9
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1657
Okunma
AHIRKAPI DENİZ FENERİ
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Beşiktaş vapur iskelesindeyim. Adım atacak yer yok. Bir yandan da akın akın geliyor son vapuru kaçırmak istemeyenler.
Dikine istif edilmiş palamutlar gibi kıpırtısız bekliyoruz. Hareket ihtiyacımı kafamı sağa–sola çevirerek karşılayabiliyorum ancak. Çevirdikçe gözlüyorum etrafımdakileri. Onlar da aynısını yapıyor.
Oflayıp puflarken iki çift de laf ettiğimiz beylerden biri dayanamıyor daha fazla. Yarıyor kalabalığı. Görevliye aldırmadan geçiyor zincirin altından. Kaş göz edip beni de çağırıyor. Yaptığımın doğru ya da yanlış olduğunu sorgulayacak halde değilim. Benim için kaldırılmış zincirin altından iki büklüm geçip biniyorum vapura. Beyefendi içeri geçiyor. Peşinden gitmemi de beklemiyor zaten.
Yaz günleri boş olduğu sürece ilk tercihim olan yan güverteye geçiyorum. Önümden kimse geçmesin, seyir keyfim bozulmasın diye en sona oturuyorum. Yanımda bir sandalye. Küçük bir masa. Masanın hemen yanında mutfağa açılan bir kapı var.
O kadar susuzum ki, mutfaktan biri çıksa da su istesem diye düşünürken elinde bir bardak çayla çıkıveriyor biri. O çaya nasıl baktıysam artık, “Çay ister misiniz?” diye sormak zorunda kalıyor.
“Çay değil de bir bardak su rica etsem, çok susadım.” diyorum.
“Ne demek, hemen.” deyip getiriyor buz gibi suyu.
Su bardağının altına koyduğu çay tabağı çocukluğuma götürüyor beni. Misafirler su istediğinde sağ elimizin dört parmağını servis tabağı gibi dümdüz eder, üzerine koyduğumuz bardağı baş parmağımızla destekleyip öyle sunardık.
Beklemediğim bu itina beni yeterince memnun etmişken, yanımdaki masa ve sandalye, hatta vapur benimmiş gibi, oturabilir miyim diye de nazikçe soruyor eğilip.
Kafamı sallayıp suyu bir dikişte indiriyorum mideme.
Diğer elindeki çayı masaya koyup, izin almış olmanın verdiği rahatlıkla oturuyor yanımdaki sandalyeye.
“Çay da getirebilirim isterseniz.” diyor.
Ah ne iyi olurdu ama su istedim diye çayı isteyemiyorum. Böyle durumlarda amansız bir hıçkırık gibi kendiliğinden tutan gereksiz inceliğim tutuyor yine. Su için tekrar tekrar teşekkür edip çay teklifini geri çeviriyorum.
Bedenini duyuyor gözlerim. Benimle konuşmak istediğini söylüyor. Ama onun gözleri benim bedenimi duymuyor. Dinlemek istiyorum ben. Orhan Veli gibi, İstanbul’u dinlemek. Vapuru dinlemek. Vapurun bir neşter gibi karnını yardığı denizin feryatlarını dinlemek istiyorum.
Gün boyu yanan ayaklarıma sıçrayan serin suyun bedenime söyleteceği şarkıları dinlemek istiyorum.
Su için yeterinden fazla teşekkür ettim nasılsa. Konuşmazsa. Konuşturmazsa. Konuşmayacağım.
"Şu çayı şurada oturup içince yorgunluk falan kalmıyor" diyor.
Biliyorum kalmaz. Gün battıktan sonra içilen çay, günün bütün yükünü alır insanın üzerinden. Gece değişir çayın tadı, gündüz içilen çaya benzemez. Günün aceleciliği yoktur gece çayında. Bir seremoni. Ağır ağır ağıza çalınan bir senfoni gibi içilirse hele tatlandıkça tatlanır gece çayı.
Denizci karşıdan ışıl ışıl görünen Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı, Sultanahmet’i, Galata Kulesi’ni tek tek sormaya başlıyor bana. Kararlı. Konuşturacak zorla.
Cevap vermezsem bilmiyorum zannedecek diye hangisini sorsa neresi olduğunu söylüyorum.
"Şu yanıp sönen ışık neyin ışığı peki." diyor büyük bir haz yayarak etrafına. Kokusu olsa yaydığı hazzın İstanbul’u saracak.
Erkeklerin çoğunda vardır ya bu. Bir şeyi de onlar fazladan bilecek. O şeyi biz kadınlar bilemeyeceğiz ve çocuklar gibi mutlu olacaklar.
