- 1054 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'hollow'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘Kötü biri’
Benim içi ‘o kötü birisi’ demişler. Önce umursamadım ama gerçekten umursamadım. Üzerinden birkaç zaman dilimi geçti. Yarın, sonraki gün, daha sonraki gün, dahalarca sonraki gün… ‘Ayşe’ dedim, ‘seni affedemiyorum.’ Göbeği Ayşe’yi sıkıyordu. Giydiği siyah, göğüs kısmında parlak boncukları olan penyesi iç organlarını sıkıyordu. Vajinası sivrisinek kadar küçülmüş, içi sıkıntıların merkez şubesi haline gelmişti. Ellerimi yumruk yaptım, daha iri bir yumruk yapmam gerekiyordu, nefesimi tuttum, nefesim tutuldu, tutulan nefesimle daha iri bir yumruk yaptım. ‘Vur’ dedi, Ayşe vur diyordu, yüzüne nişan almış gibiydim, ‘yüzünü seviyorum’ dedim. Tekrar nişan aldım. Omuzlarına doğru iki yumruğumu indirdim. ‘A.. a ah..a a a ahh…’ gibi vibrasyonlu ses hırıltıları çıktı. Ayaktaydı, fakat buna ayakta çökmüş demek daha iyi olurdu. Onu ayakta çöktüren yumruklarıma baktım. Gevşettim parmaklarımı, damarlarımdaki kan normal akış hızına düşüyordu, normal bir seviyeye gelmeden tekrar eşik değerini aşarak, ellerimle tutamayacağım kadar büyük memelerini tutup, koparmaya çalıştım. İlk denemem başarısızdı. İkinci denemem de gözlerine baktım. ‘Ne güzel gözlerin var’ dedim. Bir sonraki denemem için çöküşün emarelerini görmem gerekiyordu. O iri göğüsler sarkmaya başlamıştı. Hala dolgun ancak gittikçe yerçekimine yenik düşen haliyle sarktıkça son denemem için başarılı olacağımı fark ettim. Sarkan göğüslerinin ucunu baş ve işaret parmaklarıma kıstırdım. Aynı anda, frekansı doğru ayarlayarak hem doğuya hem de batıya çektim. Koltuk altım acımıştı. Ayşe hala ayaktaydı ama kaburgalarını görebiliyordum. Tekrar yumruk yapıp ellerimi, sert bir şekilde kaburgasına vurdum. İlk denemem başarısızdı ama ikinci denemem de hayvani bir güç elde etmiştim. Kalbini görebiliyordum. Atıyordu hala. Kalbi atıyordu.
‘Ağla’ dedi Ayşe, ‘ağla!’ Sol göğsünü iki yüz kırk saniye için bana bırakmıştı. Başımı göğsüne yaslamış, ağlıyordum. ‘Ben kötü biri değilim’ diyordum hırıltılı bir sesle. ‘Biliyorum’ dedi Ayşe, ‘sen ağla yalnızca, ne olur ağlamaya devam et!’
‘stay there’
‘Hey, arkadaşım’ dedi, ‘beat kuşağının artık sonuna geldik, zaten daha da gidemezdi lanet olasıca! Bittik ama yine de biz varız. Di mi Aylin?’ Aylin eteğiyle uğraşıyordu. Kısacık eteği ateş gibi kavrulduğunu sandığı kasıklarına doğru iç astarından bastırıyor, bir yandan da kafa sallıyordu. Suna cıksladıktan sonra birasından iri bir çay bardağı kadar yudum aldı. Aylin’in telefonuna mesaj gelmişti. Titreşimli uzun dıt sesini duyduktan sonra Aylin eteğiyle uğraşmayı kesip, gelen mesaja baktı. Suna başını önündeki masaya indirip, dilini çıkarmıştı ağzından dışarı. Küçük bir kız çocuğu geçiyordu sokaktan. Annesinin ellerini sımsıkı tutmuştu. Aylin başını kaldırdı, dip boyası gelmiş saçlarını savurdu havada üç defa. Suna’nın dilini fark eden küçük kız çocuğu da dilini çıkarıp gülümsüyordu. İhtiyar bir adam yürüyordu sokakta. Yürümüyordu aslında, bok böceği gibi sürünüyordu bastonuyla. ‘Buradan atla geçtiğim yılları anımsıyorum. Hey gidi yıllar’ diye iç geçiren emekli bir askerdi. Kimsenin artık siklemediği, zavallı bir yaratık olduğunu biliyordu ama bunu kabullenmek istemiyordu. Suna yaşlı adamı görmüştü. Başının pozisyonunu değiştirmeden Aylin’e ‘ben de bu moruk kadar yaşayabilir miyim kız’ dedi. Aylin telefonuna gelen mesajın şokundaydı. ‘Allah kahretsin, göt herif! Benden ayrılıyormuş, siktirsin gitsin!’ diye ani bir çıkış yaptı.
