NEFRETİN SİYAHI...
Gece, yine erkenden gelmişti. Bundan nefret ediyordum.
Geceleri geciktirmenin bir çaresini icat edebilirdim ya, Allah’ın işine burnumu sokmak istemiyordum. Yirmi bir Marta kadar sabredersem, uzayan gündüzlere kavuşabilecektim nasıl olsa. Şunun şurasında iki ay daha sabretmeliydim.
Gecenin niçin geç gelmesi gerekiyor ki, diye bir soru sormayı akıl etmediğinize eminim. Bir şeyi akıl edebilmek için, söylenen şeyi ciddiye almak gerekir. Benim söylediğim hiçbir şeyi ciddiye almıyorsunuz siz, biliyorum! Tabii, ben adam mıyım ki! Bu dünyadaki hiç kimse, ama hiç kimse beni adam yerine koymuyor zaten!
Siz sormasanız da söyleyeceğim:
Ben siyahtan nefret ediyorum! Çünkü nefret ettiğim her şeyin rengi siyah.
Büyütüldüğüm yetimhanenin yatakhanesine sinmiş kokunun rengi siyah. Bütün iğrenç kokular siyah renkli. Geceler de...
Askerdiniz. Baktığınız, dolaştığınız siyah mıntıkada siyah itler vardı. Göremiyordunuz. Onlar sizin aydınlık yüzünüzü görebiliyordu... Evet! Siyah gecelerde itler pusu kuruyor ve Mehmetçikleri vuruyor.
İnanmıyor musunuz? Hiç kimseyi inandırmak gibi bir zorunluluğum yok! İster inanın, ister inanmayın! Bana ne?
İnsanlar aptal; sık sık hata yaparlar. Hatasız kul olmaz. İnsan beşer, kuldur şaşar. Hatalar telafi edilebiliyorsa bin nasihatten evlâdır. Vermeyince Mabut, ne yapsın Mamut!
İçler acısı halim bu sözlerden birine uygun, ama hangisine uyduğunu tespit edemediğimden okuyanlar birini seçsin diye hepsini yazdım.
Siyah düşünceler tek bir hamleyle yutmuştu timsah ağzıyla beni... Belleğimi yitirmeye çabaladıkça kafatasımın içindeki o ceviz içi daha çok bürünmekteydi nefretin siyahına.
Midemde gastrit oluşmuştu ve buna dair tomografi görüntüleri iyice kafayı yememe sebep olmuştu.
Tüm meyhanelerini dolaştım İstanbul’un, şişelerin dibine vurarak kafayı kırdıkça yalvardım meyhanecilere, "yarın kafatasımı, beynimi alın, salata yapın, içki masalarına satın," diye. Cezası varmış, adam zannederler, ceza keserler, hapsederler, dediler...
Bütün çabalarıma rağmen nefretimin siyahını silemedim. Gözlerimden, gözyaşı değil, kanlar akarken arkama bakmadan çekip gittim. Nefret hicranın ekspres biletidir. Hicran hüsran yaratır. Hüsran karasevdaya tekamül eder, karasevda ise nefrete... Nefretten geri dönüş yine nefrete götürür!
Pergelin sivri ucunu tam da bu noktaya batırarak çizdiğim çember hayatımın kısır döngüsü, dolap beygiri gibiyim.
Aramızda nefret hüküm sürerken, bu nefretimden aşkın doğması zayıf bir ihtimal gibi görünüyordu gözüme.
Aşk nefretten mi doğar, nefret aşktan mı doğar, tartışmak lazım.
Ben hem aşkı, hem nefreti aynı kişiyle tartışmıştım, fakat anlatamamıştım. Anlatamadığım aşkı da, nefreti de onda yaşamıştım. Onun için menekşe rengi gözlerine aşık olmuştum onun; ama nikotin rengi dişlerini gördükçe dudaklarını öpmekten tiksiniyordum. Anlatılamayanların yaşanılamayacağına dair bir felsefe kuralı icat edilmemişti henüz. Çağlar öncesinden intikal eden Ahlak Felsefesi, hâlâ irademle gerçekleştirdiğim eylemleri anlatıyordu. Ben dinlemekten bıkmıştım, o anlatmaktan bıkmamıştı.
İlk siyah nefretimi tatmadan az önce hasat etmişlerdi ekin tarlalarını. Tutuşturmuştular başak saplarını. Toprağın rengi siyahtı. Siyahın en sıcak ucundaydı ayaklarım. Henüz yaşıyordum. Bir ölüp iki dirilmekti yaşamak... "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..." demişti Muhibbi.
