- 872 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'old breaking'
‘Vergi dairesinin giriş kapısında bekleyen, 1.70 boylarında, yüzü yeni tıraşlı, otuzlu yaşlarında, sıcaktan başında su damlacıkları oluşmuş adamın önünde duran yaşlı kadın dikkatimi çekmişti. Oturağın iki sol yanında ayakta duran genç bir bayan, yanında oturan kadına ‘görüyor musun anne, kadının parasını almak için adam birazdan beyan dolduracak’ dediği an, o ana kadar anlam veremediğim manzara için geçerli ipucular sağlamam da yardımcı olmuştu. ‘Ne beyanı kızım, güvenlik görevlisi değil mi o’ dedi. Genç bayan başını salladı, başıyla beraber düzleştirdiği uzun saçları da sallandı. ‘Keşke yalnızca güvenlik görevlisi olsa anne, ayrıca beyan doldurarak ek para kazancı sağlıyor.’ Annesi kızının söylediklerini anlamlandırma çabasındaydı. ‘Nasıl’ dedi, ‘buna engel olan yok mu?’ Genç bayan annesinin omzuna elini koydu hafifçe, ‘Anne, nasıl olsun Allah aşkına? Burada mükellefler için hizmet veren bir devlet dairesi aslında ve devlet zaten memuruna maaşını veriyor. Fakat biliyorsun bu maaş hiçbir zaman memura yetmez. E, göz yumup bu işi el altından yapan memurların olduğu bir yerde güvenlik görevlisi de beyan doldurur.’ Kendimden hiç bekleyemeyeceğim bir şey yapmış, konuşmalarının arasına dalmıştım. ‘Burada güvenlik görevlisinin günah keçisi yapma girişimi mi var hanımefendi?’ dedim. Saçma bir şey söyledim, genç bayanın anlatmak istediği mevzu genel manada ülkenin eksikliğiydi. Ekledim: ‘Rahatsız ettiysem kusura bakmayınız ama konuşmanızı son derece rahat bir şekilde duyabiliyorum.’ Genç bayan rahatsız olmuştu. Annesiyle aramdaki oturakta oturan güneş gözlüklü, kalitesiz fondöteniyle dikkat çeken, askılı bir tişört giymiş, yüzündeki çillerine, omzundaki güneş lekeleriyle eşlik eden kadın ayağa kalkıp gidince, genç bayan üç buçuk adım atıp oturağa oturdu.’
-E, bu kadar mı?
Tekin’i güç bela sabah uyandırabildiğimde balkondan yeni çıkıp salona gelmiştim. Balkon kapısı salonun güneye en yakın taraftaydı. Balkonda otururken yazdığım tek paragrafı ona okuttuğumda ‘e, bu kadar mı’ cevabını verdi. ‘Çay demledim içelim’ dedim. ‘İçelim, içelim de, eskisi kadar hevesli görmüyorum seni’ dedi. Haklıydı, yine her şeye karşı hevesimi kaybetmiştim. Akvaryumda yaşayan çöpçü balığı kadar değerimin olmadığına inanıyordum. Çünkü diğer balıkların aksine çöpçü balığının aslında önemli vazifesi akvaryum dibine iniveren yemleri bulup yemekten başka bir şey değildi. Ben böyle anımsıyorum. Bir ara akvaryumla da ilgileniyordum, on yedi balığım vardı. Her biri ölüp giderken kendime haksızlık yapıp, yaşadığımı fark edince ara sıra çıldıracak gibi oluyorum. Bir şaka olmalı bu ama değil. Komikliğin insanı korkutan yanı gelip geçici ama hissedildiği ve tekrarlandığı an şiddetini arttırıyor. Bir şaka gibi, geçici geliyor ilk başta ve derinlere inildiğinde o trajik yüceliğe açılmış pencerelerde yüzlercemden görüyorum. Her bir pencere aynı manzaraya bakıyor ama herkes farklı düşünüyor. Yalnız ayrım olmadığının farkındayım. Pencereler herkesin. Ortak kullanım hakkı, liberal bir saygınlık taşıyor insanlar. Ahkam kesip, ahlak edebiyatı illetinden topluluğu kurtaran bir şaşkınlık var.