Ahırkapı Deniz Feneri’ni bilemiyorum. Bilemeyeceğimi bildiğinden en sona bırakmış onu. Son gülecek. İyi gülecek. Gülüyor. Hem de bir çocuk gibi tadını çıkara çıkara gülüyor. Bütün erkeklerin içinden çıkmak zorunda mı o çocuk? Hep aynı. O tanıdık. O bildik çocuk. Denizcinin içinden de çıkıveriyor birden. Hep o Ahırkapı Deniz Feneri yüzünden. Nasıl görmemişim onu ben. Vapura her bindiğimde illaki o tarafa otururum. İlk kez görüyormuşum gibi de her bir kıvrımını gözden geçiririm Tarihi Yarımada’nın.
Beni yenilgiye uğratmış olmanın mutluluğu denizciyi bir deniz fenerine dönüştürüyor. Açılıp kapanan gözleri ışıldadıkça karşıdan görünen Ahırkapı Deniz Feneri’nden çok da bir farkı kalmıyor. Bir de bu düşüncemi duysa kimbilir ne hale gelecek.
Ben şimdi sorarım sana. Bir soru sorarım ve unuttururum bu galibiyetin mutluluğunu.
"Siz her gün bu güzelliklerin içinde gide gele, İstanbul’u görmez, İstanbul’u duymaz olmuşsunuzdur." diyorum.
Vapurun iki yana savurduğu dalgaları gösterek:
"Olur mu hiç. Baksanıza şu güzelliğe. Her gün daha da çok aşık oluyorum bu sese." diyor.
"Denizciyim ben. Denize aşığım. Bu sese aşığım." diye ekliyor hemen ardından denize bakarak.
"Sis olduğunda bir tek Ahırkapı Feneri görünür karşıda. Bir deniz fenerinin sesini duydunuz mu hiç?" diye soruyor Ahırkapı Deniz Feneri’ne bakarak.
"Duymadım." diyorum.
Unutturamıyorum deniz fenerini. Bir denizcinin unutacağı en son şey belki de bir deniz feneri.
Millerce uzaktan göz kırparak denizcileri tavlayan birer sevgili deniz fenerleri.
"Sis çok yoğun olur da ışığını göremezsek eğer sesini duyarız deniz fenerinin. Sesine göre buluruz yönümüzü." diyor.
Ve sesi birden bir deniz fenerinin sesine dönüşüyor. Aldığı halden anlıyorum denizlere aşık olduğunu. Sadece denizlere değil, deniz fenerlerine ve Ahırkapı Deniz Feneri’ne.
"Açık denizlere açılmanın en kötü yanı ne biliyor musunuz? Ardımızda kalan kıyıdan uzaklaştıkça bir bir azalır ışıklar. En sonunda yok olur. Karanlığın ortasında kalakalırız. Gözden kaybolan her ışık bir parçamızı yok eder ve bir yok oluşun içinde buluruz kendimizi. Kara bir katran gibi usul usul sızar içimize karanlık. Boğuluruz." diyor.
"İşte o noktada içinizdeki ışıkları yakmanın tam zamanıdır." diyorum.
"Mustafa! Çabuk gel! Gel bak hanımefendi ne diyor." diye çağırıp, içerdeki arkadaşını da dahil ediyor sohbete.
Çok hoşuna gitmiş olacak ki ne dediğimi gülerek tekrar ediyor arkadaşına.
"İşte o ışık umudun ışığı." diyor Mustafa.
Mavi gözleri ışıl ışıl. Bir pencereden içeri bakar gibi bakıyorum gözlerinden içeri. Denizcinin içine sızan karanlık Mustafa’nın içine sızamamış henüz.
Açık denizlere yolcu ederken onu, annesinin ne kadar ağladığını, ne kadar üzüldüğünü anlatıyor denizci.
"Dayanamadım ve bıraktım." diyor.
"Denizden kopamadım. Bu işi yapıyorum şimdi. Her gün bu güzelliklerin içindeyim. Üstüne de para alıyorum işte."
Mutluluktan ziyade bir avuntu hissediyorum gülüşünde. Ah be denizci. Bir bilsen. Gülüşlere saklanmış ne avuntular gördüm ben.
İyice yaklaşıyoruz Kadıköy’e. Vapur bir süre debelenip durduktan sonra yanaşıyor iskeleye.
Önce Mustafa gidiyor. Denizci de yetişip ona atmaya başlıyorlar halatları iskelede bekleyen görevliye.
Vedalaşıyorum inerken ikisiyle de. İkisi de gülümsüyor.
"Çay içmediniz. Bir dahakine çaya bekliyoruz." diyor denizci.
Çay içmedim. Vapurlara olan aşkımdan da bahsetmedim. Senin aşkından sıra gelmedi benim aşkıma.
Dinledim ya onu. Anlatırken tazelendi ya aşkı. Yine çağırıyor.
Gitmem ki.
Tekrarı bozar sihri.
Tante Rosa
Diyor ki:
Jean Paul Sartre: İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.