- 676 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ANNENİN GÖZYAŞLARI
“Adıyaman yolu kana boyandı”
Günlerdir bir anne ağlıyor!
Barbar beylerin kiralık katillerinin kahpe kurşunu, ilk çocuğunun, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet’inin kalbinin tam ortasına gelmişti…
19 Eylül 1969 günü Mehmet toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Kâhta’nın orta yerinde bir toprak dam… Toprak damda bir tahta divan… Divanın dibinde, minderin üstünde evladını yitirmiş bir anne…
Kor ateş düşmüş annenin yüreğine…
Ciğerleri lime lime olmuş…
Acısı kelimelerle anlatılamaz… Durmadan ağlıyor… Sesli sesli ağlıyor.
Arşa çıkıyor figanları… Havar havarlarına yürekler dayanmıyor… Gözyaşları Fırat olmuş… Dicle olmuş…
Mendiller sırılsıklam olup gidiyor… Sırılsıklam olmak için yeni mendiller geliyor…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
İpek gibi saçlarını yoluyor acısından…
Avuç avuç saçlarını yoluyor çaresizliğinden…
Komşular, akrabalar, fakir, zengin tüm Kâhtalı kadınlar ağlayan annenin gözyaşlarına gözyaşlarını katıyorlar…
Anneler, babalar, bacılar, kardeşler ağlıyor.
Yürekleri parçalayan ağıtlar yakılıyor…
Hepsi çaresiz, perişan… Acı, yürekleri dağlıyor…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Bembeyaz yüzü sapsarı kesilmiş.
Sararan yüzünü yolmaya başlıyor. Tırnaklarının battığı her yerde, aşağı doğru damla damla kanlar süzülüyor…
Gözyaşlarıyla sırılsıklam olan mendil, kanla ıslanıyor bu kez.
Rengi değişiyor mendilin, kıpkırmızı oluyor…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Yüreği yanık annenin gözleri uykuya hasret kalmış…
Günlerdir boğazından bir lokma yiyecek geçmiyor…
“Az bir şeyler ye” diyen canlarına kızıyor:
— Bana artık yemek, yaşamak haram oldu,” diyor.
Dudakları kuruyor, boğazı kuruyor… Su veriyorlar durmadan…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Ağıtlar yakıyor durmadan…
Sesi iyicene kısılmış. Ağıtların sözleri anlaşılmıyor artık.
Ne önemi var onun için anlaşılmanın…
Hiçbir şeyin önemi yok artık...
Onun yüreğinde kopan fırtınadır, borandır… Acıdır… Öfkedir… Çaresizliktir…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Önce bir haber geldi İstanbul’dan! Kara haber…
Sonra bir tabut geldi İstanbul’dan…
”İşte oğlun” dediler…
İnanamadı. İlk çocuğuydu. Üniversitede okuyordu. Birlikte olanaksızlıkları yenmeye çalışıyorlardı.
Mühendis olacaktı. Hem ülkesine, hem doğduğu topraklara, kardeşlerine, herkese yararlı bir insan olacaktı.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Umuduydu... Akıllıydı… Terbiyeliydi… Çok çalışkandı…
Fidan gibiydi...
Daha yirmi bir yaşındaydı…
Kitaplar, dergiler, gazeteler düşmüyordu elinden. Sürekli okuyordu.
Kâhta ve Adıyaman’da yayınlanan gazetelere fıkralar, makaleler ve sosyal içerikli seri halinde yazılar yazıyordu.
İstanbul’da, Orman Fakültesi öğrenci derneğinin yazmanıydı.
Okulda çıkarılan derginin yazarlarından biriydi.
O yaşta kendini iyi yetiştirmişti. Ülkesini ve ülkesinin insanlarını çok seviyordu.
Gazetede çıkan bir yazısında “Birlikte yaşadığım insanlar mutlu olmadıkça, birey olarak mutlu olamam.” Demişti.
Ezilenlerin insanca yaşamaları için bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu...
Ülkesine, ülkesinin insanlarına, Kâhta’ya, Kâhtalılara, kardeşlerine çok yararlı olmak için gece gündüz mücadele ediyordu…
Amerikan emperyalizminin Vietnam halkına yağdırdığı bombaların açtığı yaraların acısını yüreğinde duyan bir devrimciydi…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Yirmi bir yaşında çekip gidemezdi. Ölemezdi.
