TÜLAY'IN SARDUNYALARI... (1)
Sonbahar ay’ına ilk adım atıldığı günler. Yazdan yeni çıkılmış olmasına rağmen ağaçlar hala yemyeşil. Akasya ağacının yaprakları koyu yeşile bürünmüş dallarının en zirfesindeki iki çatal dal arasına özene bezene yuva yapmış alaca renkli karganın huzur içinde sağına soluna kart sesiyle seslenişine aldırış etmeyen kalabalıklar, Kurtuluş caddesinde telaş içinde koşuşturuyorlar. Sıra sıra dizilmiş manavların, tatlıcıların, börekçilerin, bankaların, telefoncuların, beyazeşya ve koltuk takımları, kanepeler satan dükkanların bazıları müşteri kaynıyor, bazı dükkanların sahipleri müşteri çekmesi için vitrinlerine çeki düzen veriyor. Dükkan esnafına nisbet edercesine seyyar satıcıların ne söyledikleri anlaşılmaz çığırtkanlıkları, yolların ve insanların yorgunluğunu hala üzerinde taşıyan halk otobüslerinin seksen yaşında nenelerin iniltileri gibi homurdanarak yol alıyor Eminönü’ne, Yenikapı’ya doğru. Gari müslimlerin cenneti Kurtuluş caddesinde belli olmayan bozuk şifeli konuşmaların anlanmsızlığı ile güne başlıyor Kurtuluş... Gökyüzü hafif beyaz bulutlarla kaplı, rüzgar rafan esiyor. Yakıcılığını Ağustos günlerine bırakmış güneşin ışıltılarında hayat buluyor yaşam. Pangaltı’ya uzanan yolun tam karşısında üç-dört metre yüksekliğinde duvarla çevrilmiş Ermeni mezarlığına parelel giden Ergenakon caddesi ta Halasgargazi caddesine kadar uzanıyor. Rahat yürünemeyen kaldırımlar bile işgal edilmiş esnafların doyumsuz hırsları ile. Adım attığın yerde çay satıcısı, muhallebeci, lokanta...
Osmanbey’in en işlek caddesinin kenarına iliştirilmiş, mağrur duruşlu Ramadan oteli gelip geçenleri dikizliyor. Ceplerindeki cüzdanları kalın ve kalın göbekli müşterilerini ağırlıyor. İki adım ötede demlenen mis Türk çayına nisbet yaparcasına sattığı çayların fiyatları dudak uçurtanından. Müşterileri genelde, kadın giysileri giymiş gibi beyaz uzun entarili, kafalarına doladıkları peştimal kumaşı gibi sarıklı arap zenginleri bu otelin vazgeçilmezleri... Otelin en alt katta ana caddeye bakan lokanta ve kafesinde, kaldırımda gelip geçenlere göstere göstere yemekleri avuçlayarak yiyen araplarza iğrenerek geçenlerin küfürleri ile süslenen bakışların şaşkınlığına odaklanan bir mekan! Karşısında Taksim’e, Sultanahmet’e, Yenikapıya,Hacıosman’a kadar giden metro girişi bitişiğine demirlemiş yılların seyyar simitçinin susamlı taze simitlerinin türüm türüm kokusu otelin şaşalı duruşunun fiyakasını bozuyor sade hali ile. Metronun damını mesken edinmiş güvencinlerin yiyecek arama telaşları kalabalıkların varlığından bile haberleri yok. Gelip geçenlerle kanka olmuşcasına iç içeler.
Eylül’ün ikinci çarşamba’sı bugün. Evin balkonuna mesken tutmuş kumruların sesi ile uyandı Tülay. Yorganı üzerinde yavaşça sıyırarak kalktı kocasını uyandırmadan. Arka bahçeye bakan yatak odasının kalın perdelerini aralayıp dışarı baktı. ’’ Ne güzel bir gün’’ dedi içinden. Pembe çiçekli geceliğini çıkarmadan lavobaya gidip elini, yüzünü yıkadı. İşlemeli havlusuna yüzünü silerek mutfağa yöneldi. Akşamdan kalan demliği boşaltıp temizledi. Damacana suyundan doldurarak ocağa çaydanlığı koydu. Çağmağı aradı, bulamadı. mutfakla sırt sırta komşu yapılmış oturma odasındaki masada duran Bozkurt motifli çakmağı getirip ocağı yaktı. Mutfağın sandalyesine ilişip oturuken aç karnına bir sigara yaktı. Dar mutfağı duman boğmaması için havalandırma yönüne yapılmış camı açtı. Sigara dumanını ilk çekişi öyle bir çekişti ki; içinde bir iki defa dünya turu yaptı sanki. Sonra dudaklarını hafif kapatarak ciğerlerini keyifle ziyaret etmiş dumanı bütün gücü ile dışarı fırlattı nefret edercesine. Dudak aralığından çıkan dumanı gören olsa; Haydarpaşa garından kara tren kalktı sanacaktı. Kederlerin, hasretin bitmek bilmeyen çilesiydi sabahın erken saatlerine düşürdüğü mahmurluk.
