- 695 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'shaky gusto'
İnilti
Nasıl olduğunu bilmiyorum. Sert bir şekilde kapının kapandığını ve hiç farkına varmadan boylu boyunca tahta ranzanın üzerinde uzandığımı hatırlıyorum. Gözlerimi açmak istiyorum fakat yapamıyorum. Çok zor geliyor ince göz kapaklarımı kaldırmak, buna bile takatim yok. Üzerimde keşke çıtçıtlı bir gömlek olsaydı, bir çırpıda üzerimden çıkarır, rahatlardım. Yanılıyorum, rahatlayabileceğimi sanmıyorum. Eğer öyle bir şey olsaydı, daha fena hissedebilirdim kendimi. İnliyorum. Garip bir inleme sesi bu. İnleyişlerimden nevale çıkarabilecek hayal üssü mekanizmasının çağrışımlar karşısında korkunç bir gövde gösterisi yapma ihtimali var. Meydanlarda insanlar, o büyük gemi limandan çıkacak ve üzerinden beyaz kıyafetiyle bahriyeliler! Yüzlerce, binlerce sivil el sallıyor. Kadınlara ait bazı kucaklarda konuşmayı bilmeyen bebekler var. Bu bebeklerin bazılarının iki dudak arasında emzik duruyor. Kadınların gözleri yaşlı; ağlıyor ve el sallıyorlar. Burnuma keskin bir gaz kokusu geliyor. Daha sonra bu gaz kokusu makine yağı kokusuna dönüşüyor, farkında olmadan geminin makine odasına girdiğimi görüyorum. İnliyorum. Geminin kornasından farkı yok. Bir adam eldivenlerini çıkarmış bir elinde sigarası dururken, diğer elinin işaret parmağıyla burnunun içini karıştırıyor. Karıştırma maceralarının sonunda uzun, grimsi bir sümük parmağı etrafında can çekişiyor. Başparmağını kullanıp sümüğü etkisiz hale getiriyor. Önce ovalayıp, sakinleştiriyor, daha sonra sert bir şekilde başparmağıyla bastırıyor. Tamamen katı hale geldiğine kanaat getirdiğinde işaret parmağıyla sert bir şekilde sümüğe vuruyor. Sümüğü tekrar göremiyorum. Eldivenini geri giyinirken, gözkapaklarımdaki ağırlığa sebebi arıyorum hissine kapılıyorum. Merdivenleri teker teker çıkıyorum. Ağır döküm kapılar karşıma çıkıyor. Kurtulmak istiyorum. Spectator olan hangimiz? Az önce sümüklü bebeklerinin burunlarını kendi sümüklü mendilleriyle silen kadınların arkasından gemiye bakınırken, nasıl oldu da birdenbire geminin içerisinde kendimi buldum? Yukarı çıkacağım ve geminin kıç kısmından denize atlayacağım. Bunu hep hayal etmişimdir, pervaneye denk gelmeden acaba kurtulabilir miyim? Tanrı bana tekrardan yaşama şansı verecek kadar deli olabilir mi? Ona deli diyen bir zırdelinin kendi ölümüne dair bir izlenimi olmalı. Hiç olmamış gibi, hatta sayfası açılmamış gibi Yugoslavya’ya ait bir roman taslağını merak eden ben olabilirim. Yaşlı kadının torunlarına son kez ekmek pişirdiği ellerini görüyorum. Çamura bulanmış. Yumurta almak için kümese giderken düşüyor ve onun bedenini başkaları kaldırıp, ritüel itibariyle cenazesini tabuta koyup, tekrar toprağa gömüyorlar. İnlerken bir şeyleri değiştirme, hatta kendi hayatıma yön çizme hayalini kuran ilk insan ben olabilirim. Önce ilgi çekici bir şekilde bayılıp, hastaneye kaldırıyorlar beni ve o hastaneden bir daha çıkacağı güne kadar ağır bir yatış süresine tabi oluyorum. Muşambalarının üzerinde biriken üre ve bok tortularını alan hasta bakıcısının artık suratında iğrenme ifadesi yok. Hastabakıcının yanında genç, güzel bir hemşire var. Hastabakıcı üç günlük istediğini hastaneye belirtmiş ancak olumsuz yanıt aldığı içinde kızgın. Her şey bir yana durmadan küfrediyor ve bela okuyor. Hemşire susuyor. Doktor içeri girerken önce ‘ibne kılıklı içeri giriyor’ sonra da ‘keçisakalından tutup, onu gebertesim var’ diyor hastabakıcı. Hemşire yine sakin, onun için hiçbir şeyin önemi yok! Hemşire hastaların nabzına bakıyor tek tek. Gereksiz bir müşkülat bu ayrıca! Kendisinin yaşadığına kimse inanmıyor. Gülmüyor ve hatta ağlamıyor. Sutyeni dolgusuz, acayip iri göğüsleri var; hayır tamamıyla yanlış, yok denecek kadar göğüsleri var, tahta gibi ön tarafı ve erkekler onun sadece güzel yüzüne boşalmak istediklerini sigara içerken hastane önünde konuşuyorlar. Hastanenin mescidinden daima pis bir ayak kokusu geliyor. Acıkıyorum sanırım, her hastanın otlu peynir aş erme zamanı olabilir. Eskiyi bunun için özlüyorum.