Tekin sesleniyormuş da ben duymuyormuşum:’ Hadi, denize girmek için geldim yanına. Böyle yatacaksam evimde de yatardım.’ ‘Hafif bir kahvaltı yapalım da çıkarız’ dedim. Kahvaltı boyunca Tekin’e geçen hafta terminalde gördüğüm kızı anlatıp durdum. Tekin ilgileniyormuş gibi yapıyor, ara sıra ‘hadi be’ yüz ifadesine tam geçecekken vazgeçip, ilgilenmediğini belirten ifadeye dönüş yapıyordu. ‘Siyah bir kıyafet vardı üzerinde. Elbise değildi, büyük olasılıkla pantolonu da siyahtı, tişörtü de siyahtı. Terminaldeki insanlardan bağımsız gibiydim. Yaktığım sigaranın yarısına gelmeden onu bankamatiğin arkasındaki yatan temizlikçi süpürgesinin üzerine doğru fırlattım. Herhalde yirmi dakika boyunca terminalde bulundum. Giderken gözlerimiz aynı yöne bakıyordu. Sinüs ve kosinüs olarak doksan dereceye birbirimizi tamamladığımız anda ben çoktan arkamı dönüp terminalin çıkış kapısına yönelmiştim. İnsan suçunu çekmek için daha ne kadar süre bekleyeceğini bilemediğinde sinirlenir, günden güne güç kaybına uğrar, geçerli bir izleyici tayfasını da kaybeder. Toplumun geniş boyutlarında yaradılışın ölümüne şahit olur. Kişiliği kaybetmenin kişiliksizlik üzerine tartışılacak bir sebep olmadığını, tanrılaştığı noktada arzusunun sürekli kayba uğrayıp, aslında iç labirentinde sıfır bir ağırlığa dönüşmenin umudunu taşımaya başlar. Birey kişiliklerden sıyrılıp, asıl tanışabileceği özünü bulur.’
Sahile geldiğimizde şezlong kiralayalım mı diye sordum. ‘Tiksiniyorum şezlonglardan’ dedi. Havluları taşların üzerine serdik. İri erikler, şeftaliler ve yemyeşil üzümümüz de vardı. Ev yakın olduğu için bu tür ihtiyaçları buz gibi soğuk su içinde getirmenin yöntemini bulmuştum. Tekin siyah kıyafetli kızı anlatmamdan bıkıp, sonunda küfür yolunu seçmişti:’ Sikseydin de kızı ben de kurtulsaydım bu kızı anlatmandan.’ Beni anlayacak ölçü de estetik ve özgün düşünemeyeceğini tahmin etsem de, işin rengini değiştirip, güzellik üzerinden obje ve haz doyumu tercihine geçişi beni kendimden de tiksindirmişti. İçimde kalması gereken bir şeydi. O orada, üçlü demir bankın en sağında kız arkadaşıyla beraber otururken defalarca kendisine baktığımı fark edip, karşılık vermesini de ilave olarak haz doyumu olmaksızın estetik ve özgün bir düşüncemden Tekin’e neydi ki? Bazen bu hatalara çok düştüğüm oluyor. Gereksiz insanlara içimi döküyorum. Normalde az konuşmayı talep eden biri olsam da, eşik sınırını açıp, insanları gereksizliklerimle de boğduğum olabiliyor. Tekin yine huysuzlanıp ‘bu deniz ne böyle be, yosunlara bak, aklıma Mersin geliyor’ dediği an, salkımından birkaç üzüm koparıp ağzıma koydum. Ağzımda hafifçe üzümleri dişlerimle ezip, suyunu çıkarırken, arkamızda duran kayığın üzerine oturan küçük çocuğun yanına annesi geldi. Annesi mavi deniz dalgalarından desenleri olan lacivert bir bikini giymişti. Şekilsiz vücudu bikiniyi taşıyamıyordu. Bikinin alt kısmı kalça kısımlarından itibaren şekilsizliğin verdiği ahenk dışı durumlara beraber tangaya dönüşmüştü. Bu görüntü Tekin’in umurunda değildi. Ayağa kalktı, önce hafifçe domalır gibi bir hareket yaptı. Sonra ellerini yukarı doğru dimdik ellerini kaldırdı. ‘Ne yapıyorsun lan saçma sapan hareketlerle’ dedim. ‘Egzersiz hıyar herif, denize girmeden önce vücudu esnetmek lazım’ dedi. Gözlerim kapanıyordu. Yüzükoyun dönüp, uzanmışken Tekin denizin içinde çoktan küçük bir karınca olmuştu.
