- 464 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
PİDE İLE VİDA
Tek tek koparılan takvim yapraklarında yaşananlar, beynimizin defterine notlar halinde düşerek mazi olurlar.
Bu notların bazıları zaman silgisine yenilen kurşun kalem yazıları gibidir. Çok kısa bir zaman içinde unutulur, giderler…
Beynimizin defterine düşen bazı notlar da iki bin yıl önce Nemrut’un tepesindeki taşlara kazılan yazılar gibidir. Zamana direnirler… Yok olup gitmezler. Biz insanların beyinlerinde kendilerine yer ayıran kişiler, olaylar ve diğer varlıklar, yazılı eserlerde kalıcı hale getirilmezse, kalbimizin tik takları durunca, onlar da bizimle sonsuzluğa gömülürler… Kalbimizin tik takları durmadıkça bizimle birlikte yaşarlar…
Kâhta ovasında doğdum.
Gözlerimi açtığım toprakların insanlarını tanımaya başlayınca o güzel, saf, temiz, dürüst insanlara karşı yüreğimdeki sevgi Fırat’a dönüştü. Saygım arttıkça arttı.
Çocukluğumuzun kahramanları beynimize kazılmış örnek insanlardır.
Kahramanlarımı, toprağa düştüğüm gün, beyin ölümü denen olay bana unutturur.
Gönlüm, beni vefasız kullardan, nankör kullardan ayır! Vefasız ve nankör yapma!
Kâhta’ma, o güzel, saf, temiz, dürüst Kâhtalılara karşı sevgimi, saygımı, sadakatimi köşkünde koru gönlüm… Sevgimi, saygımı, sadakatimi korumaya devam et. O iyi insanlara karşı bağlılığımı azaltma sakın…
Garip gönlüm, benim güzel insanlara yararlı kullardan biri olmam için harcadığım çabamda yalnız bırakma… Benim onlara layık olmam için yardım et!
Çocukluğumuzda ilçemizde, Türkçe fazla konuşulmazdı.
Okulda öğrenmeye çalıştığımız, bazen zorlandığımız ikinci bir lisandı. Anadilimiz Kürtçe; evde, sokakta, alışverişte anlaşma aracımızdı.
Türkçeyi iyi bilmezdik. Kelime hazinemiz çok zayıftı. Kelimeleri söylerken yanlış söylediğimiz kelimeler olurdu. Kelimenin doğrusunu bilenler, yanlış söyleyenlerle dalga geçerdi.
Çocuktuk… Cahildik…
Biz kendi kendimizle dalga geçmişiz. Beni üzen de kendi kendimizle dalga geçtiğimizin bile farkında olmayışımız.
İkinci bir dili öğrenirken zorlanmışız.
Kim zorlanmaz ki?
Biz Kâhtalıların baş belası olan yirmi dokuz harften ikisi hangisi diye sorsalar, çoğumuzun vereceği yanıt aynıdır:
O ve U.
“O” ve “U” karıştırılırdı.
”O”nun yerine “U” yazdığımız zaman hemen uyarılırdık. Bardak değil (U), top (O) olacak.
Bu yaşta bile yazı dilinde hata yapmasak da konuşmalarımızda “O” ve “U” yer değiştirir bazen.
“Uzun” “Ozun” olurdu. “Odun” da “Udun” olurdu tahta sıralarda… Şimdi bile çoğu Kâhtalının dilinde “Alo” “Alu” oluyor…
Türkçeyi ikinci dil olarak öğrenen bazı Kâhtalılar, Anadili Türkçe olan çoğu insandan daha güzel Türkçe konuşup yazıyorlar.
Ne yazık ki “ben Türküm” diye övünen çoğu insanın günlük Türkçe konuşmalarında kullandığı kelime sayısı 200- 300 kelimeyi geçmez.
Bir gazete bile okumayan insanlar, kendi dillerinin güzelliğinin farkına varamazlar.
