- 673 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'değiştirilemeyen'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘nem’
Trajik bir kahramanın elinden gelebilmesi muhtemel şeylerden bahsedebilecek çok şey vardı. Nemli bir hava insanın tam da başının tepesine demir atmış güneşle beraber pek çok bezginlik hikayeleri söyletebileceği bir gündü. Deniz bile ilginçti. Elli metre mesafeyle su berraklaşıyordu. İnsanlar olağandışı bir görüntü sergiliyorlardı. Balkonuna çıkamayacağı haliyle ayakta, şezlong üzerinde, plastik sandalye üzerinde, bank üzerinde, tabure üzerinde oturan onlarca insan vardı. Korhan’la ilk karşılaşmamızdı. Namı ‘piç’ olan biriydi, gözümde canlandıramadığım kişiliğiyle anlattıkları kadarıyla esrarengizdi ama yüz yüze gelip muhabbet edince her şey farklı olmuştu. Korhan’ın evine Hamza geldiği için gidiyorduk. Zafer’de yanımdaydı. Kaldığı apartman ilginç bir yerdi. Rio’da ya da Almanya’da Bavyera eyaletinde bir şehirde gibi hissediyordum. Apartman girişi çift yönlü bir yolu andırıyordu ve küçük bir kamyonet rahatça içeri girebilirdi. Merdivenler iki adetti. Biri sol taraftaki dairelere, diğeri sağ taraftaki dairelere ulaşmak içindi ama her katta iki bölgeyi birbiriyle bağlayan uzun koridorlar mevcuttu. Üçüncü kat, otuz ikinci daireye çıkıyorduk. Sağ tarafta olan merdiveni kullanıyorduk. Katlarda daire önlerine koydukları sandalyelere oturmuş yaşlı kadınlar vardı. Absürt bir hayal dünyası işlemeye başlamıştı: Manhattan’ın doğusunda 78. Caddede bulunan hayat kadınlarının esrar çekenleri bu kadar hayattan usanmış olamazlardı. Yer yer birkaç kadının beraber oturdukları daire önleri de vardı. Üçüncü kata çıktığımızda kapı önünde Korhan sigara içiyordu. İlk karşılaşmamızdı ve bende uyandırdığı intiba iyi yöndeydi. Sıcaktan dolayı sadece şort giyinmişti. Sıradan, renkli bir kişiliğe sahip olduğunu seziyordum ama yorgundu. İçeri geçtik. Hamza’da kanepede oturuyordu. Sıcak ve nemli hava ilk başta ağzımızı dahi açmamızı zorlaştırırken, yavaş yavaş Korhan’ın muhabbetiyle ortam şenlenmeye başlamıştı. Ortadaki dikdörtgen masa üzerinde marketten alınmış birkaç kek ve üç paket sigara vardı. Hamza yanındaki paketten iki dal sigara çıkarıp, birini ağzına, birini bana doğru uzatırken, Korhan’da bilgisayarın karşısındaki sandalye üzerinde oturmuştu. Sigara dumanları odanın içinde asılı kalıyordu. Dikdörtgen masanın yanında poşet çöp olarak konmuştu. İçinde boş bir bira şişesi vardı. Zaman da geçmek bilmiyordu. Ne için geldiğimizi bilmiyordum burada ya da ne yapacaktık… Hatırladığım kadarıyla çantalarımızın içinde şortlarımız vardı. Denize girer yüzeriz düşüncesiyle gelmiştik ama bu düşünceden vazgeçmemiz on saniyeyi bile bulmamıştı. Hamza ‘oğlum misafirlerin gelmiş, bir şeyler getir, içelim’ dediğinde, ‘ne misafiri canım, arkadaşım bunlar’ demişti Korhan. Dışarı çıkma düşüncesinin kimseden çıkmadığının farkındaydım ama dışarı çıktık. Yaşlı kadınlar pozisyonları dahi bozmadan oturmaya devam ediyordu. Korhan’a ‘ne acayip yer burası abicim’ dedim, ‘öyle öyle, iyiyiz ya ama ben kapıyı bile örtmeden uyuyorum geceleri’ dedi. Zaten daireler 1+1 ve yazlık bir apartmandı. Dışarı çıkıp biraz yürüdükten sonra gölgeliği olduğuna kandığımız bir yere girdik. ‘Ne yapalım, ne edelim’ diye düşünürken, ‘hadi bir el okey atalım’ dedik. Bu düşüncenin de kimden çıktığını bilmiyordum. Yalnız