Ayşe ‘yanına geleceğim’ dediğinde şaşırmıştım. İçimden ‘nasıl yani, ayarlayabildin mi’ demiştim. Geliyordu ama iki türlü sıkıntım vardı. Birincisi işten nasıl izin alabilirim diye düşünmeye başladığımda, ikincisinin daha yoğun başıma dert açtığını fark ettim. Geliyordu ama bir şey eksikti. Kendisine içimden geçenleri söylesem, üzülecekti, belki de sinirle daha kötü sözler de söyleyebilirdim. Telefonda olsa şöyle bir konuşma geçebilirdi:
-Geliyorsun demek, nasıl ayarladın ki?
-Ayarladım işte. Ayrıca Sinan’ın her şeyden haberi var.
-Nasıl yani? Sevgilinde biliyor yani geleceğini…
-Evet, her şeyi ayarladı o.
O saniyeden sonra kontağın kopup, sessizliğe bürüneceğim konusunda eller havaya kalkabilir. Bunun sebebini ona anlatamazdım. Böyle bir şeyi bir bayana anlatmaya kalksaydım kendisini kıskandığımı, sevgilisinin her şeyi ayarladığını bildiğim için sinir olduğumu zannedebilirdi. Tam aksine umurumda olmayan kısım sevgilisiyle arasında geçenlerdi. Onun hayatında daha önemli saydığım değerleri vardı ve bu onun hayatına son bir senedir girmiş birisiyle asla yan yana getirilemeyecek çizgideydi. Metin de bir ara damarıma basmıştı. Aramızda saçma bir muhabbet geçtiğini hatırlıyorum.
-Naber lan, hiç arayıp sormuyorsun, şerefsiz…
-İyidir, seni sormalı.
-Sormalı evet, hiç sormuyorsun ama.
-Meşgul adamsın, ne zaman müsaitsin bilemiyorum.
-Bahaneni sikeyim, sen ara ulaşamazsan senden çıksın.
-Gerçekler vardır bazı. İnsanın sindirmek istemeyeceği şeyler. Bu genel de hislerle alakalıdır. Maddeten gerçek soğutur ama asıl manevi hisler düşünceler insanı sıcak tutar.
-Yani aramak içinden gelmiyor, ok kib by.
-Değiştin lan sen, iyice değiştin.
-E, tabi normal olarak sen aynıysan sıkıntı var demektir.
-Keyfine bak aslanım.
