barış olmuş. Barış gene üç gün sürmüş. Üç gün sonra kurtlar gene saldırmış. Birini daha vermişler…”
“Dedee,” dedi küçük Muu, “kes, kes! Kartı vermiş, ortancayı vermiş, körpeyi vermiş. Aç kurt doyar mı? Ver ver nereye kadar? Sürü bitince tabii ki sıra kendisine gelmiş? Öyle olmak yok, öyle olmak yok! Kaç kişiydik biz?”
Koca Muu:
“Yemiş iki…”
Çömez Muu:
“Yemiş iki buçuk dede!”
Koca Muu:
“Neden bre?”
Çömez Muu:
“Öyle dede…”
Tevfik Tekmen 16/ağustos/2015-Koruköy
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.