Oysa o gece, o kadar geceydi ki ay dede bile ölmüştü Azrail’in karanlık düşüncelerinde. Devasa bir erke rest çekmenin özezer sapıklığına kapılarak bir pagan gibi ateşte yürümek istedim. Suçsuzluğumu kanıtlamak için ateş sınavından geçmeliydim. Yara almadan ateşte yürüyerek, suçsuzluğumu kanıtlayacaktım. Günahlarımdan arınacaktım. Tabanlarım acıyordu ya, belli etmemeliydim. Tanrı’yı ancak öyle inandırabilirdim günahsızlığıma. Aksi takdirde ay dedeyi öldüren Azrail beni de öldürebilirdi. Tabanlarımın yangısı arttıkça canım daha çok acımakta, direncim ise daha çok azalmaktaydı. Avuçlarım buğday taneleri ile doluydu ve ben ekmek yapmayı öğrenmemiştim. Açtım. Tabanlarımdaki yangıdan değil, açlıktan düşüp bayılmıştım.
Bir ikinin yarısı değil, iki birin yarısıydı. Ben olmasaydım, biz olmayacaktık. O olmasaydı da... Biz ikimiz birdik. Yanımda ben, uzakta o; uzaklık kavuşmanın başlangıcı... Hâlâ biz! Ayrılığımızı nihayete erdirerek bana döndüğü gündü, ama gecikmişti. Olsun! O andaki tüm negatif algılamalarımı ölümle tehdit ederek pozitife çevirdim; o andan itibaren o şeytani gülücüğüyle ortaya çıkarttığı katran rengi dişleri bile birer pırlanta gibi moralimi düzeltmeye başladı.
"Dişlerin birer pırlanta gibi parıldıyor sevgilim!" dedim.
"Sök hepsini, satıp sermaye yap; hayatını kurtar," dedi.
O benim hayatımı kurtarmak isteyerek hastanenin acil servisine götürdü. Serum şişesinin lastik tapasına batırılan bir şırınga morfin işedi. Kolumdaki kılcal damarlardan birine sokulu bir dirgenden zerk edilen serum beynimin uyku loplarına ulaşmıştı bile. Uyumaya direnerek göz kapaklarımıza "aç-kapa" komutları verdikçe, emme basma tulumba gibi vücudumun en ücra köşelerine serum pompalanmaktaydı. Henüz nikotin kiri bulaşmamış akciğerlerim nefes ala vere yorgun düşmüştü ve dinlenmek istediklerini söylüyorlardı. Ona bütün içtenliğimle son bir defa tebessüm ettim. O da bana tebessüm etti. Bunlar vedalaşma tebessümlerimiz oldu. Kanat çırpmalarımı otomatiğe bağlayıp hızlandırarak, diklemesine yukarı doğru uçmaya başladım. Her şey önce bulanıklaştı, sonra, bir anda her yeri siyaha bırakıverdim! Simsiyahtık. Simsiyah bir soluksuzluk ölümdü.
YORUMLAR
edebiyat, felsefe, güncel yaşam hepsi var yazıda.
güzel dokunuşlar ve geçişler...
bunlardan birine katılayım istedim.
pergelin sivri ucundan çizdiğimiz daire bizim yaşam alanımız. algılarımız, tecrübelerimiz, öngörülerimiz, bilmişliklerimiz, cahilliğimiz. bu dairenin çizgileri ne kadar kalınsa dışarıyla irtibatımız o kadar az. yani kırmızı çizgilerimiz. ama bu aynı zamanda kendi hapisanemiz.
pergelin ucunu koyduğumuz yerde bakış açımızın referansı. insanların anlaşamamasının ve ama kendisinide samimi bir şekilde -gerçekten- haklı görmesinin nedeni işte bu farklılıktan. pergelin ucu gömleğin düğmesi gibi baştan yanlış iliklenirse sonu hüsran.
bu güzel yazıya biraz bilmişlik kattım ama affola...
saygılar.
Helal olsun valla.
Oturup hayal etmek,
hayal ettiklerini de kelimelerle şekillendirmek,
allayıp pullamak ve
hoş bir atmosferde okuyucuya sunmak.
Bu gün başımda ağrılar var.
Balkonda yatmaktan olsa gerek.
Öyle olduğu halde baştan sona bir çırpıda okuyuvermişim çalışmayı.
Güzel bir hayal ürünüydü.
Kemnur
Akilane ve harika tebriğimle.