Aramızda geçen kısa muhabbetin derin analizler yapılmaya ihtiyacı yoktu. Aslında birbirini özleyen iki arkadaş vardı ama Metin’in değiştiğini düşünüyordum. Tabi kendisi böyle düşündürüyordu. Değişmenin zararlı yanı, insanın farklı bir kişiliğe bürünmesiyle alakalı kısmı, yoksa değişmek zararlı olmayabilir. Ben böyle düşünüyorum diye onunda benim gibi düşünmesini beklemiyordum ama gerçekten iki tarafta kendi yönünü geçerli sayıyordu. O, iyi bir şeyler yaptığını düşünüyordu. Çevresince saygı görüyordu, seviliyordu da. Bu onun kendi gerçekliğinde değişimi üzerine var olan gelişim olarak sayılabilirdi fakat asıl sorun bir türlü kendi düşüncesi dışında olanlara saygıya sahip olamamaktı. Ben de genel de karşıt bir düşünceyi dinlemeyi sevmem ama okurum. Okumak bana düşünmem için de vakit kazandırıyor. Bir yandan düşünüyorum okurken ve zıt olduğum bir düşüncenin içerisinden bile saygı duyabileceğim pek çok ince noktaya rastlarım. Kendime de kızıyorum, keşke Metin’e böyle düşünmesini sağlayabilseydim. Yine istediği yoldan gitsin, hayatını şekillendirsin ama at gözlüğü takıp dolaşmasın. Bunu gerçekten ben başarabilir miydim? Zorluklar karşısında hemen kaçan, kendisine acıyan, duygusal bir boşlukta belki de bipolar bozukluk yaşayan bendim. Metin’in bana ihtiyacı yoktu. Beni uyumsuz, zevksiz görüyordu. Bu onun suçu değildi. Buna sebep bendim. Ayşe için de aynı şeyler geçerliydi. Aramız çok iyi dediğim an, zihnimdeki sayfaları karıştırıp baktığımda aramız kısmının sarp uçurumlarla çevrili bir yol olduğunu görebiliyordum. Aslında ben son derece basit, sabit ve vasat bir yaşantı içerisindeydim. Hayatımı renklendiren şey, Ayşe gelmeden önce Tekin’le beraber denize gidip, yanmam olmuştu. Kollarım, omuzlarım, yüzüm, kulaklarım, göğsüm, göbeğim yanmıştı. İlk üç gün acıdan sırtüstü uzanıyor, üzerime bir şey almadan yatıyordum. Zaten glikoz, tavuk ve karbonhidrat hücumlarım sonrası vücudum iyice dengesizleşmeye başlamıştı. İnsanlar da benim vücudumu analiz etme çabaları yüzünden dengesizleşmişlerdi. Kimi gördüğünde kilo almışsın diyordu, iki hafta sonra kilo vermişsin diyerek iki haftada çok şeyin değiştiğini belirtiyordu. Oysa ben yemek yedikten sonra en az dört kilo alan birisiyim. Kilo değişiminin bu kadar olabileceğine inanmadığım bir gün ampirik yöntemim başarıyla sonuçlanmış, tuvalet ihtiyacı olmadığı bir an, mide ve bağırsaklar büyük bir oranla boşken tartılmış ve sonra iyi bir katı-sıvı karışımı yemek tüketimi sonrası dört kilo sekiz yüz gram ağırlaştığımı öğrenmiştim. Yabancı dil sınavında bir puanla akademisyen olma şansını kaçıran bahtsız gencin şikâyeti kendimdeydi. İmkân olarak günümüzde çoğu insanın sahip olamayacağı spor olanaklarına sahiptim ama istemiyordum. Kilo almaktan, vermekten, dışarı çıkmaktan, seyahat etmekten, yemek yemekten, su içmekten, sigara yalamaktan, sevmekten, aşk tiratlarından, sakız fallarından, sımsıkı sarılmalardan, öpüşmekten ve bir o kadar da düşünmekten, okumaktan, yazmaktan, iyi bir gelecek kaygısından, pek çok baskıdan… Nefret ediyorum demek basit olurdu, daha afili bir kelime aradım ama bulamadım.