Ocaktaki Çay suyu fokurdamaya başladığında sigarası çoktan bitmiş, sabah kahvaltısının nevallerini masaya diziyordu. Eşinin çok sevdiği bal ve kaymağın çok az kaldığını görünce köşe başındaki bakkala kadar bir çırpıda gidip gelmeyi aklından geçirsede ’’ben zaten fazla yemiyorum. Ona yerli bunlar’’ diye düşünürken salonun sol tarafındaki pancereyi açarak sapına urgan bağlanmış kamıştan örme alış-veriş sebetini sargıttı evlerinin altındaki bakkala. Sebeti gören bakkal çırağı dışarı fırlayarak yukarıya başını kaldırıp baktığında Tülay’ı görünce çekik gözleri ile tebesümle karışık gülüşü ile:
- Tülay teyzeciğim günaydın. Buyur emrin olur. Ne verelim size?
- Günaydın oğlum Atsız. Bize iki ekmek rica etsem, dedi endamının o güzelliği ile.
- Hay, hay teyzeciğim. Ekmeklerimizde biraz önce geldi, sıcacık, der demez bakkala daldı Atsız.
Alış-veriş sebetine konana somunları yukarı çekerken bakkal çırağına teşekkür eden Tülay, ekmekleri sebetten alarak masaya koyup tekrar mutafağa geçti çay demlemek için. Yerli toz çay Filiz’den yarım çay barağı alarak demliğe koydu. Kaynayan sudan doldurarak demlemeye bırakıp yatak odasına giderken sol odanın kapısının ardından gelen sese kulak verdi. Evin kedisi Aşk’ın sesiydi bu ses. İhtiyacı vardı ki sesleniyordu. Tülay kapıyı açar açmaz ok gibi fırladı odadan dışarı Aşk. Süratle oturma otasına gitti geldi. Saşkın bakışları ile bunu süzen Tülay:
- Oğlum hayırdır? Nedir bu telaşın, neyin var?
Tülay’ın etrafında dolanan Aşk mırıldanıyor, meramını anlatmaya çalışıyordu. Tülay onun ne demek istediğini anlıyordu. Birbirlerinin bakışları bile meramlarını çözecek hissiyata sahiptiler. Üç aylıkken annesi tarafından terk edilen, sokaklarda aç, susuz kıvranırken eve getirilen bir kediydi. İlk iki yılda gençlik çağını aşama döneminde evde kırmadık tabak, devirmedik vazolar, yırtmadık koltuk kalmamıştı. Oldukça haylaz ama bir o kadar da evin tatlı çocuğu gibiydi Aşk. Bazen haşarılıkları aşırıya gaçtığında Tülay evde giydiği pamuk gibi yumuşak terlikle kıçına kıçına vururdu. Bazen sert vurduğunda da bir hayli üzüntü duyardı. Aşk’a bu disiplin ona bir ay, iki ay yeterdi. İkisi birbirlerine kaynaşmışlardı. Yaşı dokuz yıla dayandığında o gençlik yıllarındaki yaramazlıklarından eser kalmamıştı. Her iki ayda bir kez, kafes içinde dışarıyı görürdü aşılarını yapırmaya giderken. Hep evdeydi. Evin dış kapısınının açılmasını beklerdi kapı önünde merdiven aralığında soluklanmak, bulundukları dördüncü kattan en alt kata inip çıkmak, komşularına görünmeyi kendine mutluluk sayardı. Komşularınında sevgilisi olmuştu. Hangi evin dış kapısını açık görse dalardı içeri. Beyaz, sarı rengi ile İstanbul delikanlıları kadar filintaydı.
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
24 Ağustos 2015 Pazartesi 12.30 Lahey
YORUMLAR
direniş
beğenmeniz beni mutlu etti..
inşallah daha güzel hikayelerim geelcek...
selamlarımla... uzaklardan...
Ne güzel bir anlatım , detaylı anlatımınız sayenizde Avrupa yakasını gezmiş oldum.Gezi parkı olaylarından beri Taksim Osmanbey semtlerine uğramaz oldum , küskünlüğüm var çok acılar yasandığı için. Ben 3 cü bölümden başlamışım meğer okumaya...
Tebriğimle Zafer bey...
Saygıyla...
direniş
Aslında bu hikaye çalakalem gibi oldu... O caddeleri nakış nakış işlemem lazımdı ama hikaye bitince yeniden bir düzenleme yapabilirim...
selamlarımla... uzaklardan...