Açıkçası bu ülkede kültür seviyesinin düşüklüğü, Arapçanın etkisi Türk dilinin kullanımını günlük 200–300 kelime seviyesine düşürmüştür.
Bol bol okumadan, yazmadan bir dil kendiliğinden gelişir mi?
Yaşadığım, tanık olduğum, duyduğum birkaç “YANLIŞIMIZI” sizinle paylaşmak istiyorum.
Kubilay İlkokulunda öğrenciyiz. Öğretmen, bir arkadaşımızı çağırdı:
— Git bir kilo AYVA al, gel.
Arkadaş koşarak sınıftan çıktı. Biz birbirimize sormaya başladık:
— AYVA nedir?
Bir sonraki derse başlamıştık. Kapı çalındı. Ayva almaya giden arkadaş elinde gazeteye sarılı bir şeyle içeri girdi.
Hepimiz merakla bakıyoruz. Ayvanın ne olduğunu merak ediyoruz.
Öğretmen şaşırdı. Gazetenin içindeki şeyin AYVA olmadığını biliyordu. Açtı. Arkadaşa döndü:
— Ayva dedim, helva almışsın. Al götür, geri ver. Ayva meyvedir.
Arkadaşımıza hepimiz güldük…
Hiçbirimiz de ayvanın ne olduğunu bilmiyorduk.
Kendimize güldüğümüzün farkında bile değildik…
Kubilay İlkokulunda öğrenciyiz.
Öğretmen bir arkadaşımızı çağırdı:
— İki pide al, gel.
Arkadaş, o zamanlar dükkânında ne ararsan bulabileceğimiz rahmetli Ramazan Metiner’in dükkânına gider.
— Ramazan amca, öğretmenimiz iki pide istedi, der.
Ramazan Metiner, pidenin ne olduğunu bilir.
Gelen öğrencinin pidenin ne olduğunu bilmediğini de anlar. Pidenin fırında satıldığını bilen biri, Metiner’e gitmezdi zaten!
Rahmetli Ramazan Metiner iki tane vidayı kâğıda sarar. Gelen öğrenciye verir.
— Al götür öğretmenine ver, der.
Arkadaş, iki vida sarılı kâğıtla sınıfa girdi. Öğretmene verdi.
Öğretmen:
— Bu nedir? Dedi.
Kâğıdı açtı.
— Pide dedim, sen vida getirmişsin. Pide ekmektir. Ben vidayı mı yiyeceğim?
Arkadaşın yüzü kıpkırmızı oldu.
Dokunsan ağlayacaktı.
İsyan edercesine şu sözler çıktı ağzından:
— Pide dedin. Ekmek demedin.
Öğretmen “Çarşı ekmeği” deseydi, arkadaş Metiner’in dükkânına gider miydi?
Güldük…
Kime?
Kendimize…
Arkadaşımıza güldüğümüzü sanıyorduk…
Cami mahallesindeki çocukluk arkadaşlarımız şu sözleri hatırlayacaklardır:
— Oğlum Recep. Bahçe Büyük’e gidek. Henar menar (nar) edek. Kadir özlemiştir. Hemen gönderek.
Topaç çevirirken, bilye oynarken bir büyüğümüzün, oğlu Recep’e söylediği bu sözleri, arkadaşları Recep’i kızdırmak için tekrarlar, dururlardı.
Kürtçe tilkiye “rufi’’ derler. Kâhta Kürtçesinde tilkiye “revi’’ (v = v ile f arasında okunmalı) denir. Bağırsaklara da “revi’’ denir.
Bir büyüğümüzün bağırsaklarında sorunu olur. Doktora gider.
Doktor sorar:
— Neren ağrıyor?
Büyüğümüz “Bağırsak” kelimesini bilmez. Revi’nin diğer anlamı tilkidir.
Doktorun sorusuna cevap verir:
— Toktor beg tilkilerim ağrıyor.
Bu büyüğümüzün çocuklarını kızdırmak için arkadaşları, aşağıdaki tümceyi söyler dururlardı:
— Toktor Beg tilkilerim ağrıyor!