Ayşe’yi terminalden almaya gittiğimde saat dokuzu on geçiyordu. Sekizde işe gidenlerin büyük çoğunluğu kahvaltısını yapıp, sigara içenleri sigaralarını içip, yavaş yavaş odalarına, masalarına doğru çıkmaya başlamışlardı. Ayşe ‘motosiklete nasıl bineceğim şimdi’ diyordu. Yüzünde samimi bir yorgun sevinç vardı. İkimizin iri götleri motorun deri oturağında sıkışmış bir haldeyken yola çoktan koyulmuştuk. Titriyordu. ‘Titreyip durma, beni de zor durumda bırakıyorsun’ dedim. Yapması gerekeni biliyordu sabah mahmurluğu avare bir halde oluşturmuştu. Önce göbeğini sırtımda hissedince ben rahatladım. Çünkü virajları dönerken benden birkaç cm uzak durması bile onun güvenliğini de tehlikeye atıyordu. Neyse ki sımsıkı sarılmaya başladıktan sonra içim rahatlamıştı. Yolu daha güvenle almaya devam edip eve geldiğimizde Ayşe gördüğü manzarayı iyice sevmeye başlamıştı: ‘Oğlum, ne güzel yerde kalıyorsun sen!’ Bu Allah’a karşı bir şükür sözü olabilirdi aslında. Renksiz, sade bir hayatın içinde güzellikleri fark etmek bir yana, onlara küfretmenin bile ağır bir cezası olduğunun farkındaydım.
‘Şu mor çiçekler, ne güzel değil mi? Ah, aman Allah’ım, ne kadar güzeller! Fotoğraflarını çekeceğim.’
Ya Ayşe, mor begonvil çiçekleri! If someone tells me the purple flowers what a pretty! Sonra bir şarkı sözü gibi şunu söylerim:’ No one told her how good she is!’ Bunu Ayşe’ye söylemiyorum. Önceden denize söylerdim, deniz de çok kirli geliyor gözüme. Bana birisi başkalarını kötü görüp durma, kendine çeki düzen göster demişti. Önce ona çok saygı duyup, söylediğine inanmıştım. Birkaç dakika sonra kafama dank ettiğinde, ‘kötü olanı kötü olarak görmemek bir erdem değil, aptallıktır ki, kötülüğü yok etmenin yolu o kötülerle iyilerin savaşması ve cesaretli olmaları değil midir’ diye düşündüm. Bunu bana ‘önce kendini düzelmeye bak’ diyen kişiye söylemedim. Haklı olduğumu biliyordum. Sinirle belki de bana ‘sen çok kötü birisin’ demeye çalışıyordu. Aslında bunu demesine de gerek yoktu. Ne kadar iyi ne kadar da kötü olduğumu biliyordum.
Ayşe’yle balkonda güzel bir kahvaltı yaptık. Balkona güneşin uğramadığı zamanda kahvaltıyı yaptığımız için rahattık. Ayşe yorgundu ama uyumanın bile vakit kaybı olacağı zamandaydı. Günübirlik bir seyahatti bu ve birkaç saat sonra gidecekti. Mavi yeşil yola gitmek için motora binerken cüzdanımı evde unuttuğumun farkında bile değildim. Mavi yeşil yol denen saçmalığı takip edip, ağaçlar cennetinde gezip döndükten sonra çarşıda her zaman yediğim yerden tavuk döner yemek için indik. İkimizin de pantolon ağları deri oturaktan dolayı ıpıslak olmuştu. Akşam düğün vardı. O düğüne de onu otobüse bindirdikten sonra yetişecektim. Aldığım çeyrek altını göstermek için elimi arka sağ cebime attığımda cüzdanımın olmadığını fark ettim. Kamyon çarpmış gibiydim. Tavuk dönerden birkaç ısırık yeni almıştım. ‘Ayşe’ dedim, ‘cüzdan yok!’ Rahattı, ‘çantana koymuşundur’ dedi. ‘Ben çantama cüzdan filan koymam hayatta’ derken terlemeye başlamıştım. Döneri yesem mi yemesem mi diye düşünüyordum. Üç seçenek vardı. Birincisi cüzdanı evde unutmuş olmamdı. İkincisi düşürmüş olma ihtimalimdi. Üçüncüsü çantanın içinde olmasıydı. Üç ihtimalin en zayıfını eledikten sonra geriye kalan ikinci seçenek canımı fena halde sıkmıştı. Ayşe’nin otobüs saatine bir saatten az kalmıştı. ‘Sen döneri paket yaptır, ben eve gidip geleyim hemen’ dedim. ‘Ya oğlum, boş ver, ye öyle git’ derken rahat değildi artık. Otobüsü kaçıracağı düşüncesi hafızasını yormaya başlamıştı. Yolculuklara pek alışkın olmayan aklı sabit bir şekilde zamanı benim cüzdana bağlamıştı. Eve vardığımda nefes nefeseydim. Sahilde iki şey beni mahvetmişti: Sivrisinekler ve küçük çocuklar. Büyüdüklerinde şimdiki büyükler gibi potansiyel bir mal olmaları tahmin edilebilir dört ayaklı evrimleşmiş canlılar arasından geçerken çok terlemiştim. Sivrisineklerden nefret ediyorum. Bir yanım onları çok sevse de, diğer yandan sevgimi dengeleme adına onlardan nefret de ediyordum. Onu gördüğümde ilk sorduğum şey saat olmuştu. Yetişecektik.
