İKİ PORTRE
Caner ile beraber bir caminin önüne geldik. Caner bana bir Hacı babayı göstermek, hakkında bilgi almak için beni davet etmişti. Camiden cemaat dağıldı, en son çıkan Hacı Mahmut oldu. Ağır ağır camiden çıkıp bir ağaç gölgesinde durup etrafa bakındı, sanırım birilerini bekliyordu. Ben ve Caner uzakta onu değerlendirmeye aldık.
Caner :
“Yüzünü gördün mü? Bak sanki yüzü mübarek ay! Nasıl da nurlar akıyor göreni hayran bırakıyor. Mübarek zatlar hep böyle olurlar”
“haklısın… Zattın yüzü ne yaz sıcaklarını ne de kış soğuklarını görmüyor; arabadan eve, camiye, camiden eve arabayla giderse yüzü böyle canlı kalır” dedim.
Caner:
“Bak abi, ellerine bir bak… Süt beyazı! İnsanın bu elleri hep öpesi gelir”
“Bu eller ne sıcağı, nede soğuğu görmüştür, ellerini kullanmaya bile gerek yoktur! Çünkü yüzlerce eller ona çalışır da ondan…”
“Ya temiz elbiseleri, temiz ve pırıl pırıl… Şu görünüşe ne demeli?”
“Etrafındaki kalabalıktan, yalakalardan ona ne toz ne de çamur bulaşır. o yüzden pak ve temiz!”
“Sen çarpıldın! Bir an önce tövbe getir de Hacı hoca efendi seni çarpmasın!”
“Peki, laflarımı geri alıyorum fakat bir de iç güzelliklerini bir görelim, hım ne dersin?”
“Ben biliyorum… Kendini dine ve insanlığa adamış bir zattır! Herkesin sevgisini, saygısını kazanmış biridir! Ve bir an önce mübarek ellerini öp kendini affettir!” dedi.
Birazdan hacı babaya yakın temasa geçip laflanmaya hazırlandık.
Hacı babanın yanına gider gitmez Caner, hacının süt beyazı ellerine yapışıp öpmeye başladı.
Hacı gülümseyerek:
“Öp… Öp evladım. Sen de nurlan ve sevap kazan!” hacı o kadar etkileyici konuştu ki nerdeyse ben de yüzünde nur akan adamın ellerine yapışacaktım. Ve içimden “bu adamdan ne dilersem yapar” demeden edemedim. Hacı, hoca amcaya bir demo(gösteri) yapmaya karar vermiştim bile:
“Hacı baba! Bana bir lira borç para verebilir misiniz tabi varsa? “
Adam önce taş kesildi, 99 luk tespihini cebine soktu; morardı, sarardı ve en sonunda saraya tutuldu. Alnından öfke öfke terler akmaya başladı ve yumdu gözlerini açtı ağzını:
“Ulan it! Biz parayı yerden mi topluyoruz? Utanmaz arsız! Dilenci misin?“
Bu nur yüzlü hacı amcanın söyledikleri karşısında Caner’le birlikte şok olmuştuk! Gayet sakin bir tonla :
“Bey efendi ben Öfke ölçer uzmanıyım! Sanırım bu öfkeyle kalpten gitmeniz an meselesi!”
Hacı baba dondu kaldı, ağzında laflar geveleyip durdu; sonra pişman olmuş bir edayla bana baktı:
“Uzman bey evladım! Sana para versem… Öfkemi biraz azaltabilir misin?”
Ben tekrar gayet sakince:
“Vay utanmaz! Bana rüşvet mi teklif ediyorsunuz!”
“Hâşâ… Ne rüşveti, sadece içimden geldi! Ne kadar istemiştin? Evladım gel anlaşalım!”
Başımı iki yana sallayıp “Anlaşamayız… Sizde bu öfke varsa kesin gidicisiniz!” deyip Caner’in kolundan tutup oradan ayrıldık.
İnsanların dış güzelliği i bazen içe yansımıyor! Yoksa Bukalemunlarla aynı özelliği mi taşıyoruz?
Bu kez ben Caner’e birini göstermek için onu alıp bir tenha yerde yaşayan Selim amcanın kaldığı barakaya götürdüm.
Barakaya geldiğimizde saç-sakalı birbirine karışmış, kırlaşmış, lime lime elbiseli Selim amcayı yemek yerken bulduk. Dişleri çürümüş ve düşmüş olduğunda Selim, ekmeği suya banıp yiyordu. Caner ise tiksinerek:
“Yav Robin! Beni bu şarapçının yanına ne diye getirdin? Bak pislik içinde ve kusmamak için kendimi zor tutuyorum” dediyse de ben ona aldırmadan samimiyetle Selim amcaya yöneldim:
“Merhaba Selim amca… Nasılsın?”