Tabuttaki oğlu, canı, umudu, Mehmet’i olamazdı…
O hırsla evin holünde, sımsıkı sarıldığı tabutu bıraktı.
O kalabalıkta dizlerinin üstüne kalktı...
Tabutun baş tarafına, bir aslanın çevikliğiyle atıldı.
O kadar insanın şaşkın bakışları arasında, tabutun üst kapağını tırnaklarıyla söktü.
Tahta tabutun içinde, sac bir tabut daha vardı. Onun kapağını kaynak etmişlerdi…
Üst üste yaptığı hamlelerle, tırnaklarıyla sac kapağı da açtı.
Kefene sarılı bir insan yatıyordu. Biraz durakladı. Tırnaklarıyla iki kapağı söken annenin, kefeni açmaya korkar bir hali vardı.
Acı gerçekle yüzleşmekten mi korkuyordu?
İncitmekten, uyandırmaktan çekinircesine, yavaşça yüzünü açtı.
Oğluydu. Ölmemişti. Uyuyordu.
Düş görüyordu…
Ülkesinin, ilçesinin insanlarının çağdaş ülkelerin seviyesine çıktığını görüyordu…
İnsanların savaşsız, sorunsuz bir dünyada yaşadıklarını görüyordu…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Bolluk ve bereket içinde herkesin mutluluktan, ama herkesin gözlerinin içinin güldüğünü rüyasında görüyordu.
Uyandırmamak için, incitmemek için yavaşça birkaç kez öptü.
Sonra göğsünü açtı. İnsanları seven, insanların daha çok mutlu olması için çarpan yüreğinde, kahpe parmakların sıktığı kurşun izi vardı…
“Hiçbir yürek insanları sevip, çıkarlarımıza karşı gelemez,” demişlerdi.
“Kapımızda beslediğimiz iki ayaklı köpekler, çıkarlarımızı korumak için verdiğimiz kemikleri yalarlar… Bize karşı gelenleri, köpeklerimize kurşunlatırız,” demişlerdi.
Dediklerini yaptırmışlardı: İnsanlık düşmanlarının parayla tuttukları zalimler, saklandıkları karanlık köşeden, uzaktan tetiğe basmışlardı.
Tek bir kurşun, zalimin kurşunu, Mehmet’in yüreğine girmişti.
Bu yürek ki içinde attığı bedende insanlık için çarpıp duruyordu.
Bu kurşun o bedene değil, insanlığa sıkılmıştı.
Bir annenin umudu yıkılmıştı.
Kâhta kültürlü, bilinçli, özverili, cesur ve yiğit bir evladını yitirmişti.
“Kâhtalılar da insanca yaşamalı, dünyanın en güzel nimetlerinden kolayca faydalanmalıdır,” diyen yürek durmuştu artık…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Oğlunun cenazesini yüzlerce kişi Adıyaman yolunda, Keraş yol ayrımında karşılamıştı.
Cenazeyi arabadan çıkarmış, omuzlarına almışlardı.
Cami mahallesindeki evlerine kadar, cenaze omuzlarda taşınmıştı. Kalabalık binlere çıkmıştı.
Birkaç örümcek beyinli hariç, bütün Kâhta ağlıyordu.
Kâhta’nın geleneği buydu. Özelliği buydu. Güzelliği buydu.
Acılar ve sevinçler paylaşılırdı. Ölen yirmi bir yaşında Kâhtalı bir gençti. Üniversite öğrencisiydi. Kâhta’da sevilen bir ailenin terbiyeli, efendi, çalışkan çocuğuydu. Çocukluğundan beri bir yaramazlığı, saygısızlığı görülmemişti.
Babası, hayırsever demirci Mustafa’ydı… Kâhta’nın güzel insanlarından biriydi… Kâhta çarşısının tam ortasına, anahtar teslimi cami yapmıştı…
O zamanlar Kâhta’nın tek camisi Ulu camiydi…
Ulu caminin önüne iki bin metreden uzak bir mesafeden tünel kazdırarak su getirtmiş, on dört oluğu olan çeşme yaptırmıştı…
Kimselere zararı dokunmamış Demirci Mustafa, oğlu Mehmet’i yitirmişti...