Kısa bir ara verdikten sonra tavanın boş beyazlığı harflerle doluyor. Daktilonun tuşlarına basan uzun ince bir parmak ya da dolma gibi kıllı kalın parmak olmalı. Bu ses iyi bir basınçla ya da ağırlıkla sağlanabilir. Fiziğin ve mekaniğin canı cehenneme! Cehennem kuyularının icadından işe yarayabilirler ancak benim iniltim için faydaları olmayacak!
Göğsüme Otur da Git
Mavi kurdele kabartmaları olan tabağın içerisine az sonra tencereden yemek konulacaktı. Demir tepsi etrafında oturmuş, sofrabezinin tepsiden arda kalan kısmını dizlerimize çekiştiriyorduk. Tahta bir kaşıkla kalın bir kadın kolu pilavı doldururken, kolunun derisinden anlaşıldığı kadarıyla daha yaşlı olanı tencereye demir kepçeyi daldırıp tabaklara kuru fasulyeden koyuyordu. Suyuyla taneleri çok iyi ayarlıyordu. Tecrübeli olduğu yemeği dolduruşundan anlaşılabilirdi. Tencerenin içerisinde haşlanmış tam bir soğan vardı. Soğanı tabaklardan birine koyup, sakallı olan adama doğru uzattı. Sakallı adam dudaklarını yalarken, yaşlı olduğu kolunun derisinden anlaşılan kadın birden ‘ah dizim’ demişti. Elli beş ekran televizyonda eski bir film oynuyordu. Kumanda kanepenin üzerinde kırlentin altındaydı. Kuru fasulyede etten ziyade kemik vardı. Sepette pek çok bayat ekmek parçası vardı. Birisi pul biberi isterken, diğeri tuzu istiyordu. Yaşlı olduğu kolunun derisinden belli kadın tuzu uzatırken, diğer kadın pul biberi uzatıyordu. Pencerede yağmur vardı. Rüzgâr insanları sokaktan süpürüyordu. Geniş bir caddenin kör sapa bir sokağa girişinde uzanmış yatan adamın başındaki yastık tertemizdi. Ekmeğin birine sofradaki birinin elinden fasulyenin kırmızı suyu bulaşmıştı. Kahvaltıda o ekmeği kimse yemek istemeyecekti. Yaşlı kadın o ekmeğin içerisine peynir koyup, ağır ağır çiğneyip yiyecekti.
Pencere önünde oturmuş, sokağa bakıyordum. Pencere camı kuruydu. Kırmızıydı gökyüzü. Üfleyince pencere buğulanıyordu. Saat üçe geliyordu. Sabah namazı için evdeki gençler uyanacaktı. Parası daha fazla olanın daha güzel bir çalar saati vardı. Diğerleri semt pazarından çalar saat almışlardı. Parası daha çok olanın çalar saatinin pilide kaliteliydi. Diğerleri on pili bir milyona semt pazarından alıyorlardı. Namazı çalar saati semt pazarından olan biri kıldırıyordu. Genelde Yasin, Fetih ve Nebe suresinden ayetler okurdu. Dün değişiklik yapmış, Bakara’nın başıyla başlamış, ikinci rekâtta Kafirun suresini okumuştu. Namazın müezzini ben olmuştum. Birisi ‘bu dünyada müezzinlik yapanların diğer dünyada boyları çok uzun olacak’ demişti. Boyumun uzun ya da kısa olmasını istemiyordum. Otlu peynirin hüzünlü tadı damağımda kalmış ve çay nefis demlenmişti. Akşama yemeği ben yapacaktım. Evde iki kişiydik. Düdüklü tencerenin neredeyse ağzına kadar su doldurmuştum. Çok geçmeden düdüklü tencere patlayacak ve bütün mutfağa fasulye taneleri yapışacaktı. Beni hastanede ziyaret edeceklerdi.