“Vay! Robin… Başım gözüm üstüne gelmişsin. Buyurun oturun lütfen! “ Selim, bize hürmetten ne yapacağına şaşırmıştı. Barakanın birkaç yerine baktı yere serecek bir şey bulamayınca hemen montunu çıkarıp yere serip “Kusura bakmayın” deyip öylece iki büklüm durup gözlerimize baktı.
Ben sadece onu iç güzelliğini Caner’e göstermek için:
“Selim amca! Sigaramız kalmadı, sigaran var mı?”
Selim, şalvar cebinden başlayarak, yoklayarak gömlek, kazak ceplerine kadar elleriyle yokladı paketi bulamıştı çünkü sigarası kalmamıştı. Aceleyle yolun karşı tarafına koşarak geçip, oradan geçen bir adamdan iki sigara istedi. Adam ona paketi vermek istediyse de Selim sadece iki sigara alıp yanımıza geldi. “Kusura bakmayasınız…” boynu bükerek bize bakmaya devam etti.
Caner, yüzünü ekşiterek :
“Şimdi senin bu yaptığın doğru mu? Adamdan sigara dilendin ve bize getirdin… Bu düpedüz dilenciliktir!”
Ben Caner’e cevap vermek isterken Selim amca, elimi tutu “bırak ben cevap vereyim” dercesine gözlerimin içine baktı. Caner’e doğru yönelip konuşmaya başladı:
“Kardeşim! Beni bilen biliyor, ki dilenci de değilim. Yıllar önce ben de sizin yediklerinizden yiyor, giydiklerinizden giyiniyordum ve bir köyüm vardı. Zengindim fakat elimin aşırı açık olması ve saf olmamdan dolayı bu hale geldim. Her isteyene “Yok” demesini bilmiyordum. Bir isterlerdi ben on verirdim, on isterlerdi ben “YÜZ” verirdim! Vere vere böyle oldum. Şimdi iki sigara aldım diye dilenci mi, hırsız mı oldum? Verdiklerimin yarısını geri almaya kalsam bir değil iki daire alabilirdim. Ve niye, niçin buradayım sorusunu sormadan ben cevap vereyim. Köyde “güvenlik gerekçesiyle” evimi başıma yıktılar. Ailemi yok ettiler. Bir başıma şehre sürgün geldim, kendi memleketimde “mülteci” oldum. Benim burada günahım neydi? Ve benim gibi yüz binlerce insan memleketinden uzaklara dağıldılar. İki sigara aldım diye hırsız, dilenci mi oldum?” ezme haline gelmiş ekmeğinden bir kaşık daha alarak, sözlerine devam etti:
“Şehre gelirken bir miktar param vardı. Parası olmayanlarla paylaştım, iş buldum fakat çocukları olan, kirada oturan birine işimi verdim. İki evim vardı tek başıma olduğum için bana fazladır diye evi olmayanlara hibe ettim! Bir servete karşılık iki sigara aldım diye şarapçı mı oldum? “Veren el alan elden üstündür “ derler fakat ellerim hiçbir zaman üstünlük sağlayamadı. Param olsa gene ihtiyaç sahiplerine veririm; ne yapalım huyum kurusun” deyip başını göğe kaldırdı. İri kara gözlerinden birkaç damla yaşa dökülüvermişti.
Caner, bu sözlerden sonra, üzüldü ve özür diledi. Hemen markete koşup Selim için bir haftaya yetecek kuru-yaş gıda ve meyve, sebze poşetleriyle geri dönüp Selim amcanın barakasına bıraktı. Ve oradan dersler alarak çıkmış olduk.
İnsanlar doğarken para edecek güçlü hayalleri ya da Ankara’da bir dayısı olmalı, yoksa hayat ağzınıza sıçar!
Not: bu hikaye gerçek hayata yaşanmış olup "KISA FİLM SENARYOSU" için yazılmıştır.
QRobiN YAYQ ©2015 (Deman Ronahi)
YORUMLAR
Bir sanat eserinde klişeler muhatabının (izleyicinin/okuyucunun) ne kadar hoşuna gitse de eserdeki en zayıf yerdir. Muhatabının hoşuna gider çünkü dönemsel ve büyük ihtimalle onun analitik aklının değil, sistemin dayatmasının yarattığı kabulüne seslenir.