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Mehmet’in cenazesinde olay çıkaran örümcek kafalılar, içkiden ölenlerin başucunda, dünya malı için, üç kuruş para için saatlerce Kuran’ı Kerim’i ellerine alıp okudular.
Ağızlarında Allah, kalplerinde parayı kıble yapanlar, İslam dinine en büyük zararı verenlerdir.
Ölen kim olursa olsun, Kâhta’da cenazeye saygısızlık görülmemişti…
Örümcek beyinliler, Kâhta’nın bu güzel geleneğine leke sürmekten çekinmediler…
Vicdanlarını yitirmişlerdi… Erdemlerini yitirmişlerdi… İnsan kılıklı zavallı mahlûkatlardı…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Anne, Mehmet’ini toprağa vermeden önce, son geceyi oğluyla birlikte geçirmek istedi. Olmadı. Kalabalıktan kendi evleri çökecekti.
Komşu evlerin üstü insanlarla dolmuştu. Komşu evlerin çökme tehlikesi oldu. İnsanlar ağlıyordu…
İnsanların güzelliği gözyaşı olup akıyordu.
Sokaklarda, evlerin damlarında insanlar bekleyip duruyordu. Tek çare cenazeyi kaldırmaktı.
Öyle de yapıldı. Anne, oğluyla bir gece daha kalamadığına yanıyordu. Ağlıyordu. Durmadan ağlıyordu.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Yirmi bir yaşındaki üniversite öğrencisi oğlunu, Kâhta mezarlığında toprağa verdi.
Üzerine toprak atılan oğluydu…
Her kürek sesi, kendi yüreğine giren domdom kurşunuydu.
Bir daha yıkıldı. Toprağına sarıldı oğlunun...
Gözyaşları ağıtlarına yoldaş oldu.
Ağladı… Ağladı… Kalkmak, ayrılmak istemiyordu oğlunun mezarından…
Anne, mezarın üzerinden zorla kaldırıldı... İki kişi kollarına girdi. Eve kadar yürüyecek gücü kalmamıştı.
İki güzel Kâhtalı, anneyi evine kadar götürdüler.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Her kar yağdığında mezarlığa gitti. Elleriyle oğlunun mezarının üstündeki karı temizledi.
Fistanıyla oğlunun mezarın üstünü örttü. “Oğlum, Mehmet’im üşümesin” diyordu.
Anne, gece yarıları evden ayrılır oldu… Arandığında Kâhta mezarlığında, Mehmet’in mezarının başında bulundu.
Mezarlık birinci adresi oldu.
Evlat acısını çekenler bilir…
Ateş düştüğü ocağı, cayır cayır yakıyordu…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Bütün Kâhtalılar bilir, anne dağ gibi bir kadındı.
Dağ gibi bir yiğit anasıydı. Çöktü. İpek gibi saçlarına karlar yağdı… Saçları bembeyaz oldu.
Acının bir anneyi nasıl erittiğine, bütün Kâhta tanık oldu.
Kâhtalı zengin fakir bütün analar evladını yitiren annenin acısına ortak oldu.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Oğlunun hakkında gazete ve dergilerde çıkan yazılar bir klasörü doldurdu…
Mehmet’i için şiirler yazıldı, yayınlandı…
Mehmet’ i için türküler yapıldı... Kasetlerde, Mehmet’in türküsü söylendi... Ülkenin her yerinde, konserlerde, meydanlarda binlerce kişi bir ağızdan, Mehmet’in türküsünü söylediler...
Kitaplarda, Kâhtalı Mehmet Cantekin diye oğlunu övdüler...
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Gazeteler, dergiler, kitaplar, kasetler acısını ne unutturabildi ne de hafifletebildi.
Hiç bir şey acısını dindiremedi. Her geçen gün, acısını daha da arttırdı.
Sonunda hasta düştü.
Ne yaptığını bilemez hale geldi.
Evlat acısı galip geldi.
Yiğit kadın, dağ gibi kadın, evlat acısına yenildi…
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Kâhta’dan ayrılmak, Mehmet’inde ayrılmak demekti…
Oğlu Mahmut’un Mersin ilinde, kendisine sunduğu bütün güzel olanakları, elinin tersi ile itti. Oğlu Mahmut’un, “evim senin, ben ve eşim her dediğini yapmaya hazırız” önerisini kabul etmedi.
