- 1194 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
İstanbullu Elefteria (1. Bölüm)
Küçük, sıradan insanlar vardır. Kendilerini hiç tanımayan büyük adamların ihtirasları için yaşamları alt üst olan, büyük zararlar gören, küçücük dünyaları alt üst olan, yar’sız kalan, ayrı kalan, vatan hasreti ile yanan… Her birinin ayrı hikâyesi var biliriz. Yazık ki tarih yazmaz onları !
25 Temmuz 1989 Atina
Atina birinci mezarlığındaki mermer taşlar Temmuz sıcağında gözleri kamaştırıyor... Bembeyaz taşların her birinde apayrı bir hikâye… Kimi tamamlanmamış, yarım kalmış ya da orada yatanda saklı asla bilinemeyecek öykülerin kütüphanesi… Her şeyi anlatan ama bunu yaparken hiç ses çıkartmayan kalabalığın size söylediklerini hissettiğiniz yer mi ? Yaşama dair ne varsa siz isteseniz de istemeseniz de fısıldar her taş. İnsanın gözü kendini alamaz doğum ve ölüm yılı okumalarından. Önce doğduğu tarihe, sonra ölüm zamanına bakar gözler. Buraya kaç yaşında geldiğini hesaplar zihin istese de istemese de. Doğum yılına bakarsınız, sonra ölüm yılına aradaki rakam öyle bir sayı çıkar ki, kendinizi düşünürsünüz o yaşta ben neler yapıyordum diye? Bazı taşlarda çıkan büyük rakamlar sizi rahatlatır, ne kadar uzun yaşamış diye. Sanki bir yarışma yaptırıyormuş gibi her taş göz ucuyla okunur. Kim bilir burada yatan neler neler yaşamıştır, o uzun ömrüne kimleri sığdırmıştır dersiniz içinizden. Bazı mezarlarda ömrün baharı rakamlar çıktığında isteseniz de istemesenizde kendi yaşamınızın farkına vardığınız anları yaşarsınız. Geride kalanların acısını hatırlatanlar vardır. O sesleri duyamazsınız, ne derler, ne’yi haykırırlar asla anlayamazsınız. Yalnızca hissedersiniz bir şeyler söylediklerini, ama tarif edemezsiniz . Bilemediğiniz, bilemeyeceğiniz, gidenlerin yanlarına alıp götürdükleri kendi öyküleri…
Bazen taşların süsü çeker dikkatinizi, anlarsınız burada yatanın daha önce ne kadar varlıklı olduğunu… Dünyadaki yaşamındaki lüksü mezarının taşına da yansıtır. Daha görkemli olur o mezarlar. Ya da sade bir taş gördüğünüzde, işte mütevazi biri dersiniz. Lüksten uzak sade bir yaşam sürdüğü hemen anlaşılır. En çok da küçük mezarlar üzer, onların kısacık ömürleri aklınıza gelir, hüzünlenirsiniz. Ölümün erken gelenine içiniz burkulur, geride kalanların acıları aklınıza gelir. Belki de böyle bir şey yaşamamak için dua edersiniz içinizden…
Dünyaya yeni gelenleri herkes ne kadar güler yüzle karşılar, sevinir. Hoş geldin ! deriz. Oysa gidenler için hep üzülürüz. Uzaktan arkadaşımızın geldiğinde de ! karşıladığımızda sarılır, gülümseriz. Akşam işten gelen babamıza, uzaktan gelen akrabamıza , yeni doğan bebeklere de ! hoş geldin demez miyiz. Ama ayrılıklar her zaman kötüdür. Hangi ayrılık olursa olsun acıyı da yanında getirir. Hele ani gidişler… Hiç kaybetmeyecek gibi hissederken, bir daha göremeyecek olmak. Gidene el sallar üzülürüz, döneceğini bilsek bile… Ama burası gidenlerin yolcu edildiği tren garı, havaalanı, liman gibi değil, el bile sallayamıyor giden. Bildiğimiz tek şey yolcu edilenin bir daha gelmeyeceğidir.
Ağaçlara bakarsınız, taşlara bakarsınız sessiz olursunuz, düşündürür sizi mezarlıklar. Akşam yanından geçerken korkarsınız… Ama oradakiler daha tehlikesizdirler yaşayanlardan. Sanki kalkıp boğazınıza sarılacak hissi vardır hep mezarlıklardan geçerken. Ölümün kötü yüzü zararsız ölüleri bile kötü gösterir bize. Anlatılan hikâyeler belleğimizin bir köşesinde yer etmiştir hep mezarlıklardan korkun diye…
Sonra bir gün kendinizin de buraya getirileceği düşer aklınıza. “Ne zaman ?” diye sorar insan kendine, bilemediği; asla bilemeyeceği soruyu sorarken, “bir gün” diye.. yanıtlar sadece.. Yaşamınızı gözden geçirirsiniz oradaki her taşa, her ağaca, her yazıya, her tarihe baktığınızda düşünmeden edemezsiniz.