Sokağın girişinde bekleyen taksi şoförü başını cama yaslamış, müşteri bekliyordu. ‘Kışın arabanın lastiklerini değiştireyim de, iyi bir şey alayım bari’ diye söyleniyordu. Üniversite okuyan kızına gönderdiği para aklına geldi. ‘Boş ver Hayri’ dedi, ‘bu kışta eski lastikleri taktırırsın, kızından daha mı önemli!’
Suna dedesinin cenazesini anımsadı. İlk defa cenaze merasimine katılmıştı. Çocukluğunda birkaç bayram namaz kılmıştı dedesiyle. Tekrar dedesinin yanında bir namaz daha kılıyordu ama bu dedesinin cenaze namazıydı. Herkes selam verirken, o put gibi donuk kalmış, ne yapacağını bilemez halde bekliyordu. Yanında tanımadığı bir adam ‘selam versene sağa sola’ diye fısıldayınca, herkes gibi geç de olsa selam verdi.
Aylin tekrar eteğiyle meşguldü. Altı gecelik ilişkisi bitmişti. Küçük kız çocuğu az ötede, sokağın girişinde park etmiş halde bekleyen taksiye annesiyle beraber binerken, Suna tekrar sırtını sandalyeye yaslamıştı. Taksinin gideceği yol uzundu.
Yaşlı adam iri bir balgam bıraktı sokağın caddeye çıkışına. Pembe bir kedi geçti balgamın yanından. Panjurları boyanan bir evin, boyacının sakarlığı yüzünden yere düşen boya tenekesi üzerine sıçramış ve artık o kedi, pembe bir kedi olmuştu.
Gereğinden fazla ciddiydim sayısal oynarken. Ayın otuz biriydi ve aylardan uzunuydu. Daha uzunu olana kadar orada kalmak istiyordum.
‘Sular’
Anlatmak istediğimi anlatamadım, bunu kestirdiğim için şanslıydım. Hem şanslı olmak ne fayda, toprağın içine doğru batıyordum. ‘Çek dedim’ ona, beni yanına çek’. Bir ağaç olduğunu unutmuştum.
‘Hiçbir şey değişmeyecek’
Bebeğin bezini değiştirdikten sonra ellerini yıkamak için banyoya gitti. Akşamüzeri gereğinden fazla sıkıcıydı, güneş apalak bir çocuk yüzünden farksızdı. Elleri arasında kalan bok parçaları lavaboya savrulup, suyun girdabında yok olurken gider deliğinden, aynaya baktı:’ Merhaba!’ Ayna yüzünü gerdirmiş, menopozunu tamamlayan kadın hüviyetinde sıkılgandı. Koca bir an aynada kendine baktı, ta ki bebek tekrar ağlayıncaya kadar.
‘kunt’
‘Okuyorum bende’ dedi. Durmadan ölmekten bahsediyordum. Bundan rahatsız olmalıydı ki, ‘okuyorum’ dedi. ‘Senin ellerine lanet olsun’ diye haykırdım.
‘-Nuh, sen misin?’ dedi. Geminin kıçından denize atılmış bok parçalarıydık.
‘Öper misin beni dudaklarım’
Perşembe günüydü. Aynanın karşısına geçmiş sakallarımı kesiyordum. Henüz lambası yanmamış bir odanın içinden gelen koku burnuma varmıştı. Döşeme tahtasının arasında sıkışmış yeşil bir böceğin tanrısal bir savunma silahından başka bir koku değildi. Odanın ışıksızlığı bir yana, sakalları tam kesememiş olmanın huzursuzluğu içerisindeydim. Odanın duvarına dokundum. Duvarın birinde takvim olmalıydı, gözlerimi açamıyordum. Sağ ayağımın dirseğiyle dokunduğum yumuşak bir şey vardı. Pencere hizasına kadar uzanan yumuşak bir şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Pencereye kolumu uzattım. Kıvılcımlarla donanmış hareketin doğru bir hikayesi vardı. Sol avucumda aylık giderleri yazıp, hesaplama çabasına girmiştim. Bunu karanlıkta kimse bilmiyordu, yalnız ben biliyordum. Salağın tekiydim.
