- 540 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BEKLE NEMRUT GELİYORUZ
1965 yılındayız…
Kış uykusunu geride bırakan toprak ana yeşile bürünmüş…
Kır çiçekleri, yeşil örtünün üstünde değişik renklerle kartpostallık manzara oluşturmuş…
Toprak kokusunu, çiçek kokusunu yudum yudum ciğerlerine çeken Kâhtalım, kışın çilesini çabuk unutmuş…
Bu renk cümbüşüne, bu mis gibi kokulara kuşlar orkestrası da tatlı nağmelerle dâhil olmuş…
Yeniden doğmuş gibi herkes…
Çalışma azmi ile dolu insanlar bağlarda, bahçelerde ter döküyorlar.
Sofralarına koyacakları yiyeceklere emek veriyorlar. Kadın erkek, çoluk çocuk herkes elinden geldiğince çalışmalara katılıyor...
Biz çocuklar okul yolundayız.
İlçemizde üç okul var:
1- Kubilay İlkokulu 2- Atatürk İlkokulu 3- Kâhta Ortaokulu.
Ortaokul öğrencisiyim.
Ortaokul öğrencilerinin şapka takma zorunluluğu var.
Yanlış anlayış biz küçük çocukları tek tip giyinen, tek tip düşünen robotlar olarak yetiştirmeye çalışıyor…
Küçücük kafalarımızda subay şapkalarına benzer şapkalar var. Çoğumuz ağabeylerimizden kalan şapkaları takıyoruz.
Şapkalar büyük, kafalar küçük. Tuhaf bir görüntümüz var. Komik bir görüntü içindeyiz.
Ekonomik durumları iyi olmayanlar, mecbur kalmadıkça yeni şapka almıyorlar…
Kâhta’da şapka satan iki esnaf var: Ramazan Metiner ve Ahmet Selçuk. Bu iki esnaf, ağabeylerinden şapka miras kalmayanlara satış yapabiliyorlar...
Defterlerimiz, kitaplarımız, çoğu elbiselerimiz büyüklerimizden bize miras kalanlar.
Masraflarımız gelirlerimizden fazla olunca tek çözüm idare etmek.
Babalarımız her zaman bizleri tatlı tatlı uyarırdı: “İdare edin çocuklar, idare edin…”
Ortaokulun çok geniş bahçesi var. Voleybol sahamız bile var.
Voleybol sahasının demir direğinin yanında üç arkadaş karşılıklı konuşuyorlar… Mahmut Cantekin, Sırrı Ülgen, Behçet Sor’un sohbetlerinin konusu Nemrut Dağı’na çıkmak.
Almanlar, İngilizler, Amerikalılar Kâhta’ya gelip Nemrut Dağına çıkıyorlar.
Biz Kâhtalıyız. Nemrut Dağı bizim. Oradaki tarihi eserleri kartpostallarda görüyoruz.
Ayıp! Çok ayıp!
En kısa zamanda Nemrut Dağına çıkmalıyız. Başka kimi yanımıza alabiliriz? Kim bizim ile Nemrut Dağına gelir? Kareyi kim tamamlar?
Fazla düşünmeye gerek yok. Her gün birlikte olduğumuz sevgili sınıf arkadaşımız Yusuf Bakırcıoğlu kareyi tamamlar…
— Kare tamam. Ne zaman gidelim?
— En kısa zamanda gidelim.
— Gün belirleyelim.
— Bu pazar günü gidelim mi?
— Gidelim.
— Bekle Nemrut Dağı dört gün sonra tependeyiz.
— Yanımıza ne alalım?
— Bol yiyecek alalım. Yaya gideceğiz, acıkırız.
— Başka?
— Fotoğraf Makinesi alalım. Nemrut’a ilk çıkışımızın resimleri olsun.
— Kabul edenler? Kabul edilmiştir.
— Pazar günü sabah saat sekizde okulun kapısında buluşuyoruz.
— Tamam.
Bugün Pazar.
Hava çok güzel.
Azık torbamız dünden hazır.
Saat sekiz olmadan buluşma noktası olan okulun kapısına dört kafadar gelmiş…
Yola çıkıyoruz. Kubilay İlkokulunun köşesinden Hükümet Konağına doğru yürüyoruz.
Neşemiz yerinde… Şakalaşıyoruz.
Yusuf, fotoğraf makinesini boynuna takmış. Yusuf arkadaş küçük turist olmuş…
Yusuf, makineyi gözüne dayayarak “resminizi çekiyorum” diyor.
Makinenin kılıfını bile çıkarmamış. Şaka yapıyor…
Bir tek film almışız… Bir film almaya paramız yetmiş…
Bu yolda bitirir mi onu Yusuf. Çok akıllıdır bizim küçük turist. Hem de çok tatlıdır…
Hükümet konağının girişinde duruyoruz.
