- 580 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÂHTALI İBRAHİM
Kâhtalı İbrahim’in Gerger’de, Öğretmen evininin bir odasında ölü bulunması beni çok üzdü…
Yüreğim yanarken, mazi gözlerimin önünde canlandı…
O günlere yolculuk yapmaya başladım…
Doğduğum topraklar, dünyanın en güzel coğrafyasındaki güzel ilçem, şirin Kâhta’m gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti…
İlçemin kendi halinde yaşayan saf, temiz büyük çoğunluğunu düşündüm…
Bu dürüst insanları saygıyla andım…
Bir karıncayı bile incitmekten çekinen temiz yürekli kadınlara, erkeklere ve gençlere kucak dolusu sevgi, saygı ve selam gönderdim…
Kâhta’ya aşkımın, sevdamın mimari siz güzel insanlarsınız…
12 Eylül darbecileri, onların Kâhta’daki gönüllü uşakları gözlerimin önüne geldi…
Zıkkımlandığı bir çay için komşusunu, arkadaşını, hemşerisini hatta akrabasını ihbar eden zavallı, kişiliksizleri düşündüm…
Kâhta’nın yüzkaraları tek tek gözümün önünden geçtiler…
Tiksindim… Midem bulandı…
Her toprakta pislikler çıkar, derler…
Benim toprağımda bu tipler çıkınca zoruma gidiyor…
Üzülüyorum…
Hasta oluyorum…
Kâhta’nın temiz ve güzel havasını pisliklere nasip etme Allah’ım…
Kâhta hasreti yüreğimi yoklayınca, efkâr yoğunlaşınca bilgisayarımda memleketimin sanatçılarından müzik dinlerim…
Kâhtalı İbrahim’in öldüğünü okuyunca müzik kanalını açtım… (fizy.com) “Kâhtalı İbrahim” yazdım.
Karşıma onlarca türkü çıktı…
Türküleri dinlerken düşünüyordum…
Gözlerimden damlayan yaşları siliyordum…
1983 yılının Şubat ayında 1402 sayılı Kenan Evren yasasıyla öğretmenlik yapma hakkım elimden alınmıştı…
Gerekçe yoktu. Tek bir cümle yazılıydı: “Görülen lüzum üzerine görevine son verilmiştir.”
Artık öğretmen değildim…
Birkaç ay Afyon Tınaztepe’de kahvecilik yaptım…
İstanbul’a taşındım…
Bakırköy Güngören’de bir zücaciye dükkânını devir alıp birkaç ay çalıştırdım…
1984 yılının Nisan ayı sonunda Mardin Kızıltepe’ye pasaportsuz girdiğimden, yirmi gün işkence gördükten sonra bırakıldım…
Kâhta’ya döndüm.
Cantekin Kitapevini çalıştırırken yanımdan ayrılmayan kahramanlar, Kenan Evren’in yerli uşaklarının korkusundan bana selam bile vermediler…
Yüzlerini bile görmüyordum…
Ben, Kâhta’da bir süre kalmak zorundaydım…
Bir haber bekliyordum…
Eski Çarşıda Yurdakulların kahvesi vardı.
Babamın evine en yakın kahveydi…
Bu kahveyi Ramazan Saman isminde bir Gergerli çalıştırıyordu…
Ben, daha önce Ramazan’ı tanımazdım…
Ramazan, ismen beni tanıyordu…
İlk gittiğim günden itibaren bana çok yakınlık gösterdi… Arkadaşım oldu…
Kahvesinde beni ağırlamaktan, Kâhta sokak ve caddelerinde gece yarılarına kadar benimle gezmekten çekinmedi… Korkmadı…
Bir çaya kendini satan ispiyonculara adeta meydan okuyordu…
Kendisi kahveyi kapattıktan sonra ısrarla benimle gezmek istiyordu… Korkmuyordu…
Benim yüzümden sana zarar gelmesin, diyordum… İncinmesini istemiyordum…
Hep aynı cevabı veriyordu:
— Sen Kenan Evren’den, buradaki askerlerinden, polislerinden, Kâhtalı ispiyonculardan korkmuyorsun… Gergerli Ramazan Saman da Allah’tan başka kimseden korkmaz… Kafanı yorma…
Kendi toprağımda yalnızları oynuyordum…
Yirmi dört saati bir kâse çorbayla geçirdiğim günlerdi…
Annem ve babam başıma bir iş gelmeden, beni Kâhta’dan ayrılmaya zorluyorlardı…
Onun için eve yemek yemeye gitmezdim…
Gece yarısı eve yatmaya gider, sabah uyanınca evden ayrılırdım…
Ramazan Saman’ın çalıştırdığı kahveye giderdim…
Zulmün kan kusturduğu o günlerde, beni yalnız bırakmayan sevgili Ramazan Saman’a teşekkür ederim… Allah razı olsun…
Ramazan Saman’ın çalıştırdığı kahve çok ilginç bir yerdi…
Her nevi insan evi bir kahve… Her masa ayrı düşüncedeki, yaşayıştaki insanlara aitti…
Ben, bir masada oturur, şiir yazardım…
Zaman doldururdum… Günümü geçirirdim…
Oyun oynamazdım…