Bu anlamda öykünüz oldukça popüler bir cumhuriyet Türkiyesi klişesine dayanmış; sahtekar dindar. Bu klişe bir mesaj vermek için hayli bayat. Üstelik yorumculardan newstarshine'nın yazdığı "Peşin yargıların ucuzluğunu anlatıyor hikaye... " yorumun tam tersine, peşin bir yargıyı işliyor.
Bir ikinci zayıf nokta ise milliyetçiliğin çıkmaz sokağına girmiş olması. Zira Selim amca karakteri bir Kürt. Selim amcadan devşirilen karakter yeni bir klişe oluşturma kaygısına kurban ediliyor. Kurban edilen sadece Selim amcadan devşirilen karakter değil elbet, asıl zarar gören Selim amcanın "kendi memleketimde “mülteci” oldum." cümlesine kadar anlattığı bir yığın gerçek de milliyetçi kaygılara kurban edilmiş.
Saygılarımla
DemAN
Bu değerli yorumu da etkili olarak varsayıyorum; gerçekten iyi bir yorumdu. Bunu bir kısa film senaryosu olaral ele almıştım. bu treatmanı bir portre yazısına nasıl çebvirebilirim heyecanıyla sanırım eksiklerim oldu.
klişe ve bayat bir konu olması elbete doğru bir tespit olabilir fakat hacı karakterini; hacı ve hocaların popüler kültüre verdiği emeklerini eleştrirken, yoksull karakteri olan Selim ise insanların dilencilere, sokaklara mahkum olmuş çaresizlerin umursanmadığı bir toplumun gözlerinden birer aykırı ve "öteki" leştirdiğinin eleştrisiydi.
Çok teşekkür ederim, inanın yorumlarınız beni daha iyi yazmama teşvik ediyor.
En içten saygılarımla
DemAN
Hoş geldiniz hocam.
Beğenmeniz beni mutlıu etti, çok sağolun efendim
En içten selamlarımla
İçinizden geldiğiniz gibi yazmanız belki de sizi farklı kılan en önemli özelllik
DemAN
Merhaba güzel yürek...
Çok teşekkür ederim, sağolun efendim
selamlaımla
Ön yargının doğurduğu durumlar.
Oldum olası sevmem zaten dış görünüşle yargılayanları.
Çok güzeldi
Tebriklerimle..
DemAN
Çok ama çok teşekkür ederim, sağolun güzel yürek
selametle kalın dost yürek
yazınızı okuyunca şu yazı geldi aklıma büyük ihtimal biliyorsunuzdur. şeyh uçmaz mürid uçurur sözüne bir örnek. her konuda önyargılıyız. bunun ceremesini de fazlasıyla çekiyoruz.
"Cuma Namazlarını Melek Mescit adı verilen bir yerde kılıyoruz. Burası esasında son derece işlek bir kapalı çarşı. Vakit gelip ezanlar okunmaya başlandığında, alışveriş kesilip yerlere halılar seriliyor ve çarşı bir anda mescit haline geliveriyor. Geç kalanlar ise, çarşının dışındaki toptan gıda dükkanlarından büyükçe bir mukavva kutu aldıktan sonra, onları açıp namaza duruyorlar.
Son haftalardan birinde ben de aynı şeyi yapmak zorunda kalıyorum ve en yakındaki toptancıdan aldığım koliyi kullanıyorum, seccade niyetine. Kullanıyorum ama, daha secdeye ilk varışımda gözlerim biber gibi kavrulup sulanmaya başlıyor. Bu arada yanmaya başlayan burnum da, yanaklarımdan süzülen yaşlara eşlik etmekten geri kalmıyor. Selam verir vermez işi kavrayıp namaz kıldığım kutunun üzerindeki yazıyı okuyorum; ismi cismi duyulmamış bir deterjan kolisi bu. Kutunun üzerine sinen deterjan kokusu, nefes borumun ne kadar uzun olduğunun bana tarif edercesine ciğerlerime ulaşırken nefesim darlanıyor, hapşıracak gibi olurken yüzüm şekliden şekile giriyor ve bu işi bir türlü beceremeyince oluk oluk yaşlar dökülüyor gözlerimden. Hemen yanımda duran nur yüzlü bir ihtiyar sağımda oturan gençlere beni gösterip;
- Bu adam mutlaka büyük bir evliyadır, diyor. Ben bu yaşıma kadar namazda böyle ihlasla ağlayan bir insan daha görmedim. Ben: "Estağfurullah efendim, evliyalık benim gibi bir günahkarın ne haddine" falan diyecek oluyorum ama, yaşlı adama dönüp ağzımım her açışımda, boğazımdan iniltiye benzeyen bir hıçkırık sesi çıkıyor, o berbat deterjan kokusu yüzünden.