ortamın en gençleri bizdik. Emeklilerin tavla atıp, okey oynadıkları mekandı. Daha doğrusu öyle zannediyordum. Tatlı bir genç kız garsonluk yapıyordu. Giydiği kotu bel hizasından yukarı çekmiş, poposu kota yapışmıştı. On dokuz yirmi yaşlarında genç kız yaşlı adamların etrafında koşuşturuyordu. Elindeki yuvarlak tepsiyle çay servisi yaparken, ‘bari çay içelim, hararetimizi alsın’ dedik. Bunu da kimin söylediğini bilmiyordum. Çaylar zehir gibiydi ama kızın tatlı yüzü için değerdi. Oyun da boktan gidiyordu. Daha ilk elden hiç el açamayacağım hissi üzerimdeydi. Oturduğumu yeri kanıksıyordum. Daha on beş dakika geçmemişti ama usanmıştım. Sandalyeye yapışmış gibi hissediyordum. İki de bir pantolonu çekiştirip duruyordum. İnsanlar arkamdan geçip giderken, rahat hissetmiyordum. Yaşlı oldukları için adımları da ağır oluyordu. Her ses irrite olma katsayımı arttırıyordu. Korhan arada garson kıza bakıyordu. Oyunda gözüm yoktu zaten, kulağım etraftaydı. Yaşlılardan biri kıza bir şeyler soruyordu. ‘Kız da bir hastaları olduğu için buraya baktığını söylüyordu.’ Bunu en az üç kişiye söylediğini duydum. Yine de yüzü gülüyordu. Gençliğinin verdiği garip bir umut ışığı gözlerindeydi. Korhan ‘bu ablasından daha güzel’ dedi. Şaşırdım, ‘hadi be, nereden biliyorsun’ dedim. ‘Sabah buradaydık, ablası vardı bunun, uzun boylu, çelimsiz bir şey’ dedi. Gülümseyemedim bile. Bir ara Hamza’nın oyun için hırslandığını fark ettim. Yine de oyunu takip etmediğim için attığım taşlardan yeteri kadar yararlanıyordu. ‘Soğuk bir şeyler içelim’ dedi birisi. Bunu söyleyeni de bilmiyordum. Üçü gazoz istedi genç kızdan, ben soda istedim. Kızın yüzü gülümsüyordu. Giydiği kot göze batsa da, yüzünün ferahlatıcı bir yanı vardı. Ortamın ambiyansına katlanabilmemizde onun etkisi büyüktü. Sigara paketinden son sigarayı içtiğimde oyunun son eliydi. Kağıtta yazılı olan rakam benim için birdi. Diğer üçündeyse on bir yazıyordu. Eli çevirebilirdim. Çifte biterdim ya da okeyle bitip, şansımı sürdürürdüm. Kırmızı renkte gelmişti, renkli bir sayıda okeyle bitmek oyunda tutunmam için fırsat demekti ama kitap gibi bir el filan gelmemiş, oyun bana kalmıştı. Zaten oyuna başlarken düştüğümüz sayı da meymenetsizlik vardı. Niye 31’den düşmeye başlamıştık ki? Biraz daha oturduktan sonra ‘kalkalım, yürüyelim az’ dedim. Kalktık, yürümeye başladık. Oturup okey oynadığımız mekânın bir de sol tarafında, denize sıfır, masaların dizildiği bir yer vardı. Birkaç gencimsi varlık görünce böyle sevineceğimi hiç düşünmemiştim. Taş gibi birine denk gelince Korhan duruyor, az bir süre bakıp geçiyorduk. İkindi vakti olmasına karşın güneş yine de rahatsız ediyordu. ‘Dönelim, nereye yürüyoruz’ dedim. Döndük, bu sefer ters tarafa yürümeye başladık. Evin olduğu noktaya vardık ve bu sefer doğuya doğru yürümeye başladık. Nefes almakta zorlanıyorduk. Terliyorduk. Zafer zayıf aramızda en zayıfımız ve yağsızı olduğundan terlemiyordu. ‘Nereye gidiyoruz ya, eve dönelim’ dedim. Eve doğru döndük. Aklımda tek soru yola çıkmadan önce çişimi yapıp yapmamamdı. Hamza işedikten sonra lavaboya girdim. Evin lavabosu daracıktı. Fanteziye insanın kendini kaptırabileceği bir mesafe dahi yoktu. İki kişi burada dövüşemezdi, sevişemezdi. O kadar dardı ki, uzun bir zamandan sonra ayakta işemek zorunda kalmıştım. Sigaram kalmamıştı. Hamza’nın paketine elim gidiyordu. Nefes almakta zorlanıyordum.
