- 510 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
BURASI ANADOLU
BURASI ANADOLU
İki binli yıllardı sanırım. İl turizm müdürlüğnde şube müdürü olarak görev yaptığım zamanlardı. Avrupa’dan yirmi beş ülke gazetecisinin Tokat’ı ziyarete geleceklerini duyunca elimiz ayağımız dolanmıştı birbirine adeta. Böyle bir ziyaret elbette ki çok önemliydi Tokat için. Hem Tokat’ı en iyi şekilde tanıtmak, hem de ziyaretçilerimizi memnun olarak memleketlerine göndermek görevi düşüyordu bizlere,
Müdürüm Hüsnü Küçükarslan’la baş başa vererek konuklarımızı ağırlama proğramını hazırlamaya koyulduk. Her ikimiz de yabancıydık Avrupa kültürüne. Yaptığımız proğramda ağırlığı gezi ve ilin kültürel yaşamının tanıtımına verelim dedik. Proğram çerçevesinde organizasyonlar gerçekleştirecektik.
Konuklarımızı saat on bir gibi il sınırında karşılamıştık. Yöresel giyimli kız çocukları karanfillerle karşılamıştı misafirlerimizi. Hemen orda kısa süreli bir halk oyunları gösterisi yapılmıştı. Konuklarımızla Ballıca mağarına doğru koyulmuştuk yola. Öğle yemeğini dağ başında mis gibi bir havada yiyeceklerdi konuklarımız. Menü Tokat kebabı ve yayık ayrandı. Mağarayı gezdikten sonra saat üç gibi şehre inmiştik. Otobüsleri park yerlerine bırakarak yürüyerek gezmiştik şehrin tarihi sokaklarında. Konuklarımız oldukça keyifli görünüyordu. Ara sıra müdür beyle göz göze geliyorduk ve durum değerlendirmesi yapıyorduk bakışlarımızla. Her ikimizin de gözleri gülüyordu. Akşam otele yerleştirdik konuklarımızı. Yemekten sonra ayrılmıştık otelden. İlk gün çok güzel geçmişti. Müdür beyle kısa bir istişareden sonra ayrılmıştık evlerimize.
İkinci gün çok zordu bizim için. Nedenine gelince sabah kahvaltı yaptırmadan alacaktık otelden konuklarımızı. Kahvaltıyı horun köyünde ayarlamıştık. Tandırlar sabahın köründe yakılmıştı köyde. Sekiz gibi vardığımızda köye her şey hazırdı. Tereyağlar, ballar, reçeller, gözlemeler, katmerler. Konuklarımız otobüsten iner inmez tandır ocağının başında kümelenmişlerdi. Çukurun kıyısına yapıştırılarak pişirilen tandır ekmeğini hayranlıkla seyrediyorlardı. Hatta bazıları hamuru yoğurup ekmek yapmayı bile deniyorlardı. İçlerinde sabırsız olanları pişen ekmeğin ucundan koparıyordu birazda mahcupca. En çok korktuğumuz aktiviteden yüz akıyla çıkmıştık. Kaz kovalayan, eşeğe binen, şalvar giymek isteyen konuklarımız hayatlarının en mutlu günlerinden birini yaşamıştı belkide. Köylülerle fotoğraf çeken, birbirlerine adresler veren insanların mutluluğu okunuyordu yüzlerinden. Kömür ateşinde pişirilmiş enfes bir çay içiminden sonra hüzünle ayrılmıştı konuklarımız köyden. Bazıları elinin tersiyle göz yaşlarını siliyordu ayrılık anında. Öğle yemeğini otağ şeklinde kurulmuş kıl çadırda vercektik. Menüde Tokat’ın hemen hemen tüm yöresel yemekleri vardı. Tarhana, gendime, bacaklı çorbadan tutun da Tokat sucuğu, Tokat pastırması, Tokat kebabı, gözleme, katmer, bakla dolması, bat, tatlı çeşitleri. Misafirler tabiri yerindeyse hepsini götürmüşlerdi yemeklerin. Öğleden sonra şehir gezmesine devam ettik. Akşam proğramda Taş handa yöresel müzik ve yöresel halk oyunları gösterisi vardı. Öyle eğlenceli geçmişti ki proğram. Türküler, oyun havaları, halaylar, semahlar. Konuklar yerlerinde duramamış, çılgınlar gibi eğlenmişlerdi. Tabii biz de görevimizi yapmanın mutluluğunu yaşıyorduk bu arada.