Kısa bir an karanlıkta kalıp, o yumuşak şeyin ne olduğunu öğrenmek istedim. Karşısında yarı çıplak biri vardı. Ağzımın kenarlarını parmağın ucuyla sildim. Köpük dudaklarımın arasından izinsiz giriş yapmıştı. Köpüğün tadı egzotikti. Kalbimin derin bir odacığı vardı. O odacığın içinde kumların içinde tüneller kazıp, arabasını o tünellerden geçirmek isteyen bir çocuk vardı. Kirpiklerim hızlı hareketlerimden ötürü büyümüşlerdi. Aniden bastığım şey odanın cılız bir ışıkla dolmasını sağlamıştı. Pencere hizasına kadar sandığım şey, halıda uzanmış bir çocuktu. Önce hafif bir korku içimi sarmıştı. Başını halıya gömmüş, vücudu yarı domalmış haldeydi. Poposuna hafifçe vurup, onun yüzünü bana çevirmesini sağlamalıydım. Bunu yapmalıydım.
‘ Niye bana acı veriyorsun’ dedi. Tükürüğümü yutamamıştım. Halıda uzanmış çocuk kalbimin o derinlerindeki gizli odanın misafiri çocuktu.
‘Sen, sen…’
‘Evet, ben sensin, sen de ben!’
‘Bu nasıl olur, bu saçmalık olmalı, sen şeytan mısın, yoksa bir cin mi, kimsin sen?’
‘Şeytan kötü, pis o, senim işte, sensin ben. Beni ne çabuk unuttun!’
Konuşuyordu, hem de bana benim gibi cevaplar veriyordu.
‘Kim gönderdi seni buraya’ diye sordum. Gülümsedi önce, sonra ‘beni sen çağırdın’ dedi. Aklıma taktığım bir şey değildi. Midye kabuklarının üzerinde otururken yarım saat kestirmiştim ve rüyada karşımdaki çocuğu görmüştüm. Sadece vücut hatlarını hatırlıyordum ve evet, bu çocuk o çocuktu.
‘Sen nasıl ben oluyorsun? Bu imkansız’ dedim. Yine gülümsedi. ‘Sen çocuk musun ya? Ben bile bu çocuk halimle sana gülüyorum’ dedi. Merak ediyordum, korkum gitmiş, daha çok merak hissine saplanmıştım.
‘Niye geldin’ peki diye sordum. ‘Niye mi’ dedi, ‘bana ihtiyacın vardır diye düşündü.’ ‘Kim düşündü’ diye sorumu yeniledim. ‘Tanrı’ya inanmıyor musun yoksa’ diye sordu. ‘Ben inanıyorum, sen nasıl inanmazsın’ diye tekrar sordu. ‘İnanıyorum’ dedim ‘ama yorgun hissediyorum.’ Üzerinde turuncu bir gömlek ve mavi bir keten pantolon vardı. Titriyordum. Ona sarılma hissi gelmişti içime. Ona sarılmak istiyordum nedense.
‘Sen hep böyle misin’ diye sordu.
‘Nasıl yani?’
‘Sen bensin ama ben senin gibi olmak istemiyorum.’
‘Eğer sen benim çocuklumsan, evet, bu olacaksın, buna katlanabilir misin?’
‘Ben yaşamak için geldim dünyaya ama senin gibi yaşayabileceğimi sanmıyorum.’
‘Ben çok mu sanıyorum?’
‘Sanmıyor musun?’
‘Sansaydım böyle söyler miydim?’
‘Haklısın.’
‘Evet, haklıyız’ dedim.
Tırnaklarını yemeye başlamıştı. Demek tırnaklarımı çocukken de yiyormuşum hissiyle baş başaydım. Ayaklarıma bakıyordu. ‘Ne kadar büyük ayakların’ var dedi. Gülümsedim, ‘senin de olacak!’ dedim.
‘Okuma yazma biliyor musun’ diye sordum. Başını önüne eğdi. ‘Bilmiyorum’ dedi. Bilmemek hafif olmaktır, rahatla dedim. Bana baktı. ‘Sen bana aşıksın, bunu itiraf etmiyorsun’ dedi. Okuma yazmayı bilmese de, aşkı biliyordu.
‘Çok sevimli olabilirsin ama sana aşık olma taraftarı değilim.’
‘Yalan söylüyorsun, bana aşıksın sen!’
‘Tamam, senin dediğin gibi olsun da bu neyi değiştirir?’
‘Aşkın onaramadığı yitimler yoktur.’
‘Bak bak hele, küçüklüğüme bak, bana aforizmatik davranıyor.’
‘Ben senim, bunu unutuyorsun…’
‘Hayır, unutmuyorum ama hiç değişmemiş gibi…’
‘Ne dedin anlamadım?’
‘Boş ver, ben de anlamadım zaten.’
Yüzüm kaşınıyordu. ‘Sen tıraşını tamamla’ dedi. Banyoya dönerken merakım hiç dinmeden büyüyordu. Tıraş olup odaya geri döndüğümde, onu odada bulamadım. Diğer odaları tek tek gezindim. Onunla karşılaştığım odaya tekrar döndüm. Tekrar evin için baştan sona, kanepe arkası, yatak altı, her yerine baktım. Ondan en ufak iz, emare yoktu.