Evde, bir gün önce defter yaprağına yazdığım dilekçeyi cebimden çıkarıyorum. Okumaya başlıyorum:
KAYMAKAMLIK MAKAMINA
KÂHTA
Biz dört arkadaşız. Ortaokul öğrencisiyiz. Kâhtalıyız.
Başka ülkelerden, binlerce kilometre uzaklardan insanların gelip gördüğü Nemrut Dağı’nı biz de görmek istiyoruz.
Arabamız yok. Cip tutacak paramız yok. Yaya gidip gelmek istemiyoruz. Bize bir cip temin ederek gidiş gelişimize yardımcı olmanızı arz ve talep ederiz.
DÖRT KÂHTALI
ADRES:
Kâhta Ortaokulu
Ortalık şenleniyor. Arkadaşlardan biri hemen cevap veriyor:
—Emredersiniz çocuklar. Kâhta Kaymakamı olarak haklı talebinize cevap veriyorum: Bu cip şoförü ile birlikte sizin. Gidin, gezin, gelin.
Başka bir arkadaş:
—Ben olsam dilekçeyi şöyle yazardım: Sayın kaymakam bey, bir helikopter ile bizi Nemrut Dağına götürüp getirirseniz, seviniriz. Şimdiden teşekkür ederiz, efendim.
Bir öneri daha geliyor:
— Kaymakam bey, bugün Nemrut Dağı’na gitmek istiyoruz. Gidiş geliş için dört katır kiralamak istiyoruz. Ücretini siz öder misiniz? Teşekkürlerimizi şimdiden kabul edebilirsiniz.
Yusuf Bakırcıoğlu:
— Kaymakam bey şimdi uyuyor. Arkadaşlar ayakta rüya görüyor. Ne cip, ne helikopter, ne de katır. Gidiyoruz yayan. Dayan dizlerim dayan.
Yolumuza devam ediyoruz.
Adıyaman yolunun girişindeyiz.
Yolun iki tarafında gökyüzüne doğru uzanan yemyeşil ağaçlar var. Küçük köprünün üstünden geçip Osman Topçu’nun babasının evinin önünde duruyoruz.
Foto Yusuf bize poz verdiriyor. Yusuf’un kılıfından çıkmamış kamerasına gülümsüyoruz…
Şakalaşarak yürüyoruz. Adıyaman yolundan sağa dönen, Cendere Köprüsü ve Nemrut Dağı’na giden yola dönüyoruz.
Selektör binası… Yol boyunda yeşillenen üzüm bağları… Musa Peygamber mevkisi… Karakuş tepesi…
İşte Cendere köprüsündeyiz… Köprüden aşağıya, çaya iniyoruz. Çakılların üzerinde sofra kuruyoruz.
Herkes getirdiği yiyeceği sofraya koyuyor...
Birlikte başlıyoruz ve bitiriyoruz.
Çaya girme kararı alıyoruz.
Elbiselerimizi çıkarıp çakılların üzerine atıyoruz.
Kâhta Çayı’nın tertemiz suyuna dalıp dalıp çıkıyoruz.
Ne terimiz kalıyor, ne de yorgunluğumuz.
Kurulanacak havlumuz yok.
Güneş baba ve rüzgâr amca kurutuyor bizi. Giyiniyoruz. Yolcu yolunda gerek… Uzun bir yol…
Yusuf bizi bir akrabasının evine doğru götürüyor.
Yeşillikler içinde bir ev… Kartpostallık manzaraya hayran kalıyorum…
Bizi çok sıcak karşılıyorlar.
Eve girip oturuyoruz. Sohbet başlıyor.
Çok geçmeden bize sofra kuruluyor.
Sofra kurulunca acıktığımızın farkına varıyoruz.
Yüzerken, koştururken, şakalaşırken, köprünün altında yediklerimizi eritmişiz.
Biz dört arkadaş ev sahibi ile yer sofrasına bağdaş kuruyoruz.
Yufka ekmek eşliğinde yemeklere, yoğurda kaşık sallıyoruz. Yemekler, evlerimizde yediğimiz yemeklerden daha çok hoşumuza gidiyor.
Midelerimiz bayram yapıyor… Arkadaşlarla birlikte yemek yenince, insanın daha çok yemek yediğini yaşayarak öğreniyoruz.
Dışarı çıkıyoruz.
İlerde bir genç görüyorum. Yanına gidiyorum. Elinde kırma tüfek, belinde de fişeklik var.
Yeşil çimenlerde hayvan otlatıyor. Sohbet ediyoruz.
17 (On yedi) yaşında olduğunu öğreniyorum… Köyünden hiç çıkmamış. Kâhta’ya bile gelmemiş. Yani kendi ilçesini, Kâhta’yı bile görmemiş.
Yusuf yanımıza geliyor.