Yola çıktığımızda rüzgar içime işliyordu. Korhan’ın, namı diğer piçin samimi muhabbeti hoşuma gitmişti. Her şeye rağmen işeyebiliyor, nefes alabiliyor ve önümüzdeki yolu görebiliyorduk.
‘önemsizlik’
‘Aşırı bir gerçeklikle anlatmaya başladığında ve bunu da yaşadığında inandığın şeyler kaybolmaya başlarlar. Sonra bir zaman ‘ben nasıl yaşıyordum’ diye düşünmeye başlarsın. Bir gün zeytin yemeyip kesip, otuz yıl sonra zeytini ilk defa yemeğe benzemiyor bu davranış. Zeytin yerine başka gerçeklik hayatına getirmiyorsun, kendini ona inanma mecburiyetinde bulundurmuyorsun, sadece zeytinden vazgeçmişsin o kadar ama karşı tarafta inandığın bir şey var ve bunu söyleminin arasında yitiriyorsun. Onu tekrardan kazanmak için ömrün yetmeyebilir.’
Ne yazıyorum? Hiç! Olumsuz düşünmenin zamanı değil, iyimser olmalıyım tarzı aptallıklarla uğraşılacak zaman değil ama canım sıkılıyor şu beyaz çamaşırlara. Özellikle atletlere. İşte hayatın en reel, elde tutulur yanı bu. Bunu can sıkıntısı olarak hayatımda bir kazanım olarak bulundurabilirim. Uluslararası haber ajansından çıkmış ya da daha dar ve ulusal bir kaygıyla beslenmiş gündelik bir haberin benim için önemi olmaması gerek. Hem niye olsun ki? Bunun için, eylemsiz bir toplum var etmek için uğraşanlara ayıp olur. Hem eylem nedir ki; kendi atletlerini bembeyaz edememişken? Canım sıkılırsa, buna bana has bir şey ve kendimce çözümler üretirim. Çocukken canım her sıkıldığında içine para koymayacağımı bilsem de kumbara yapıp dururdum. Boş bardak kartonlarını bu yüzden hala çok severim. Çöpe atmadan önce hafifçe okşarım, bir an onu işe yarayabilecek bir hale getirebilir miyim diye de düşündüğüm olur. Çocukken en azından eyleme geçip yapardım ama şimdi bankalar daha basit yoldan bu işi hallediyorlar. Amerika’da hangi eyalette yaşadığını çoktan unuttuğum bir arkadaşın naif bir tasviri vardı. ‘Burada, bizim restorana kimle geliyor, kimler geçiyor. Çok ünlü gördüm. Porno yıldızları bile geliyor. Hatta bir keresinde Camillie Crimson bile geldi buraya ama ben takmıyorum hiçbirini. İşime bakıyorum.’ Camillie’yi ondan sonra merak edip araştırdığımda kadının sanatkar olduğuna inanmıştım ama mevzu arkadaşımın kendi egosunu farklı yönden tatmin etmesiydi. Arkadaşımla en son muhabbet ettiğimizde:’ Ulan biz burada on ben bin biriktirip, külüstür bir arabaya binerken, sen orada afili arabalara biniyorsun’ demiştim. Kıskanmış mıydım? Beni yanına çağırmıştı ama içten söylese dahi alay ediyor gibiydi. ‘Tanrı bu ülkede herkese bir kez şans tanır’ sözüne inanıp, yanına gitme arzum yok muydu? Bu ergen hayallerinin aslında olgunlaşıp, ciddi bir cooperation olabilirliği de vardı. Gerçek şudur ki, bazıları bulunduğu yerde hayal kurmaya devam eder, bazılarıysa bu hayaller üzerine hayatını kurup, gerçeği yaşar. Tabi hayal edilen zenginliğin refah kısmıysa, bu konuda insanın ciddi endişeleri olması lazım.