İstersen “Ayrı daire, hizmetçi, haftada bir kez Kâhta’ya götürüp getirme” önerilerini de kabul etmedi.
Mahmut’un yalvarmalarına, ağlamalarına, ısrarlarına rağmen bir tek yanıt verdi:
“Ben Mehmet’imden ayrı kalamam, ayrı yaşayamam, boşuna ısrar etmeyin… Ben Kâhta’da öleceğim… Mehmet’imin yanına gömüleceğim… Oğluma sarılıp toprak olacağım” dedi.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Anne oğlunun, Mehmet’inin yanına gitmeyene kadar gözyaşları dinmedi.
Günlerdir bir anne ağlıyor!
İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…
Anne çaresiz, perişan!
Anne, Kâhta’da toprak bir damda, 17.05.1948 tarihinde Mehmet’ini dünyaya getirmişti…
Mehmet, yıkılası İstanbul şehrinde, hiç beklemedik bir anda, 19 Eylül 1969 tarihinde, kiralık katillerin kurşunlarına hedef oldu…
Mustafa ile Adile, ilk çocukları Mehmet Cantekin ile birlikte Kâhta mezarlığında yan yana yatıyorlar.
Bu dünyada onları ayıranlar, o dünyada ayıramadılar.
Hiçbir anne dini, dili, rengi, ırkı ne olursa olsun, evlat acısı çekmesin…
Vicdanları nasırlaşmış olanlar, hiçbir anneye evlat acısı çektirmeyin artık…
Ateş düştüğü yeri yakarmış… Gerisi yalanmış…
Evladını yitiren tüm annelere sabır dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor…
YORUMLAR
Merhaba Mahmut Bey,
Bu yazı beni öylesine etkiledi ki, şu an içim kan ağlıyor. Böyle bir anneyi çok yakından tanıyorum. O da demişti, bundan sonra bana yaşamak haram diye ve evladının ardından altı ay sonra hayata gözlerini yummuştu.
Ben o hayatı bir romanla anlatmaya çalıştım. Yazdım. Yazdım ama bir türlü bitiremedim. Hangi kelimeyi koysam o acıyı anlatamıyordu. Ben de romanı yarım bırakıp küçük bir şiirle anlatmaya çalıştım. İzninle burada paylaşmak istiyorum, acılar paylaştıkça azalır...
Tebrikler, saygılar.
AĞIT
Ey! Kızıl haziran!
Yine geldin tüm kızgınlığınla yüreğimi yakmaya!
Ne istedin? Akşam karanlığında yuvasına konmuş kuştan!
Esirgemedin, korumadın; eli silahlı puşttan!
Ah! Habil’im ah!
Devranlar gibi devrilirken gecenin içine
Ay doğmadı
Yıldızlar parlamadı üzüntüsünden!
Yüreğim nasıl dayanır şimdi bu acıya?
Söyleyin Havva’ya artık doğurmasın
Habil nesli tükenirken, Kabiller çoğalıyor…
Habil, tek kurşunla devrilirken
Nasıl diyebilirdim ki Kabil’e; “ciğerinden yan!”
O da benim ciğerimden bir parçayken…
Hey Kabil!
Duydum ki, Habil’i katlettiğin yerde mangal yakmışsın
Burnuna gelmedi mi hiç
Cızırdayan ette, Habil’in kokusu?
Tavşankanı çayınla keyif yaparken
Habil’in yüzünden süzülen kan
Damlamadı mı gecenin kızıl karanlığına?
Söyleyin Havva’ya artık doğurmasın
Habil nesli tükenirken, Kabiller çoğalıyor…
01.06.1999/Emine UYSAL
Mahmut Cantekin
Habil nesli tükenirken, Kabiller çoğalıyor…"
Bu şiir ömrümde okuduğum en güzel, en gerçekçi, en edebi ve en duygulu şiir.
Bu şiir annemin yürek sesi olmuş.
Size sevgilerimi, saygılarımı ve selamlarımı sunuyorum.
Güzel yürekli yazar ve şairler bu dünyanın Güneşleridir:
Bizi aydınlatır. İnsan olduğumuzu hatırlatır. Duyarlı olmamızı sağlar. Tabii içimizde zerre kadar insanlık kalmışsa...
Çok teşekkür ederim Emine Hanım.
Emine UYSAL (EMİNE45)
Benim de annemin yürek sesiydi bu çığlık.