Hutbe'den sonra namazın farzının kılıp kaçmayı planlıyorum bu arada. Ama ne mümkün? Arka saftakiler hemen namaza durdukları için ister istemez tamamlayacağım namazı. Üstelik de on rekatlık mübarek, kıl kıl bitmiyor. Daha yarısına gelmeden, üzerinde namaz kıldığım karton sırılsıklam oluyor göz yaşlarımdan. Ve her secdeye varışımda burnuma değen kutunun kokusu, hıçkırıklara boğuyor beni. Sekiz rekatı tamamlayıp selam verdiğimde, herkesin namazı falan bırakıp büyük bir hürmetle bana baktığını fark ediyorum. Acele ile iki rekat daha kılıp ayağa kalktığımda çevremdekilerde saygıyla fırlıyorlar ayağa. Biri ayakkabılarımı giydirirken, diğeri de namaz kıldığım deterjan kutusunu yerden kaldırıyor ve sırtımım sıvazlayıp dua istiyorlar benden. İçlerinden yeşil takkeli olanı, ellerime sarılarak:
- Ben hayatta bir damla bile gözyaşı dökemedim, diyor. Bunun bir hastalık olduğunun söylüyorlar ama, dua buyursanız da ben de o şerefe nail olsam. Ben, işi uzatmayıp bir an önce kaçabilmek için "olur" der gibilerden başımım sallar sallamaz, adamın gözlerinin yaşardığını ve biraz sonra da bozuk çeşmeler gibi gözyaşı akıttığının görüp hayretler içinde kalıyorum. Gerçekten de evliya mıyım nedir? Adamla birlikte çevremi saran insanlar da kendilerinden geçmiş vaziyette.
- Mübarek evliya, diyorlar benim için. Daha dua eder etmez, gözyaşı dökmeye başladı adam. Ben, biraz olsun açılmaya başlayan gözlerimi zorlukla aralayıp ağlayan adama baktığımda, onun hemen tanıyorum. Bu adam, üzerinde namaz kıldığım deterjan kutusunu yerden kaldıran adamın ta kendisi. Mukaddes bir emanet gibi bağrına bastığı kutunun kokusu adamın şimdiye kadar akıtamadığı gözyaşlarının kökünden kurutacak. Arada bir inleyerek hıçkırması, diğerlerini de ağlatmaya başlamış. Tertemiz insanlar bunlar. Esasında gerçek evliya kendileri ama haberleri bile yok. Tekrar ıslanmaya başlayan deterjan kutusunun adamdan kibarca aldıktan sonra, müritlerimle helallaşıp ayrılıyorum Melek Mescit'den. Buraya en az birkaç ay uğramayacak ve ne yapıp ne edip izimi kaybettireceğim. Ama yandaki toptancıda o kutular hala duruyorsa, daha bir çok "Deterjan Evliyası" çıkabilir ortalığa..."
DemAN
Merhaba hocam
Beni de müridliğne alır mısınız:)
Bu yazdığınız olay, anı diye yazsanız inan şimdiye kadar okuduğum en iyi öyküsü olurdu. İçten içe gülümserken farklı insanlar, farklı coğrafyalardan da olsak duygu ve düşüncelerimizle bir yerlerde bir akrabalık kadar benzerklik taşıdığına inandım, ki aslında hepimiz birbirimize benzeriz çünkü insanız.
Keşke o deterjan markasını da yazsaydınız da biz de alıp bol bol ağlayabilseydim:)
yorumunuz benim için bir ziyafet oldu, çok duygulandım
Teşekkürler , sağolun efendim
selamlarımla
İki ayrı yürek iki ayrı yüz ve zıt iki kutup.Biri ne kadar donduruyorsa diğeri bir o kadar ısıtıyor..
Üzerimizi örten sadece bir çul... yeter ki yürek kalın örtülerle kaplı olmasın...karanlığında yok olur gider...
Peşin yargıların ucuzluğunu anlatıyor hikaye...
İnsan olmak zor zanaat...
Zevkle okudum...
kalemin yetkinliğini gönülden kutlarım...
Saygı ve sevgilerimle...
DemAN
Güzel yürekli dostum, hoş geldiniz
teşekkürlerimle can çok değerliyidi yorumunuz...
:)