Taşıtların arasından geçerken minibüsün birine ayna çarpmıştı. Güzel bir korna sesi bizi yoklarken, nefes alışverişlerimin kendisine gelmesini sağlayamıyordum. Terminale vardığımızda her şey olağandı.
-Gitmesen keşke, kalsan, ne bileyim ben de kalsam, gitmesem düğüne filan. Şimdi düğüne gideceğim, bana her gördüğüm ‘e, senin de vaktin geçiyor, yok mu biri, yoksa düğünden birini ayarla kendine’ gibi saçma cümleler kurup beni rahatsız edecekler. Benim evlenmemi, kamışın viceyle buluşmasına neden bu kadar meraklılar ki? Ben ne düşünüyorum, aydınlanmakla alakalı, en azından kâmil gibi olmasak da böyle düşünce kristallerini parlatıcı tesirlere var eden oluşumlar içerisinde bulunma heveslerimle varım. Gençlik elden gidiyor ama insan gençliğine filan da güvenmemeli. Böyle aptallar var. ‘Ben gençken şu kadar yük taşırdım’ diyen insanlara eşek gözüyle bakıyorum. Ben de çamaşır makinesini sırtımda taşıyabilirim, ne bileyim taşıyorum işte, bu maharet mi? Gücün vardı, taşıyordun o zamanlar, şimdi taşıyamıyorsun diye o günlere ait gücüne mi özeniyorsun? Ne ahmakça düşünce! Ben yaş aldıkça böyle saçmalıklarla zaman geçirmek istemiyorum. En azından holün lambasını yakar, yataktan o ışığın kırılımlarını takip eder, uykuya dalarım. Bu daha veciz duruyor.
Ayşe gidiyor. Onun başına taktığı kaskı çantaya koyup, motora bağlıyorum. Ayşe gidiyor. Benim sessiz konuşmalarımı duymuyor. Aklı başka yerde! Aklının başka yerde olduğunu gözlerindeki irilik anlatıyor. Ne güzel bir gün geçirdiğimizi düşünmem için erken sanırım ama hayır, gerçekten onunla zaman çok hızlı geçti. Kahvaltıdan sonra ayağına masaj yaptığımı hatırlıyorum. Ayak tabanlarının kışın kuruyacağına adım kadar eminim. Şimdi her şey güzel, havalar da güzel. Nem var ama havalar güzel. Dizine kadar çıkıyor ellerim. Bacaklarında kıl var. Onlar kıl değil diyor, birkaç tane çıkmış, onlar kıl değil diyor ama ben onların sert olduklarını da biliyorum. Birkaç tane simsiyah kıl büyürken, diğerleri de arkadan gelecek. Hepsi büyüyecek. Ayşe hepsini kesecek. Lazere gidip, epilasyon yaptırabilse birkaç seansta ikide bir ağda derdinden kurtulmuş olacak ama paramız yok bizim. Bizim gibi insanların parasının olmaması sonucu kadınlarımızın bacaklarında ve erkeklerimizin enselerinde kıl derdi hiç bitmeyecek! Bazı erkekler paraları olunca göğüs kıllarını da lazerle aldırıyorlar. Bu dayanılmaz bir şey olmalı! Canım sıkıldığında o kılları çekiştirirken ondan bire kadar sayma saçmalığından birkaç bin kat daha çok rahatlıyorum. Biri kırk beşlik ayaklarıma masaj yapsa, işi biraz da bilse ona âşık olurum. Cidden böyle bir saçmalık olabilir