Uykum geliyordu. Yatağa çıktım. Uzandım. Başımı yastığın üzerine düşürdüm. Elimi göğsüme doğru yanaştırdım. Parmak ucum kaşınıyordu. Biri parmaklarımın ucundan çekiştiriyor gibi hissettim. Elimi iyice göğsüme bastırdım. Bir çocuğun elleriyle tutunduğu parmaklardı göğsümdeki. İçim darmadağındı.
Her sabah uyandığımda yanağımdaki ıslaklığın sebebini anlamaya başlamıştım.
YORUMLAR
Bir hayli sayıda yazını okumuş biri olarak ilk söyleyeceğim şey; üslubun oldukça özgün ve öykülerini bu üslubunla kağıda dökerken oldukça özenli olduğundur.
Özen dediğimle hem dilbilgisine hem noktalamaya gösterdiğin hassasiyeti kastediyorum. Bana göre yazar, duygu ve düşüncelerinin renklerini, okura iletmek istediği öznel detaylarını bu hassasiyeti ölçüsünde, dilbilgisi kurallarını topyekün kullanarak ancak, sözcüklerinin vurgu ve tonlarını kristalize edebilir ve aktarabilr. Bu konu üslubun içine girer ve eleştriye açıktır.
Diğer bir özgünlük, öykülerinin uzun olmasının yaratabileceği dezavantajı bir roman gibi kullandığın ara başlıklarla, okuyucuyu nefeslendirerek elimine edebilmendir ki bu da üslubun içine girer.
Üslüp konusunda bir yazar yerden yere vurulabilir.
Ve içerik…
Ama içerik, eğer diğer insanların özgürlük alanlarına girmiyor, dayanağını ve sınırlarını evrensel bireyin hak ve özgürlükler hukukundan, onunla çelişmeden alıyorsa, yazarın özgürlük alanıdır. Konu hoşumuza gitmese bile saygı duymalıyız. Bu çerçeve içinde yazar, başka yazarlardan çalmadan, intihal yapmadan cinselliği, miliyetçiliği, belirli bir ideolojiyi, hüznü, ölümü, cinayeti artık aklınıza ne gelirse onu, hem de hiç tereddütsüz yazabilmelidir.
Ve kısır döngü…
Bundan sonrası yazdıklarım, ben de dahil tüm Defter düz yazı yazanlarına yönelik kaleme alındı. Siyasi ve bilimsel yazıları konu dışı tuttum.
Tek tek ve zamana yayılmış olarak Defter'de yayınlanmış öykülerde okurun gözüne içerik değil, üslup daha çok çarpar. Okur, yazarın yazdıklarına araya girmiş zamanla rast geldiğinden, yazının içeriğini, konusunu hep yeniymiş gibi algılar. Bu sebeple her yazı, belki de hep aynı içeriğiyle, yeni bir yazıdır, okurun gözünde.
Bir de yazılanların bir kitap olarak önümüze geldiğini ya da bir gecenin tamamını bir yazarın yazdıklarına ayrıldığını bir düşünün.
Sana anlatmak istediğim şeyle bağlantı kurabileceğin ama oldukça mekanik bir örnek vermek istiyorum.
Uzun zaman ara verdiğim fitnesse tekrar döndüğümde kendime, yüzme ve kardiyo egzersizler hariç göğüs, biseps, triseps, sırt, bel, kanat ve karın kaslarından oluşan sadece beş aletlik bir program çizip çalışmalarıma başladım. Salonda olan onca farklı alet ve serbest ağırlığı hiç kullanmıyordum. Bu programı çizerken nasıl bir sonuç alacağımı bilecek kadar bilgi ve tecrübe sahibiydim gerçekten.
Altı aylık bir zaman diliminden sonra, tam da sırt aletinde dev gibi cüsselilerin kaldırdığı ağırlıkla çalışırken, salonun hocalarından genç biri, belli ki yaptığım çalışmalar dikkatini çekmişti, geldi yanıma.
-İlk üç aydan sonra kaslarının büyümesinin durduğunu fark etmemiş olamazsın, dedi. Ben de, dev ağırlığı yerinden rahatça kaldırıp,
-Evet ama bu ağırlığı kaldırabiliyorum, dedim.
-Bu söylediğiniz bir muamma değil elbet. Aynı aletlerle tahrik edilen aynı kas grupları artık daha fazla büyümez ama çalıştıkların da boşa gitmez, konsantre olduğun kasları kuvvetlendirir. Fakat kasların daha da büyüsün istiyorsan, yeni yeni kas gruplarını tahrik etmek için alet değiştirmelisin, dedi.
-Yeterince iri kaslarım bana yetiyor. Zaten fazlasını karım da sevmiyor. Ne yaptığımı biliyorum, dedim.
Sağlıcakla,