- 2158 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Öğretmek,kalbe dokunmaktır.
Mesleğimin 30.yıllarının başındaydım.
İzmir’de ilköğretim müfettişi olarak çalışırken her türlü kurs ve seminerde görev almakta;ilkokul öğretmenliği,eğitim uzmanlığı,rehber öğretmenlik,meslek dersi öğretmenliği ve ilköğretim müfettişliğinden elde ettiğim bilgi ve birikimlerimi paylaşmaktaydım.Çünkü biliyordum ki hayat,biraz da Sokrat’ın dediği gibiydi:
-Başkalarına verilecek en güzel hediye,yaşamdan elde ettiğimiz birikimleri onlara aktarmaktır.
Milli Eğitim Bakanlığının açıklamalarında,okul öncesi okullaşma oranımız yüzde 11 idi.Komşularımızdan sadece Suriye’nin(Yüzde 9) önünde olan okul öncesi eğitimini yaygınlaştırmak amaçlanıyordu.Bu bağlamda kız meslek liselerinin “çocuk gelişimi” bölümü mezunlarına açık olmak üzere her ilde “oryantasyon kursu” düzenlendi.
Bu kursların ilki 2000 yılı Aralık ayında yapılmış,İzmir’e de yüz okul öncesi usta öğretici kontenjanı verilmişti.Ancak kursa yüz seksen dört kursiyer gelmişti/katılmıştı.
Ertesi gün hemen dedikodular başladı:
-Torpilliler işe alınacak,garibanlar elenecekmiş.Bazılarımız buraya boşuna gelmişiz!
Sözler küçük ama düşündürücüydü.Hemen kursiyerle toplantı yaptım Bozyaka Ticaret Meslek Lisesinin salonunda.
-Kızlar!Ben burada hem öğretmen,hem de bu kursun yöneticisiyim.Kesinlikle torpil olmayacak,her şey şeffaf olacak,eşit puan olması halinde de herkesin huzurunda kura çekilecek, dedim.
Gerçekten de öyle oldu.
Yüzüncü sıraya yaklaştığımızda on yedi kursiyer aynı puanı aldı.”İşte zamanı” deyip,işe koyuldum.Kursiyerleri bir salonda topladım.Kuralarını kendilerine çektirdim.Herkes bu durumdan memnun oldu.Kaybedenler üzüldüler ama işlemlerin şeffaf olmasından da bir şikayette bulunmadılar.
Kursiyerle kurduğum bu diyalog ve yaratılan olumlu hava eğitimin diğer yönetici ve sorumlularını da o kadar olumlu etkiledi ki,kurs dönemlerinde hemen “aranan” oldum ve buna bağlı olarak da dört yıl bu kurslarda görev aldım/görevlendirildim.Hatta bir yöneticinin,”Ağabey iyi ki seni sorumlu olarak da görevlendirmişiz.Çoğu ilde bu kurslar sorun olmuş.Siyasiler devreye girmiş,puanlar değişmiş,sıralar değişmiş ama İzmir’de ‘çıt yok’.”deyişini defalarca duydum.-Hoş,beni evimden ve cep telefonumdan arayıp da,”soru ver,şunlara yardım et”diyenler olmadı değil!Ancak “sağır kurbağa” rolünü oynadım bu istekler karşısında.Yani kulaklarımı olumsuz “isteklere” tıkadığım için “zirveye” çıktım.-
Bin beş yüz yetmiş üç kursiyer tanıdım.Kurslarda benim dışımda sekiz-on görevli daha vardı.
Mevzuat,planlama,okul öncesi eğitiminin önemi,çocuk hastalıkları,iletişim…konuları derslerin omurgasıydı.
Kursiyerlerde de hayata yeni başlamanın,bir işe girecek olmanın ve bilgilerini kullanmaya ortam bulabilmenin mutluluğu,heyecanı vardı.Derslerimiz gayet güzel geçiyordu.Onlara,”kültürlenme” anlamında beş kitap tavsiye ettim.Biliyorduk ki,iyi bir öğretmen,”genel kültür,pedagojik formasyon ve özel alan bilgisi”ne sahip olmalıydı:
1-Richard Bach’ın “Martı”,
2-Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı”,
3-Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı”,
4-Üstün Dökmen’in “Varolmak,Gelişmek,Uzlaşmak” ve
5-Doğan Cüceloğlu’nun “İletişim Donanımları” adlı kitaplarıydı bunlar.
Hatta bir gün Konak’ta gezerken,bir kitapçıya uğrayıp,”Martı” adlı kitap var mı diye sormuştum.
Kitapçı da:
-Yanında dört kitap daha var mı demez mi!
Demek ki kursiyerlere tavsiyelerim etkili olmuş,kitapçıları gezip,bu beş kitabı ya sormuşlar ya da almışlar.
Bir an bunun mutluluğunu yaşadım.Halen de yaşıyorum.
İşte bu güzel duygu ve düşüncelerle derslerimi hayatla bağlayarak,hayattan örnekler vererek anlattım.Ki bu benim mesleki anlamda “misyonum”du:Benzetmeler,olayları/konuları hikayelere bağlamak,günlük hayattan “kesitlerle”dersleri işlemek gibi.
Bir kursun son günü gelmişti.
Karşıyaka Alaybey Selçuk Yaşar İlköğretim Okulunun salonunda kapanış konuşmasını yapıp,”paydos” demiştim.
Yanıma gencecik ve güzel bir kursiyer geldi.Adı M. idi.
“Hocam,ben size teşekkür borçluyum”deyip,konuşmasına devam etti:
-Ben beş,altı yıldan beri psikolojik tedavi görüyorum.Kullandığım ilaçlar beni uyutmadı,uyutamadı.Ama anlattığınız ders,verdiğiniz örnekler ilaç gibi geldi.Dün gece ilk kez,hem de yıllardan beri ilk kez “deliksiz” uyudum.Belgemi alıp,almamam;işe girip,girmemem önemli değil.Bana bunu yaşattığınız için size teşekkür borcum var.Bunu söylemek istiyorum.Kalbime dokundunuz hocam!Tesadüfen geldiğim bir kursta,iyi ki sizi tanıdım.Bana sadece bir saatlik ders değil,hayatım boyunca lazım olacak bir “ders” verdiniz.Ufkumu açtınız,moralimi kazanmamı sağladınız.
O an gerçekten duygulandım.
Empatik davranıp,kursiyerin yerine kendimi koydum.Anlaşılmak değil,onu anlamak istiyordum!
“Model”olarak neleri başardığımın mutluluğunu bir kez daha yaşadım.Çünkü bana dönenler,derslerde “anlattıklarım” idi.Tıpkı “yankı” hikayesindeki gibi.Çok klasik bir anekdottur:
“Bir adam,oğluna hayatla ilgili ders vermek ister.Onu bir vadiye götürür.”Hey, kimsin?”diye bağırtır.Biraz sonra ses aynen geri gelir:”Hey,kimsin?”
Bir daha,”duydun mu?” diye ses verdirir.Biraz sonra ses,aynen geri gelir ve baba sözü alır:
-Bak gördün mü oğlum?Hayat da bu olaydaki gibidir.Ona ne verirsen,sana aynen geri gelir.”
Bir an zihinsel dünyamda yolculuğa çıktım:
Aklıma Kızılderililerin,
“Beyin,’Ben vücudun en akıllı organıyım”demiş;
Kalp,’Sana bunu kim söyledi?’diye sormuş”
sözü geldi.
Yeni eğitim anlayışındaki “kalbin” önemi de:
“Öğretmek,kalbe dokunmaktır.”