Girdap
Ummadığınız bir radyo kanalında ‘’Güllerin içinden’’ çalmaya başladığında ne hissederseniz, ben onu hissediyorum şu an…
Elbette çok farklı insanlar olarak değişik duygulara kapılmamız normal ama bu şarkıda uzaklara dalıp tatlı bir tebessümle sevimlileşenler benim kuşak oluyor. Gerçi öyle gençler gördüm ki sanki elli yaşında gibiler onları da aramıza almamız gerekecek sanırım bu benzetmede.
Otuz beş yıl önce…
Yol bitmek bilmiyordu ya da bacaklarım onlarca kilometre yürümeye dayanmıyordu.
Uzaklarda ince ince salınan duman gördüğüne sevinir mi insan…
Bu yaz sıcağında soba yakılmışsa, bu o evde bir şeyler yakılıyor demekti ve o evin bir yoldaşa ait olduğunu gösterirdi işte bu yüzden hedefe yaklaştığımı gösteren duman beni sevindirmişti.
Ne yaptık biz bu ülkeyi sevmekten başka…
Neden kendi yurdunda sürgün hale gelmiştik, birçoğumuz eline silah almadığı halde şimdi silahlı terör örgütü üyeliğinden aranıyorduk. Kayıp dostların sayısı gün geçtikçe artmaktaydı, işkenceden ölmeden çıkılsa bile akıbetimiz belli değildi. İşlenmemiş suçlardan kabarmış dosyalarla korkutulup onların safına geçmemiz isteniyordu…
Ömrünü mücadeleye adamış yoldaşlar bir süreliğine ortadan kaybolma kararı almış ve kimselerin bulamayacağı yerler aramaya başlamıştı.
Kavuran sıcaktan kaçıp yaylalara sığınanların içine karışanlarımız oldu. Ben ise kimsenin uğramadığı, yaylaya bile çok uzak ve çok daha yukarıda, araç yolu olmayan Cemile ananın barakasında saklanacaktım. Selma’nın annesiydi Cemile teyze, çocukluğumuzdan beri didiştiğim ama bir o kadar da sevdiğim o küçük kız büyümüş ve bu ülkenin güzelleşmesi için canını bile verecek kadar yürekli bir insan olmuştu.
Yaklaşık bin metre yükseklikte nispeten daha kuru ve fazla oksijenli bu yaylada esen rüzgâr ensemde biriken teri kuruturken, soluklanıp çaldım barakanın derme çatma kapısını, korkmasınlar diye de parola ıslığımızı öttürdüm.
Fufufifo fifo…
Bu ıslık pederin arkadaşları ile haberleşme melodisi idi, o kadar çok işlemişti ki içime ben de kendi dostlarımla bu şeklide iletişim kurmaya başlamıştım. Selma ben ve İbrahim zamanla başkalarına da bu alışkanlığı edindirmiş ve kendimizi başka bir grup olarak görmeye başlamıştık…
Islığın hatırlattıkları ile gülümseyen Selma açtı kapıyı ve ilk kez bir erkek gibi karşılamadı; belki yaşadıkları belki fazla oksijen alması zihnini açmış olmalıydı. Erkek Fatma durumundan bir türlü kurtulamayan, hani o bildik top sevdalısı küfür eden kızlardandı o ve hiç büyümedi. Sonraları dünyayı kurtarmaya çalışmanın ağır yükü sert mizaç gerektirir gibi bir karar verdiği için de bu durum bugüne kadar süregelmişti.
Ya beni gördüğüne sevinmişti ya da gerçekleri görmüş normal olmaya karar vermişti.
İçerden kesif bir yanık kokusu geliyordu.
Ne yakıyorsunuz dediğimde ağlamaya başladı…
Don kıyılarındaki kundakçılar kitaptan fırlayıp her şeyimi kül ettiler.(0)
Pratikte nasıl materyalist olunacağını yaktı…(1)
Portekiz’deki yoldaşların bize aktardıklarını yok etti.(2)
Fransız direnişinin haşmetini kül etti.(3)
Sonra küçük kızken çokça gördüğüm o hin bakışını takınıp,
-Ama bunu kurtardım deyip eteğinden çıkardığı kitabı bana uzattı.
Küçük Prens yaşayacaktı…
Evin arkasına doğru çekti beni ve anlatmaya başladı hiç durmadan, elleri titreyerek bazen kekeleyerek ama nefes almadan anlattı.
Arada iki damla gözyaşı bazen yoldaşları özlemle hatırlamanın yüzüne yaydığı gülümseme ile sürdürdü konuşmasını.
Suçsuz olduğunu bilerek kaçmak psikolojimizi bozmuştu en çok da vatan haini damgası yemek içimizi acıtıyordu. Birkaçımız servetini bazılarımız kariyerini, kimimiz geleceğini hatta hayatını hiçe sayıp ülkeyi yaşanır hale getirmeye çalıştığımızdan bize ithaf edilen bu iğrenç lakırdıya Nazım’ın dizeleri sayesinde dayanabiliyorduk. Hani şu hepinizin bildiği ‘’Vatan hainliğine devam ‘’ ettiği şiiri bize soluk olmuştu…
Selma ricamı kırmamış o güzel sesiyle bir ağıt okumaya başlamıştı…
Tüm Amanos dinledi; insanlık, bize yardım edemediğinden kendinden utandı.
Anlamıyordum ama içimden gelen ağlama hissini engellemedim, Arapçayı çat pat konuşan ama iş şarkı söylemeye gelince bülbül kesilen bu kıza boşuna bücür Feyruz dememişler. İçe işleyen namelerle çok hoş bir uzun hava idi. Silah sesleriyle yarım kaldı…
Göstermelik bir teslim olun uyarısı yapmaya bile gerek duymayan yüce devletimiz fermanı vermişti hakkımızda. Buraya kadar boşuna mı gelmişlerdi, akıttıkları tere değecek bir iki kafa derisi ile evlerine dönüp çocuklarına kahramanlık öyküleri anlatacaklardı.
Cemile Ana feryatlarla dışarı çıkar çıkmaz öldürüldü. Çok tehlikeli bir terörist daha etkisiz hale getirilmişti. Anamızın çalışmaktan nasırlaşmış ellerinden aktı masumiyet. Torunu yaşındaki bir yeniyetmenin tetiğinden çıkan kurşunlar onu aramızdan almıştı. Koşmaya başladık suçsuzduk ama yaşamak için koşmak zorundaydık…
Bu uzun havanın sonunda çok güzel oynak bir şarkı var nasip olmayacak söylemek galiba dedi Selma.
Güldük sadece bakışıp güldük. İkimizde zamansız konuşmalarına alışıktık nasılsa onun. Canımız dişimizde koşarken ettiği lafa bak şimdi, gülmeyip ne yapacağız, güldük…
Selma, şu aşağıdaki derenin öte yanındaki mağaraya gel orada çok önemli bir şey konuşacağım seninle dedim ve açılı bir şekilde ters yönlere koştuk, koştuk ve biraz daha koştuk.
Selma gelmedi, gelseydi bir şey uydurup başka konulardan bahsedecektim her zamanki gibi…
Şimdi her yıl mezarına gidip ‘’Seni Seviyorum Selma’’ diyorum.
17 Ağustos 2015
Nadir
(0) Don Hikâyeleri Şolohov
(1) Felsefenin Başlangıç ilkeleri Politzer
(2) Yarın bizimdir yoldaşlar Manel Tiago
(3) Paris Düşerken Ehrenburg
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.