Yusuf Turan, Ali Can, Abuzer Özbek, Abuzer Çelik, Şükrü Kutlu gibi mahallenin sakinleri yaşlılar gelir oturur, çay içer, sohbet ederlerdi…
Bu masaya içimden, “yaşlılar masası” derdim…
Her geldiklerinde bana selam verirlerdi…
Selamları bana moral verirdi…
Saygıyla ayağa kalkar, selamlarını alırdım…
Onlar bana Allah’ın selamını verdiklerini sanıyorlardı…
Onlar bana dünyanın bütün mal ve mülkünden daha değerli güç verdiklerini moral verdiklerini düşünmemişlerdir…
Yaşayanlara sonsuz saygılarımı sunuyorum… Ellerinden öpüyorum…
Allah’ın rahmetine kavuşanlar varsa, gani gani rahmet diliyorum…
Bir masada Osman Topçu, Mustafa Süzen, Jilet (Fahri), Sadık Orakçı, adını unuttuğum alkolik Mal Müdürü vardı… Bu masaya birkaç kişi daha katılırdı…
İkindiye kadar oyun oynar, ikindiden sonra içkilerini alır, aşağı bahçelere gider, içerlerdi…
Kafaları iyi olunca bazen kavga ederlerdi…
Kavga ettiklerini duyunca Ramazan Saman’la birlikte kavgayı engellemeye gittiğimizi hatırlıyorum…
Kavga çıkaranlar genellikle Osman Topçu ve Mal Müdürü olurdu…
Dişçi Mahmut’un evinin oradaki bir kavgalarını iyi hatırlıyorum…
Fahri (jilet), Ramazan Metiner’in dükkânın önünde biriyle kavga etmişti…
Bu masaya içimden “âlemciler masası,” derdim…
Kâhtalı İbrahim’i bu kahvede tanıdım…
Ramazan Saman ile kardeş gibiydiler… Ramazan Saman, her zaman Kâhtalı İbrahim’e sahip çıkar, kol kanat gererdi… Akraba olduklarını bilmiyordum.
Kâhtalı İbrahim vefat ettiği gün bile Gerger’de beraberlermiş… Öğretmen evinin ayrı odalarında yatıyorlarmış…
Aralık ayının yirmisinde, Kâhtalı İbrahim’in çocuklarına bir ev almak için Ramazan Saman ile arkadaşları bir gece düzenleyecekler…
Bu güzel davranışlarından dolayı Ramazan Saman ve arkadaşlarını kutluyorum…
Ramazan Saman, Kâhtalı İbrahim ve birkaç kişi ayrı bir masada otururlardı… Bunlar kâğıt oynarlardı…
Bazen beni masalarına çağırırlardı:
— Tek başına oturma… Masamıza gel…
Bazen gider otururdum…
Üç ay, bu kahvede zaman geçirdim…
Birçok şiir yazdım… Kâhtalı İbrahim’e verdim…
Kahvede yazdıklarımı türkü yapardı… Benle Ramazan’a okurdu…
Bir şiirin adını “Münevver” koymuştum…
Şiirin adını hatırlıyorum da içeriğini hatırlamıyorum…
O şiirler şimdi yok…
Ne oldu şiirlere hatırlamıyorum…
Üç ay Ramazan Saman ile birlikte Kâhta Sokaklarında ve caddelerinde gezerken, Kâhtalı İbrahim hep bizimle beraberdi…
Sessizdi…
Garipti…
Efendiydi…
İyi bir arkadaştı…
O günlerde elinde tutan olsaydı, yeteneğini daha çabuk gösterirdi…
Meşhur değildi… Meşhur edecek çevresi de yoktu…
Saz çalıp türkü söylüyordu…
Tabii Türkçe söylüyordu…
Kâhtalı Mıçı, Kürtçe bir aşk türküsü söylediği için ceza almıştı…
Kâhtalı İbrahim, dar bir çevrede tanınıyordu…
Ben Mersin’e geldim, yerleştim…
Mersin’e yerleştikten uzun bir süre sonra Kâhta’ya gittim…
Ramazan Saman’ı görmek istedim…
Yurdakulların kahvesini bırakmıştı…
Kendisini ararken, Karayollarında işyerlerinin üstünde bir kahvede buldum…
Ramazan Saman, Kâhtalı İbrahim birkaç kişiyle aynı masada kâğıt oynuyorlardı…
Oturdum. Sohbet ettik. Çaylarını içtim…
Kâhtalı İbrahim, benden yazdığım türkülerden istedi…
Üzerimde şiirlerim yoktu… Söz verdim…
Bir daha karşılaşmadık… Veremedim…
Kâhtalı İbrahim’i son gördüğüm yer, bu Karayollarındaki kahveydi…
Çok geç meşhur oldu…
Televizyonlarda izledim…
Kendini çok geliştirmişti…
Çok güzel söylüyordu…
Zevkle dinler, birlikte geçirdiğimiz günleri yeniden yaşardım…
Allah rahmet etsin…
Ölümü de ömrü gibi garip oldu…
Kâhtalı İbrahim, mekânın cennet olsun…
Kâhtalı İbrahim, senin hayatın bizim genç yeteneklerimize sahip çıkmadığımızın örneğidir…
Biz koltuklara oturmaya hevesliyiz…
Koltuklara oturunca, toprağımızın genç yeteneklerine sahip çıkmayı düşünmüyoruz… Yumuşak koltuklar oturmak, uyuklamak yeri olmuş… Bu koltuklar hizmet yeri olmadıkça, güzelim Kâhta bir adım ileri, iki adım geri gider.