Kendimize güldüğümüzün farkında bile değildik.
Horikli Hacı diye bir arkadaşımız vardı. Burnu ile Karadenizlilere benzerdi. Hepimiz kendisini severdik.
Bu arkadaş, okulun bahçesinde bir kalem bulmuş. Kurşun kalemden başka kalem görmemiş arkadaşımıza, bu tükenmez kalem ilginç gelmişti. Elinde oynayıp duruyordu.
İlçemizdeki Kâhtalı olmayan memurlardan birinin çocuğu kaleme sahip çıktı. Hacı kalemi kendisine vermedi.
Memur çocuğu, Hacı’yı öğretmene şikâyet etti. Öğretmen Hacı’yı çağırdı. Kalem bulup bulmadığını sordu.
Hacı bulduğunu söyledi ve ekledi:
— Kalem onunsa tarifini yapsın, vereyim.
Öğretmen memur çocuğuna döndü:
— Senin kalemin nasıldı?
Çocuk kalemin rengini söyledi.
Hacı sordu:
— Başka
Çocuk kalemin boyunu söyledi.
Hacı yine sordu:
— Başka
Çocuk ne anlatırsa Hacı soruyordu:
— Başka
Öğretmen Hacı’ya sordu:
— Hacı bu nasıl bir kalem?
Hacı sırıttı ve kalemin arkasına basarak:
— Öğretmenim bu kalem diyor ki Çıt- pıt! Çıt – pıt! Çıt- pıt! Çıt – pıt!
Hacı’nın hareketine kahkahalarla güldük.
Bir yıl boyunca tekrarlayıp durduk aynı cümleyi:
— Öğretmenim bu kalem diyor ki Çıt- pıt! Çıt – pıt! Çıt- pıt! Çıt – pıt!
Yine kendimize gülmüşüz.
Sanki kurşun kalemden başka kalemlerimiz vardı.
Kubilay İlkokulu bahçesi çocuk sesleri ile çınlıyor…
Teneffüsteyiz.
Çocukluk işte…
Ziraat Bankası müdürünün oğlu bana sordu:
— Türkiye’nin başkenti neresidir?
Dedim ya çocukluk işte… Şaka yaptım:
— Türkiye’nin başkenti ŞORGELEK’tir. (Şorgelek: 5–10 hanelik küçük bir köy)
Türkiye’nin başkenti Ankara’dır, Şorgelek’tir diye tartışırken nöbetçi öğretmen yanımızdan geçiyordu.
Müdürün oğlu hemen öğretmene seslendi:
— Öğretmenim!
—Söyle evladım
— Türkiye’nin başkenti Ankara değil mi?
— Evet.
— Bu arkadaş Şorgelek diyor.
— Onun başkenti Şorgelek’tir.
Gülüştük…
Şorgeleklilere selamlar, sevgiler…
Biz kendimizle dalga geçmişiz…
Dostlar, kendi kendinizle dalga geçip geçmediğinizi düşününüz.
Sağlıcakla kalın.
Hep mutlu olun.
YORUMLAR
Bu yazıyı okuyunca bir bavul iki dil filmini hatırladim. Birbirini anlamayınca ögreten de öğrenmeye çalışan da çok zorluk çekiyor.
Hele bir de anlayış, özveri yoksa iş hepten zor.
Allah, köylünüz için ettiğiniz güzel duaları kabul etsin.
Saygılar.
Mahmut Cantekin
Kısa süre Siverek'te öğretmenlik yaptım. Şehre uzak köydü. Hiç bir çocuk Türkçe bilmiyordu. Çocukların dilinden anlamam işimi kolaylaştırdı.
Teşekkürler.
Selamlar, sevgiler.
Mahmut Cantekin
Kısa süre Siverek'te öğretmenlik yaptım. Şehre uzak köydü. Hiç bir çocuk Türkçe bilmiyordu. Çocukların dilinden anlamam işimi kolaylaştırdı.
Teşekkürler.
Selamlar, sevgiler.