- 505 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Demokratik Deliler Devleti-25
-Delirmeye var mısın?
-Bazen gerekiyor da...
**
Bir şeyin bıraktığı boşluk bir başka şey tarafından hemencecik dolduruluyor. İşte Mucit gitti, Dedikoducu geldi. Şansa bakın ki o da aynı konudan bahsediyor.
-Kargacı, şu iki adam bizi gözetliyor.
-Neden gözetlesinler ki, kim onlar?
-İspiyon timinin elemanları.
-Az önce Mucit ajanlar tarafından takip edildiğini söylüyordu, şimdi de sen çıktın ortaya aynı şeyi söylüyorsun.
-Bırak o manyak Mucit’i! Ben gayet ciddiyim.
-Galiba bugün şansım paranoyaklardan açıldı. Hoş, ben de öyleyim ya. Milli kahraman olduktan sonra birçok kişinin beni takip ettiğini, bana kötülük yapacağını hatta öldüreceğini sanmaya başladım. Sen o adamların ispiyon timinden olduklarını nereden biliyorsun?
-Bilmeyen mi var?
-Var. Mesela ben.
-Sen para saymaktan başka bir şey göremez olmuşsun. İspiyon timinin diğer iki elemanı da bak biraz ilerideki banka oturmuşlar ve arada sırada bize bakıyorlar.
-Pekiyi bu ispiyon timi elemanları böyle kolayca nasıl deşifre oldular da herkes onları biliyor.
-Kendileri bilerek deşifre oldular. Herkes onları tanısın diye neredeyse davul bile çalacaklardı.
-Bunu yapmalarının bir sebebi olmalı.
-Tabii var. Böylece toplulukta kendilerince ayrıcalıklı, saygın bir yer bulmuş oldular. Herkes onlardan çekinmeye, her istediklerini yapmaya başladı.
-Bu durumda onların yönetime aktaracağı bilgilere de güvenilemez. Çünkü kimse onların görevlerini bile bile yanlarında gizli bir şey konuşmaz.
-Bu tim elemanları önce hoşlanmadıkları, kızdıkları, düşman oldukları kişileri uydurma suçlarla ispiyon ettiler. O insanların suçsuz yere ceza almasını sağladılar. Ancak sonunda bu kaynak tükendi ve şimdi yeni bilgiler peşine düştüler.
-Seni neden bu time almadıklarına doğrusu şaşırıyorum. Burası tam sana göre bir yerdi ve bunların hepsinin aktaracağından çok daha fazla bilgiyi yönetime verebilirdin.
-Almadılar, çünkü üst makamlardaki bazı kişiler buna engel oldu. Haklarında o kadar çok bildiğim şey var ki korktular.
Lafı daha uzatır sanıyordum, uzatmadı. Cebinden bir tomar kâğıt çıkarıp bana verdi ve,
-Bunlar Âşık’ın dolabının altından çıkmış. Galiba arama sırasında düşmüş. Odada temizlik yaparken bulmuşlar.
Dedi ve sessizce yanımdan ayrıldı.
Âşık’a ait olan yazıları bir köşeye çekilip okumak için sabırsızlanıyordum. Başkalarının görmesinden de çekindiğim için en uygun yeri bir müddet aradım. Sonunda en emin yerin büro olduğuna karar verdim.
Büroda yazılanları okumaya başlamadan önce kapıyı kilitledim. Ne olur ne olmaz!
En üstteki kâğıdı okumaya başladım:
“Hani seninle sözleşmiştik; birimiz darda kalınca diğerimiz bunu hissedip derhal yardıma koşacaktı! Ben sana gidemedim, sen de bana gelemedin. Her anımda ettiğimiz yemini, verdiğimiz sözü hatırlıyorum ve bekliyorum çaresizce. Desem ki sana, yeter artık! Ya sen gel bana, ya da yerini bildir...”
Sonraki üç kâğıtta şiirler vardı. Şiirleri yayımlamak istemiyorum, çünkü o şiirlerin sahibi vardı ve yayımlamak için sahibinden yani Mahperi’den izin almam da mümkün değildi!
Bir başka yazı:
“Gözyaşlarını sildi, ağlamaktan kapanan gözlerini biraz açtı, sisten başka bir şey görünmüyordu. Kendini zorladı, iyice açtı gözlerini ve tüm çıplaklığıyla her şeyi gördü. Değişen ya da değiştirilebilen bir şey olamazdı, onun için “elveda” demeden gitti, giderken artık gözünde bir damla bile yaş yoktu...”
Bir diğeri:
“Kervancı dur artık! Baksana çöl bitti, güneş battı, Han karşıda duruyor, merkep yorgun, develer yorgun, insanlarsa bitkin... Onun için dur artık! Kervancı, kervancı! Ne yapıyorsun? Çölü bitirmişken neden tekrar çöle döndün, yoksa kum fırtınalarına mı âşıksın?”
Artık kesin olarak inandım ki Âşık sadece şiir yazmamış, şiirin dışında başka yollarla da düşüncelerini anlatmaya çalışmış. Nurlar içinde Mahperi’nin yanında uyu emi, güzel çocuk!
Yurttaşların hesapları da boşaltıldı, elde edilen paralar getirilip bana teslim edildi. Umulduğu kadar değildi elde edilenler. Şimdilik kala kala yurttaşların satılmayı bekleyen telefon, takı, saat gibi kıymetli eşyaları kalmıştı. Bunların da fazla bir getirisi olacağını zannetmiyorum.
Bir günde silahın nasıl kullanılacağını öğrendim. Artık şarjöre mermi doldurmayı, şarjörü tabancaya takmayı, gez’i ve arpacık’ı biliyorum. Nişan alırken gözü, gezi, arpacığı ve hedefi aynı hizaya getirmem gerektiğini de biliyorum. Evet, bunları öğrendim ama bir kez daha kullanmak zorunda kalmamayı dilerim.
Devrimin yirmi ikinci günü...
Maliye Bakanı büroya geldi ve ne kadar para toplandığını sordu. Hesap dökümünü çıkarıp gösterdim. Yekunu görünce yüzü güldü. Çıkarken:
-Kargacı yarım saat sonra sana iki çuval göndereceğim. Paraların hepsini çuvallara doldurup görevli elemanlarla birlikte dışarı çıkarın ve arabanın bagajına koyun, dedi.
Yarım saat sonra çuvallar geldi. İki çuvalı da parayla doldurup dışarıda bekleyen üç arabadan ortadakinin bagajına koyduk. Bu arabada İmparator ve Maliye Bakanı vardı. Diğer ikisinde ise güvenlik elemanları yani korumalar bulunuyordu.
Meseleyi anlar gibi olmuştum. Paraları şehre götürüp bankaya yatıracaklardı; tabii İmparator’un hesabına. Zaten bu dünyada, diktatör olup da zengin olmayan var mı ki...
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.