Sanatçılarımıza, ressamlarımıza, yazarlarımıza, şairlerimize olanaklar sağlayıp onların kendilerini daha da geliştirmelerini ve yeni yetenekler yetiştirmelerini aklımızın ucundan geçirmeyiz…
Sanatı ve sanatçıyı seven, koruyan kültürden nasibimizi almamışız…
Şunu unutmamak gerekir: Kâhta’yı tanıtacak ve sevdirecek insanlar sanatçılardır…
Kâhtalı İbrahim, Kâhtalı Mıçı ve diğer sanatçılara sahip çıkmayanlar, Kâhta tarihinde nasıl anılacaklarını düşünmelidirler…
Hepimiz sanatçılarımıza sahip çıkmalıyız…
Onlar bizim sesimiz, övünç kaynaklarımızdır…
Kâhta’mızı Türkiye’de ve Dünya’da güzellikleri ile tanıtacaklar sanatçılardır…
Bunu hiçbir zaman unutmayalım…
Sözüm Kâhta’yı ve Kâhtalıları gerçekten seven insanlaradır…
YORUMLAR
Merhaba Mahmut Bey, sayfanıza girince diger yazilarınıza da bir göz attim. Feleğin acimasiz çemberinden gecen, birçok haksizlıga uğrayan bir kisisiniz.
Yazinız beni çok duygulandırdı. Tüylerim diken diken oldu desem yeridir. Bir insanin çok sevdigi ve başariyla yaptıği mesleğinden koparmak ne demek!
Siyaset uğruna sönen ocaklara içim aciyor.
Doğuymuş, Batiymis ne fark eder. Bu vatan hepimizin ve hepsi bizim insanimız. Yaşanilanlar birebir birbirimize benzemiyor mu?
Bu çalismalarinızı bir anı kitapta toplayabilirsiniz.
Sitemiz Şairlerinden Gaziantepli Sayın Mehmet Nacar Hocamin 'Kapildim Gidiyorum' isimli bir anı kitabi. O da ögretmenmiş ve yasadıği iyi, kötu anilarini kalee almış. Çok güzel bir çalısma olmus.
Tebrik ederim Mahmut Bey, ben de sizin sayenizde ebediyete göçen bütun sanatçilarimıza rahmet diliyorum.
Saygılar hocam.
Mahmut Cantekin
Güzel yorumunuz ve duyarlılığınız için teşekkür ederim.
Bu ülkede kitap basmak o kadar kolay değil. Lice Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığım dönemde ilçede 5 yıllık anılarımı yazdım. İki yılı aşkın bir süredir İstanbul'da bir yayın evinde beklemektedir. Bu ay kesin matbaaya veriyoruz diye diye 30 ayı geçti. Bu gün bir arkadaş aradı: Bu ay kesin basacaklar, dedi. Ben artık inanmıyorum. Ya tanınmış yazar-şair olacaksınız ya da 4-5 bin TL basım masrafı olarak öderseniz kitabınız basılır. Kitap basımında ahbap çavuş ilişkisi de önemlidir.
Dört şiir kitabım basıldı.
10 adet şiir kitabım ve 4 adet anı kitabım hazır.
Ben İstanbul'da kaldım. Gençliğimde yayın evinde çalıştım. Ayrıca Yıllarca kitapçılık yaptım.
Kitap piyasasının yabancısı değilim.
Maddi olanaklarınız varsa şiire benzemeyen şiirleri, nesire benzemeyen yazıları kitap olarak yayımlayabilirsiniz.
Bizim yayın politikamız maalesef böyle.
Selamlar, sevgiler.