O gece Ayşe içini döküp, yastığa başını iyice gömüp, uyuduktan sonra hiçbir şey düşünmeden kafayı boşaltma seçeneğiyle sabah etmiştim. Yorucu bir günün ardından kahvenin faydasına inanıyorum, bu bir, ikinci olarak da o kahve yanında güzel bir şeylerden konuşmak anlamsız geliyor. Ne yapmalı peki, susmalı mı? Evet, susup, ağır işleyen karanlığın kanaviçesine etki etmeden, kalp atışlarının artış hızını doğanın içinde sessizlik yalanıyla eritmeli. Zor olan hayalde olanı tamamen silmek. Ayşe acı şeylerden bahsetti. O bahsetmeden önce, gece dalgasız denize emanetti. Yıldızlarında gözükmek istediği yoktu, yalnız cırcır böceklerinin ‘iyi saatlerde’ olsun çığırışları vardı. Hikayenin başı onlar için şöyleydi:’ Bir gün gelecek, dişi böcek olan anne, evladının rahminden doğuşu için içten çatlamaya başlayacaktı.’ Bunu o gece Ayşe’ye anlatmadım. Başka bir gece de anlatmadım. Böyle hikaye cümlelerinden kadınlara pek bahsetmemek gerekiyor. Ütüsüz olunca mı yoksa ütü vurulunca mı o beyaz pamuklu penye vücudun şeklini alır sorusuna gebe, dişi olamayan bir böceğin itirazıyla dolu, Ayşe’nin hayata uyumlu şikayetlerini zamanla eritiyorduk. Omuzlarımdan terliyordum. Ne garip, omuzlarım da pütürleşmiş ter damlacıklarını görebiliyor olurdum eğer çıplak olsaydım. Nü kalıntısı resme bedel hastalığımın ağır basamaklarının sonuna yaklaşıyorum. Yaz vakti hapşırıp, ikide bir balgam atıverirken, üstümde uzun kollu bir eşofmanla dolaşıyorum. Ne talihsiz bir durum! Aynen şunları söylüyorum:’ Ortalama bir erkeğin önceliği evlilik gibi gözükse de, kamışını o sıcak deliğe sokma fikri hep aklının bir köşesinde yatar. Bunun için fedakarlıklar yapar, hatta bir devlet batırabilecek kadar hırslı olur. Kadın inanır, çok inanır, hep inanır ve sonunda masum, kullanılmış olma rolünü oynar. Buna kanmasın artık kadınlar. Madem bir yola girmişsin, o yolun sonunu kestirmen için aklını kullanman gerekiyor. Duyguların aptal bir sülük gibi yapışmamalı terli tenlere. Yeryüzünün en kederli görüntüsü bu olmasa gerek! Kayaların bir yenildiği sular varken, insan yenilirken dahi aklını kullanmalıdır. Ayrıca, bir menfaat olgusundan bahsetmek gerekirse, kadın da erkek de suçludur. Kimi zevk, kimi akşam evinde önüne koyulacak yemek, kimi para için hayal kurar. Bunlar insan ruhunda kalıcı depremlere yol açar. Uzun zaman sonunda gerçek ortaya tekrar çıkar. Umutsuz olma durumunu insan hüsranla karşılaştırabilir ama asıl hüsran belleğin işlem yapamadığı ve bir bahane var etme çabasından başka bir şey değildir.’ Aklımda hala ütü var. Acaba o beyaz penye ütülenmiş mi olabilir miydi?