Üçüncü gün Selemen yayla festivaline katılmak için düşmüştük Reşadiye yollarına. İki otobüsle gidiyorduk festivale. Otobüsün birine ben diğerine de müdür bey binmişti. Dağların doruğunda yol alırken fransız bayan gazeteci kıvranmaya başlamıştı. Nesi olduğunu sorduğumda çok sıkıştığını söylemişti. Üç dört kilometre ilerde bir köy görünüyordu. Bir kaç dakika daha sıkmasını söylemiştim bayana. Köyün ilk evinin yanında durdurmuştum otobüsü. Otobüsten iner inmez koşar adım eve ulaşmış ve hızla kapıyı dövmeye başlamıştım. Kapıyı yetmiş yaşlarında bir nine açmıştı. İlk sözüm "nine hela nerde" olmuştu. Hela evin içindeydi. Tuvalet ihtiyacı olanlar ihtiyaçlarını giderirken nine telaşla sağa sola koşturuyor, gelinine emirler yağdırıyordu. Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra nine önümüze geçerek"bir şey yemeden, içmeden bırakmam"sizi derken bakır taslar içinde mis gibi ayranlar görünmüştü bile. Afiyetle içmiştik ayranlarımızı. Tavuklarını gösteriyordu nine. "Keseyim bunları" diyordu. Sarılarak ayrılmıştık nineden. Otobüse bindiğimizde fransız kadın "aman allahım, aman allahım " sözleriyle haykırıyordu. Nenenini sorduğumda "mümkün değil, mümkün değil" diyordu. " Bu şekilde biri bizi rahatsız etseydi hemen polis çağırırdık " demişti o anda fransız kadın. Onun bu sözleri üzerine " hanım efendi burası insanlığın hoşgürünün beşiği, Anadolu" diyerek kapatmıştım sohbeti.
Bu olay Tokat’ta gerçekleşmişti. Sivas’ta, Kars’ta, Hakkari’de, Urfa’da, Edirne’de de gerçekleşmiş olsaydı olay, eminim farklı bir şey olmazdı.
Ama ne yazık ki ağlıyor Anadolu. Evlatlarının haline hıçkırıkla ağlıyor hem de. Evlatları kan dökeceklerse ancak anaları için dökerdi o kanı. Böyle görmüştü tarih boyunca anamız Anadolu. Biliyordu ki evlat kavgası sonuçta kendisinin de ölüm nedeni olacaktı.
Davut Tunçbilek/ Elmadağ
YORUMLAR
davut tunçbilek
Ne güzeldir Anadolu insanının medeniyet seviyesi. Köklü bir kültürün asıl temsilcisidirler onlar.
Dünya Anadolu medeniyetlerini inceleme altına almış ve o medeniyetin öğretilerini kendilerine rehber edinmeye çalışırken,( bunu kendimizi avutmak adına söylemiyorum.) Gördüğüm ülkelerin üniversitelerinde zengin Anadolu kültürünü inceleyen akademik birimler oluşturmuşlar. Maalesef bizlerde üzerinde yaşadığımız bu topraklarda ki binlerce yıllık Anadolu kültürünün zengin öğretilerini bir tarafa bırakıp onların terk etmeye çalıştıkları ilkeliklerine dönmeye çalışıyoruz.
Düşündürücü ve etkileyici bir yazı kaleminize sağlık
Saygı selamlarımla.
davut tunçbilek
davut tunçbilek
Çok güzel bir yaşanmışlık öyküsü okudum.Elinize ,yüreğinize ve kaleminize sağlık..Anadolu ,Vatanımız,öz yurdumuz Allahım en güzel birlik ve beraberlikle yaşamayı ve yaşatmayı nasib etsin inşaAllah sağlıkla ve sevgiyle kalın..!!