Gençten fişekliği alıp belime bağlıyorum. Kırmayı da elime alıyorum. Yüksekçe bir yere çıkıp Yusuf arkadaşa poz veriyorum. Dizlerinin üstüne çöküp resmimi çekiyor...
Yola çıkıyoruz.
Güle oynaya yolculuk devam ediyor.
Nemrut Dağı’nın eteklerine geldiğimizde hepimiz seviniyoruz…
Dağın tepesine doğru tırmanıyoruz.
Kocaman heykeller… Yumruğumuz büyüklüğündeki taşlardan sivri bir tepe var. Tepenin etrafını dolaşıyoruz. Taşlara yazılar kazınmış.
Tarihi eserlere hayran kalıyoruz. Bu muhteşem manzara karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz.
İki bin yıl önce bu sanat eserlerini nasıl yapmışlar diye aramızda tartışıyoruz. Değişik düşünceler ileri sürüyoruz. Heykelleri tek tek inceliyoruz.
Geriye dönmeye başladığımızda bir kayanın üstüne çöküp aşağıdaki boşluğa bakıyorum.
Beş altı metre aşağıda bembeyaz karı görüyorum.
Arkadaşları yanıma çağırıyorum. Geliyorlar. Karı gösteriyorum. Onlar da şaşırıyor. Güneş görmemiş kar yığını aşağıda bizi bekliyor…
Aşağı iniyorum. Atletimi çıkarıyorum. Ters çevirip kol kısmını bağlıyorum. Atlet torbaya dönüşüyor. Karla dolduruyorum.
Bir elimde kar torbası, yukarı doğru çıkıyorum.
Bu yorgunlukta ve susuzlukta kar ilaç gibi geliyor. Karı avuçlayıp avuçlayıp ağzımıza atıyoruz.
Kar çok ama mideler küçük. Artan karı birbirimize atarak bitiriyoruz.
Eski Kâhta’ya doğru yürüyoruz. İlk köyde bir arkadaşımızın tanıdığı var.
“Tanıdığıma gidelim”, diyor. Kabul ediyoruz. Gidiyoruz.
İki katlı kerpiçten güzel bir evdeyiz.
Bizi güler yüzle karşılıyorlar. Oturuyoruz.
Onlar da sofra kuruyor. Birlikte yemek yiyoruz. Çay içiyoruz.
Karnımız doyunca akşam karanlığına kalmamak için ev sahibinden izin istiyoruz.
Teşekkür ederek evden ayrılıyoruz.
Güle oynaya süren geriye dönüşümüz, Kâhta’nın uzaktan gözükmesi ile daha da şenleniyor.
Yorgunluğumuzu unutuyoruz. Hızımızı artırıyoruz.
Kâhta’ya giriyoruz.
Bu güzel günün değerlendirmesini yapıyoruz. Hepimiz mutluyuz. Resimlerimizi merak ediyoruz.
Dört arkadaş bir birimize iyi akşamlar dileyerek evlerimize doğru yürüyoruz.
Bir Pazar günümüzü yürüyerek, koşarak, yüzerek, güzel insanlara konuk olarak, Nemrut Dağı’nın tepesinde iki bin yıl önce yapılan harika tarihi eserleri ilk defa görerek, atlete doldurulan karı avuç avuç yiyerek, kısacası bir günü dolu dolu yaşamış olarak evlerimizin kapısından içeri giriyoruz.
Hepinize dolu dolu yaşanacak güzel günler ve mutlu yarınlar dilerim…
YORUMLAR
Tarihi bir binanın kapısını söküp ahırına kapı eden bir milletiz ne yazık ki. Sorsalar geçmişimizle pek bir övünürüz ama sıra tarihi eserleri korumaya gelince eksilerdeyiz. Siz o zamanın şartlarında güzel bir bilinçle Nemrut'a çıkmışsınız. Anlatımınız o kadar güzeldi ki dört çocuğun neşeli çığlıkları kulaklarıma kadar geldi. Anı konusunda çok iyisiniz. Belki de hayatı dolu dolu yaşadığınız için.
Saygılarımla.
Mahmut Cantekin
Kiliseleri ahır yapmışız. Taşlarını söküp ev yapmışız. Kapı ve pencereleri alıp yakmışız.
Defineciler tarihi tahrip etmekte en öndeler.
Duyarlı yüreğinizi selamlar, teşekkür ederim.
Yöreyle, yörenin sosyal örgüsüyle ilgili, hem günümüz hem de geçmişiyle ilgili ilk elden çok değerli bilgiler ediniyoruz.
Yüzyılımıza ait ilklerin hemen hepsi gibi Nemrut'a ilk periyodik çıkışları galiba batılılar yaptı?
Hocam kaleminize sağlık.
Mahmut Cantekin
Biz topraklarımızdaki tarihi eserlerin, sahillerin, ormanların değerini bilmeyiz.
Güzelliklerimizi hovardaca harcamakta şampiyonuz.
Çok teşekkür ederim.