‘tokatlı kruvasan’
Gazete sayfalarıyla kapladığı kapının ardında onun odası vardı. İçimdeki merak duygusunun dilime dolanıp, anlamsız sözler sıralamasına engel oluyordum. Merakımı az da olsa dindirmemi sağlayacak şey, sayfaların birinde tarihe rast gelmem olmuştu. Yakın bir tarihe yakın gazete sayfaları kapıya yapıştırılmıştı. Gözümü kapıya diktiğimi görünce ‘ilginç olmuş değil mi, ilk başta ben de pek sindiremediğim oldu gözüme ama şimdi böyle görünce gerçekten sanatsal duruyor’ dedi. ‘Hı hı, sanatsal ama yakın tarihe ait gazeteler’ dedim. Gülümsedi. Dişleri, kornişe asılı tül perdelerin rengine sahipti. Hafif bir grimsi hava beyaz dişlerini kaplıyordu. ‘Ya, aslında boya yapacaktık eve, kapıları da yeni yaptırdığımız için gazeteyle kaplamayı akıl ettik. Diğer odaların gazetelerini boyadan sonra çıkardık ama ben böyle kalsın dedim. Bir de bant aldım birkaç renk, onlarla şeritler çizdim; dairesel, eğri, her türlü ve garip bir şey oldu. Annem bir şey demedi. Böyle de kaldı işte. Sevdin mi?’ Sevmemek mümkün olabilirdi ama sevmiştim. Gülümsüyordum ama dişlerimi göstermemek için kendimi zorluyordum. Uzun zamandır yine içime kapanmış, bu arada o diri senfoninin ardından kendime çeki düzen vermemiş olmanın tahribatıyla dişlerimin gözükmesini istemiyordum.
Odasını beni çağırmadan önce toparlamış olmalıydı. Çünkü her şey yerli yerinde ve garip bir temizlik kokusu içeriye çökmüştü. Gündüz olmasına rağmen oda karanlıktı ve eğer gözün alışmasını beklemek istemiyorsa insan lambayı yakması gerekiyordu. Yanına laptopa format atmak için çağırmıştı. ‘Laptopu ver bana, halledip getiririm’ desem de, ‘ya yanlış anlama ama içinde özel dosyalar var, bu yüzden yanımda halletsen daha iyi olur’ demişti. Bu bana güvenmediğinin bir kanıtıydı ama umurumda değildi. Büyük olasılıkla onun yanına gelmiş olmamın sebebi, ona yakın arkadaşımda gece başlayacak maçı izleme fırsatını yakalamış olmamdı. Eğer o çağırmasaydı büyük ihtimal evden çıkıp, bu kadar uzun yol kat edip, buralara gelmezdim ama düşününce mevzuyu, bu sefer de maç için değil de, onun çağırma teklifini reddetmemeyle alakası olduğu fikri canımı sıkmıştı. Ne yani, o bir bayan olduğu ve yardıma ihtiyacı olduğu için mi buraya gelmiştim? Onu kıramamış olmam bir yana, yoksa ondan bir tür menfaatim olur mu hissine mi kapılmıştım? Her ne olursa olsun artık evine gelmiştim. Laptopunu özel bir kılıfa koyduğunu görünce gülümsedim ama kılıfın altındaki işarete dikkat edince tedirgin oldum. Elma işaretinin anlamı, format atmasını istediği bilgisayarını yıllar önce birkaç defa öylesine kullanmış olmam demekti ve açıkçası işletim sistemini farklı bir bilgisayarla uğraşmak, bilgisayara yeni başlıyor hissinden başka bir şey değildi. Linux olsa, ubuntu’yu her türlü yükler, olmadı mint’le idare eder, mevzuyu çözerdim ama iş hiçbir şey bilmediğim os x yosemite olunca kendi içimde çuvallamıştım. Yine internetten bir şeyler bulur, hatta indirir setup halini, uğraşırdım ama dediğine göre bilgisayar başta normal açılıp, birkaç saniye sonra kapandığı için de setup halini önceden indirip getirmiş olmam gerekiyordu. Yanımdaki harddisk içinde ubuntu ve Windows 7 varken, kara kara düşünmeye başlamıştım. ‘Ne oldu, canın mı sıkkın?’ diye sorusuna hazırlıklı olmalıydım ama iki saat önce uyandığım için zaten mahmur bir hal üzerine güne devam ediyordum. ‘Mac kullanıyorsun, nasıl güzel mi?’ sorusu aslında geçiştirmeden başka bir şey değildi. ‘Evet, seviyorum, hoş bir laptop ama satmayı düşünüyorum’ dedi. ‘A, neden ki?’ diyen bendim ve şaşırmış gibi gözlerim donuk bakıyordu. ‘Eski sevgilimin hediyesi, ona geri vermek istedim fakat kabul etmedi. Şimdi satmayı düşünüyorum, parasıyla da kitap alıp bağış yapmayı düşünüyorum çocuklara’ dedi. İyi bir fikir gibi duruyordu. Daha ilginci eski sevgilisinin paraya değer vermeyen bir kişiliğe sahip oluşuydu. Zengin de olabilirdi. Piyasa değeri aslında 1500 dolar bir bilgisayardı ama ülkemizde kur farkından tl bazında işler değiştiği için ortalama bir insanın pek de alamayacağı bir laptoptu. Düşünmeye devam ediyordum. Aslında telefona bile iki buçuk bin lira verirken millet, bir bilgisayara beş bin veremezler mi yani? Ama insan sevgilisine bu kadar pahalı hediye alır mı? Ben kendime bile böyle hediye alırken yüz kere düşünürüm. Yapma bir çiçekten tek farkı gülümsemesiydi. Beni niye tanıdığını, neden beni çağırdığını itirazla sorguluyordum. Benimle bağlantısını konusunda ‘tamam, iş yerlerimiz yakın ve ortak arkadaşımız var’ desem de, yine de onun benimle ne gibi ilgisi olacağı konusunda tereddüt içerisinde kalmıştım. Uzun bir zamandır yabani hayatıma devam ederken, böyle egzotik bir atmosfer içine sığınmak bana göre değildi. Dahası başka şeyler de umabilirdi. Deli gibi sevilesi oval omuzlarının aşağısında uzanan kolunun ucunda peristaltik hareketler yapacağından bile kuşku duymayacağım parmaklarının tatlanışı yakınlıkla alakalıydı. Bir tatlı şerbetlenmeye başladığı anda çok güzel gelebilir ama ne yazık ki en tehlikeli olduğu an da, şerbetlenmeye başladığı andan itibarendir. Bunu bağırarak mı söyleseydim? Benden korkup, beni kapı dışarı da edebilirdi. Annesi Kıbrıs’a teyzesinin yanına gittiği için dört gündür tek yaşadığını bana söylerken, yabancılık duygusunun duvarlar arasında hissizlik pasaportuna işlendiğini seziyordum. Gözlerimi çukurundan çıkarıp, gözlük camlarını tükürükleyip siliyormuş gibi temizlemek istiyordum. ‘Pardon, kusura bakma, öyle bön bön bakıyorum ben de, bir şey içer misin’ derken, bön bön bakıyorum kısmı aslında bana bakışından başka bir şey değildi. Aptal olan bendim ve bana bakarken aptallaşmış olması gayet normaldi. ‘Su’ derken, u kısmını uzatıp ‘suuuuu’ dedim ve uluyormuşum hissine kapıldım. ‘Tabi ki, hemen getireyim’ diyerek ayağına kalktığında yarım kargo pantolonun bacaklarını açıkta bıraktığı kısımlara bakıyorum. Dizinin arka tarafındaki boşlukta herhangi bir varis belirtisi yoktu. Sağlıklı bir fizyolojisi vardı. Kapı açıktı ve odadan tam çıkacakken arkasını dönüp ‘sen de bilgisayara bak istersen’ dedi. Kılıfı çıkarmadan bilgisayarı kucağıma alıp, tekrar oturduğum tekli koltuğa oturdum. Tekli koltuğu yatağı gibi orkide beyazı rengindeydi. Kendimi pisliğin teki gibi hissederken, koltuğu kirletir miyim düşüncesinin gerçekten aklımda olup olmadığını tartışacak zaman değildi. Kılıfı bir türlü çıkaramadığım gibi, içine buz koyduğu bardakla odaya geri döndüğünde gözlerimle ona ‘yapamayacağımı’ anlatmak istiyordum. ‘Hasta mısın sen biraz?’ derken elini bir anda alnımda hissettim. ‘Yo, soğuk gayet, iyisin’ derken de, kucağımda laptop, elimde de uzattığı bardak vardı. ‘Teşekkür ederim’ derken, bedenimi donmuş briyantin gibi hissediyordum. Suyu yudum yudum içerken, bana gülümseyerek bakıyordu. Sanki ben geldiğimden beri hep gülümsüyordu. ‘Biliyor musun, sende farklı bir enerji var, bunu hissedebiliyorum, yani nasıl anlatsam bilemiyorum ama o enerjiyi seni görünce alıyorum ben. İnsana iyi gelen bir enerji…’ demesini hiç istemediğimi ona söyleyemeyeceğimi biliyordum. Bu işte absürtlükte gelinebilecek son noktaydı. Tamam, ülkece delirmiş, zekadan yoksun insanlar tarafından kandırılmaya alışmış olsak da, bu durum bile bana söylediği şey karşısında absürt kaçmıyordu. Benim gibi birinin iyi enerji sahibi olabileceğinden bahsediyordu. Oysa onu akıllı biri sanıyordum. Yanılmışım. Biraz sonra bana karizmatiksin filan da derse, ona ‘sen yalancı bir sürtüksün’ deyip, evini terk edeceğim. Fakat gülümsüyordu ve hala benim ona iyi geldiğim tarzında bir şeyler geveliyordu. En son söyledikleri ilgimi çekmişti. ‘Çayı demledim, mis gibi de kruvasan yaptım senin için.’ Başımdan kaynar suların dökülmesine az kalmıştı. Ne tepki vereceğimi unutmuş gibi hala kılıfı üzerinde duran laptopu kucağımda duruyordu. ‘E, açmamışsın bile bilgisayarı’ derken, gülümsemesi gitmiş, yerine sorgulayıcı bir yüz ifadesi gelmişti. Bu haline ben sevinmişken, ‘hadi ama sen başla işine, ara verip çay içeriz’ derken yine gülümsemeye başlamıştı. Buz parçacıklarının birbirine çarpıp, ses çıkardığı bardağı ona uzatırken, kılıfı itinayla laptopun üstünden çıkardım. Muazzam bir laptop olduğunu yıllar öncesinden biliyordum ama tarzı daha güzelleşmiş ve dizayn olarak gerçekten iyi olan şeyin ciddi bir sorunu vardı ve ben pek bir şey bilmiyordum. O an aklıma paratonerin içine çekemeyeceği bir şiddette şimşek çakmış ve gözlerim açılmıştı. Ne de olsa elimdeki bir diğer bilgisayarlar gibi aynı harddiski, anakartı kullanan bir bilgisayardı ve mac olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Önce Windows kurup, sonra netten yosemite’yi indirebilirdim. Harici harddisk yardımıyla işe başlarken, her şey iyi gidecek diye düşünmeye çoktan başlamıştım. İlk problem aracı programı indirmekti ve bunu da akıllı telefon halletmişti. Nihayet Windows bilindiği üzere kuruluma devam ederken, problemin ikincisi ağır gelmişti. Harddisk ikiye ayrılmış ve işletim sistemi c sürücüsündeydi ama onun önemli dediği dosyalar c de miydi, d de miydi diye koyu koyu düşünmeye başlamıştım. Ona böyle bir soru sormak istemiyordum. Saçma olacağını düşünüyordum. ‘Hangi sürücüye özel dosyalarını koydun?’ gibi bir soru aptallık olurdu! Kesin d sürücüne koymuştur, c’ de yalnızca işletim sistemi vardır gibi basit mantıkla c sürücüsünü biçimlendirirken garip bir şekilde bende gülümsüyordum.
O günden sonra ortak arkadaşımız ve telefon aracılığıyla gelen sövgülü mesajlarından başka bir daha görüşmedik. Rahmetli babasının da olmak üzere, şimdiye kadar çektiği ve çekindiği fotoğraflarının hepsini yedeklemeden bilgisayarın c sürücüsünde bulundurduğunu o gün yaptığı kruvasanlardan altı tane yedikten sonra öğrenmiştim. Kruvasanlar gibi tatlı birkaç tokatta atmıştı yüzüme. Bir gün sinirlenip, attığı mesajlardan birine karşılık olarak ‘hani ben sana iyi enerji veriyordum, benim enerjimi istemiyor musun’ diye yazdığımda ‘tükensin, kalmasın sen de enerji filan, Allahın cezası aptal ibibik seni’ diye karşılık vermişti. Yine de hayatımda yediğim en tatlı kruvasan ve tokat ona aitti.
YORUMLAR
Senin kahramanlarında az eylem çok düşünce var.Hemen hemen hepsi pesimist. Yanlız bir tanesini hatırlıyorum dünyayı çok da umursamayan ve esprili. Adını hatırlamadım.
Düşünce gücüyle olmadık diyarları zorlayan, okuru da kendisiyle birlikte düşünmeye sevk eden öykülerini okumak kefiy verici. Daima ağır ve dolu hikayeler ya da durum kesitleri. Yalnız bu öyküyü patlamış mısır eşliğinde okuduğuma pişman oldum bir ara.
Tebrik ediyorum.