Tren garının karşısındaki parkta aynı bankta oturmuş, gökyüzüne bakıyorduk. Ay gülümsemiyordu ama yüzü dolgun Çukurovalı kızına benziyordu. Gamzesi de var demişlerdi. Göremediğimiz için umursamıyorduk. Her caddede birkaç tane çiğ köfteci açılmıştı. Çiğ köftenin böylesine rağbet görüp, şube şube açıldıkları, neredeyse şehir şehir moda olduğu bir zaman denk geliyordu. Doğu ekspressi iki saat sonra az ötemizden geçecekti. Artık telefonlar mp3 formatında müzik çalıştırabiliyordu. Güzel bir şarkıydı; hüzünlü, daha çok yalnızlığa karışık. Arkadaşın siyah parkasının banka uzanmış kenarına başımı koymuş, ayaklarımı yere koymuştum. Yarı uzanır pozisyondaydım. Mavi gömlekli, göbekli bir polisin bankın karşısına dikildiğini ayakkabılarını görünce anladım. Ayakkabıları eski Sümer Holding kalitesini taşımasa da, yine de piyasa için ortalama bir kaliteye sahipti. Müziğin sonuna yaklaşmış ve hatta Ay bulutlar arasında bir kaybolup bir belirirken, polisle sohbete koyulmuştuk. Sohbetin sonuna doğru akşam kuru fasulye, soğan, pirinç pilavı, sütlaç yediğini söylüyordu. Göbeği neredeyse patlayacak gibi şişmandı.
İlk önce marketi açmışlardı, sonra sıra marketin yanında fırını açmalarıyla işi büyütmüşlerdi. Ağrı’lı bir aileydi ve kardeşler birbirine destek çıkıyordu. Başlarında babaları vardı. Yaşlı bir adamdı. Bir gün markete girip, birkaç parça bir şey alıp çıkarken kardeşlerin en genci kasada duruyordu. Yüz ifadesini hiç beğenmemiştim. Canı çok sıkkın gözüküyordu. ‘Hayırdır, canın sıkkın’ diye sordum. ‘Babam öldü’ dedi. Ne diyeceğimi bir süre bilemedim. Salak gibi hissettim kendimi. Her gün saatlerce az ötemdeki sandalye oturan yaşlı adamı artık bir daha göremeyecektim. Marketin karşısındaki parkta bir gencin kafasını kesmişlerdi. O parkın karşısındaki bir apartmana ev taşımıştık. Belim çok ağrıyordu. O parkta akşamları basketbol oynamaya giderdik. Futbol oynamayı sevsem de, basketbolun her zaman bende ayrı bir yeri olurdu. Futbolu halı saha da oynardık çoğu zaman. Kramponum bir kez oldu. Mavi bir krampondu; kırk beş numara bulunca hemen almıştım. Bir kez giymiştim. Yirmi milyona almıştım, on milyona arkadaşın birine satmıştım. İçim burkulmuştu. Ne zaman ayakkabılıkta onu görsem, ayağım kaşınır, içine giresi gelirdi ancak o artık başkasınındı. O benim değildi. Otobüsten inip yavaş adımlarla yürüyen merdivenle alt geçide inerken, sigaramı yakmıştım. Sigaramda benim gibi ağır yanıyordu. Sevdiğim bir lokanta vardı. Yemeği dışarıda binde bir yesem de, o gün binde birin içerisindeydim. Kapısından içeri girdim. Üç kişi ‘hoş geldiniz’ dedi. Memnum oldum. Götüm kalktı, kendimi bir halt sanmaya başladım. Sigaramı lokantaya girmeden söndürmüştüm. ‘Günün menüsü’ kaldı mı diye sordum. Günün menüsü az kuru az pilavdı. Yanında içecek ve tatlı vardı. ‘Maalesef’ dedi. ‘İyi o zaman, tavuk döner alayım’ dedim. ‘Hay hay’ dedi, dönerin başındaki gence bağırdı:’ Bir tavuk çek!’ İçinde ince ince doğranmış salatalık ve biber turşusu önceden masaya önüme gelmişti her zamanki gibi. Döner upuzun bir ekmek içerisine yapılıyordu. Sıcacıktı, içinde patates kızartması da koyuyorlardı. ‘Ketçap mayonez sakın dökmeyin, varsa bol soğan’ diyordum. Soğan yemekten hiç çekinmedim. İnsanların ağzına kadar yaklaşıp, onların nefesimden rahatsız olmalarına hep karşı çıktım. Benim yalnızlığı seçişim bu yüzden, soğan! Sarımsağı da insan seviyor ama her yeri o kokuyor. Üresi, spermi, boku, teri, gözyaşı… Marketin yanında fırını açtıktan sonra, fırın marketten daha iyi iş yapar hale geldi. Fırında çalışan bir kız vardı. Başına taktığı çeyizlik yazmalar vardı. Çoğunda basit oyalar vardı, sinesi dağ gibi kızdı. Gözleri asfalt siyahıydı. Yanakları bakır ayran tasına benziyordu. Sırf onun elinden ekmek alabilmek için çalıştığı saatleri hesaplayarak fırına gidiyordum. Zaten fırınla ev arası bir buçuk dakikaydı. Bir buçuk dakika da sigara bitmiyordu. Sigara bitene kadar dışarıdan onu izliyordum. Toprağında yapayalnız kalmış kavak ağaçları ve kızılçamlar vardı. Saçlarını siyaha boyuyordu. Belki de orijinal kendi saçıydı. Çay içerken, 101 oynarken, sayı düşerken, çifte giderken hiç aklımda olmasa da, o hep orada kalmalıydı! Tavuk ciğerinden en güzel şekliyle fırın yemeği yaparken de, ekmekler onun elinden alınmalıydı. Sonra ben çıkıp gitmeliydim. Ağlamaklı olmuşken, o yüzden değil, başka bir sebepten ve insan gibi; sonra bir çay bahçesinin kapısından girip, ‘bir kahve alabilir miyim’ lüksüne kapılıp, derinden yeniden sigarayı içerken, az ötede İran’a giden bir trenin sesi geliyordu. Utanıyordum. O işini yapsa da, başkasından çay, kahve ya da başka bir şey isterken çok utanıyordum. Ellerim çatlıyordu. Nemlendirici kremi pantolonumun altıncı cebine koyuyordum. Bazen soğuktan burnumun içinde ne varsa donuyordu. Atkıyı seviyordum. Atkıyı bazen belime bağlıyordum. Belim ağrıyordu. Sonra karnıma çıkıyordu. Göğsüme gelince uyuyordum.
İçim içime de sığmıyor. Nasıl sevdiğinden bahsediyor ve yılan gibi sokulup bacaklarıma dokunuyor. Daha yukarı çıkıyor. Televizyonun kablosunu Freud çiğniyor. Sert kalpağıyla Dostoyevski ‘bu saadetin gerçekleşmesi için Tanrı’ya dua ediyorum’ diyor. Tüm organlarımızı kaybetme eşiğindeyiz. Ne uzayan bir sıkıntı ne de kısalmaya ve geri çekilmeye yakın geçmişimiz var! Bugünde daha bir organsız ve sevgi doluyuz! Sıcacık ekmeğin ucundan koparıp ağızda dişlerken onu parmağı ısırmaya benziyor biraz da ve göğsüme oturuyor. Şimdi kutlama zamanı diyor organsızlığımızı! Burnumda Tanrı’nın ona bahşettiği ter kokusu! Organsız kalınca terin de olmaması lazım ancak ‘önce su olduğunu’ iddia ediyorlar. Su büyüyor, kokuyor, koktukça belirgin bir kütlenin belirli bir hacmine bölünerek kişiliği var ediyor. Hiçbir şeyin önemi yok! Az biraz sonra kutlamanın sonuna geldiğimizde gidecek. Göğsümde büyük bir boşluk ve yapayalnız kalacağım. Gitme diyemiyorum. Ağzım artık yok benim.
YORUMLAR
bu sefer bayağı karışık geldi. mesela o gemideki olayı bir türlü çözemedim. ama insan bir şey anlamadım diyemez. aksine çok şeyler hissediyor, anlıyor insan. bütün karakterlerinizde bir yabancılaşma, yalnızlık hakim. o derece çağa ve de gerçeğe uygun. yazılarınizın ilk bakışta görünmeyen bütünlügü hep izleyen ve her şeyi içselleştiren beynin kendisi.