mi? O zaman her masör tanrı ya da tanrıça kuvvetinde olabilir. Sonra aydınlanma konusunda masajın sevişmekle alakalı kısmına rast geliyorum. Hangisi daha rahatlatıcı olabilir bölümünde uzmanların düşüncesi gerekiyor. Dış ve iç anal sfinkterde kasılmalar oluşurken, büyük kas grupları işin içine girmeye başlarsa rüya başlar. Kolları bile kasılır insanın. Kan basıncı yükseldiği için damarlar açılır. Kalp hızı artar. Nefes alış veriş sesleri iyice yükselir, yan odadan duyulabilir bardak yardımıyla. Birkaç saniyelik zaman diliminde gözlerde hafif bir şaşılık belirtisi başlar. Doğa rezolüsyon sayesinde insanların fizyolojik metabolizmasının sırrına eşlik eder. Kan çekilince, sahildeki kum berraklığı gibi insanın aklı beyaz bir sayfanın duru etkisinde kalır. Bazen erkeklerde birkaç dakika içerisinde geri dönüş başlasa da, bazıları bir ömür bu dönüşü istemez.
Ayşe’nin boynuna ve kulunçlarına da masaj yaptığımı anımsıyorum. Her şey flu, aslında uykum geliyor. Terliyorum. Ayşe ne kadar çok terlediğime ilk defa tanık oluyor. ‘Ben böyle birisiyim’ diyorum, ‘böyle pisliğin tekiyim, hep terliyorum.’ ‘Keşke her pislik senin gibi olsa’ gibi bir bakış yakalıyorum ama yakalayamıyorum. Gitmese keşke, biraz daha otursa, sahilde çekirdek filan çitlesek, çay içsek balkonda, dizine uzansam, şarkı söylese, hiç sevmediği çekirgelerin, en güzeli de cırcır böceklerinin seslerini dinlese ama onların ona ilişemeyeceğini bilerek, huzurlu olup…
Bugünlerde yine Kafka okuyorum. Islak bir beton üzerinden geçiyorum her gün. Sabah çok erken kalkmıyorum ve bu demek oluyor ki geceler benim, çok geç uyuyorum. Buna ihtiyacım var. Yorgun olduğumu da belli etmiyorum. İçtiğim hapları seviyorum, onlar da beni seviyor. Her zaman içmediğim için haplar bana alışkanlık yapmıyor am bazen inanılmaz bir tutkuyla onları ağzıma alıyorum. Sonra bir an hiç uyumadıklarını düşündüğüm serçeler kanatlanıyor. Annemin görüp heyecanlandığı baykuşu arıyor gözlerim. Ayşe ‘sana telefon açıp, rahatlamak istediğim o an, o kadar kötüydüm ki, ağlamak istiyordum’ diyor. Bunların hepsi geri döndükten sonra oluyor. ‘Şimdi ne yapıyorsun’ diye soruyorum, ‘ağlıyorum’ diyor. Bu tesadüfler benim canımı sıkıyor. İnsan mutlu olmak için mi ağlar? Başka bir sebebi olabilir mi ağlamanın?
Sabah olunca hepimiz kızgın yağlarda erimiş bir hiç olarak doğacağız. Ağladığında sevgilisinden ayrılmış ordular, bu müfrezenin çıkıverdiği topraklarda kan kokusu alıyorum.
Daha iyi olabilir her şey. İnsanın uyurken her şeyi unutabilmesi ne güzel aslında! Her şeyden bahsediyorum ama her şey!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.