Bugün yeni bir sakin daha birinci mezarlıktaki yerini alacak… Yaşantısının sevinçleri, umutları, acıları, hayal kırıklıklarının, bilinen ve bilinmeyen hikâyelerini yanına alarak. O da diğerleri gibi artık başka yere gitmeyecek, sevenleri ne zaman istese hep aynı yerde bekliyor olacak. Artık yeni adresi burası, hep burada olacak…
Kalabalık kenara çekilerek tabuta yol açtı, beyaz mermerlerin arasında siyah giyinen kadınlar, takım elbiseli adamlar, yaşlısı genci sessizliklerini bozmadan yürümeye başladı. Adımlar sakin, konuşmalar sessiz, kavurucu yaz güneşinden korunmak, gözyaşlarını gizlemek ya da ağlamaktan şişmiş gözleri göstermemek için takılan siyah gözlükler ile matemin ve ölümün soğuk sessizliği içerisinde yürüyüş. Cenaze törenini yöneten papaz önde ağır adımlarla ilerliyor. Her cenaze töreni aynı aslında… Tek fark tabutun içindeki ve arkasından yürüyenlerin değişmesi ve o tabutun içinde bu yolculuğa sadece bir kere çıkılıyor olması…
Tabutun hemen arkasında ölenin yakınları her cenazede olduğu gibi yerlerini almışlar… Yakınların içerisinde herkesten de yakın olanlar vardır, ön sırada giderler. Tıpkı bu cenazedeki en yakın kişi olan Magnolia gibi..
Magnolia hem öğretmeni hem de annesini son yolculuğuna uğurluyor. Aslında bu bir kavuşma diye aklından geçti, hiç göremediği ama annesinin çok sevdiği babası ile buluşması.
“Nasıl bir şey bu ölüm, nereye gidiyorlar, toprağın altına bıraktıklarımız bizi mi bekliyor. Cennet – cehennem gerçekten var mı, eğer varsa annesi cennete girmeliydi… Eğer tanrının adaleti varsa ve ceza olarak cehennemi, ödül olarak cenneti veriyorsa annesi mutlaka cennette olmalıydı, bunun için binlerce nedeni vardı. Sayısını hatırlamadığı kadar çocuğu yetiştirmişti, onlara iyi insan olma yolunda güzel şeyler vermişti. O gencecik beyinlere sevgiyi, dürüst olmayı, ahlaklı olmayı öğretmişti hep. Ne kötü bir huyu ne de kötü olan biri ile ilişkisi olmamıştı yaşantısı boyunca. Sokaktaki kedileri bile düşünecek kadar iyilik dolu geniş bir kalbi vardı, her zaman onlar için ayıracak bir zamanı ve verecek bir yiyeceği olurdu… Eğer bir ceza varsa zaten cehenneme bile gerek yoktu ki. Bu dünyada yaşadığı özlem ve hasretliğin yanında cehennem ona bir şey ifade etmiyordu, bunu inkar da etmezdi. “Ben bu dünyada cenneti de cehennemi de gördüm” diyerek . Yıllar boyunca duyduğu özlem ve hasret zaten ona cehennemi yaşatmıştı.”
Magnolia; uzun siyah saçlarının üzerine siyah bir başörtüsü bağlamış, siyah elbisesini tamamlayan gözlüğü gözlerini gizlemekteydi.
“Babam ve annem gittikleri yerde kavuşacaklar bu ölüm onları birleştirecek” diyordu kendi kendine.
Babasını anlatırdı her fırsatta annesi, esmer bir palikarya, yeşil gözlü, saçları briyantinli… Siyah gözlük takınca mahalledeki kızlar camlara çıkar…. Annesi anlattığında hayalinde canlandırdığı o dünyanın en yakışıklı adamı yine aklına gelmişti ama gülümseyemedi bile… Çocukluk merakı, özlemi, ona hep sordururdu, babasını dinlemek isterdi annesinden; Elefteria da Magnolia’ya hep babasını anlatırdı, her defasında daha da özleyerek… Bir de hep özlediği vatanını, çocukluğunu, genç kızlığını yaşadığı şehri; İstanbul’u…
Atina’da yaşayan ama İstanbul’lu Elefteria’nın kızı Magnolia… Hiç görmediği ama sokaklarını bildiği, annesinin anıları ile yaşayarak, dinleyerek, hayal ederek öğrendiği, annesinin evim dediği, bildiği en güzel aşkın, anne ve babasının aşkının şehri İstanbul…
Tabut önceden hazırlanmış mezarın yanına ağır ağır geldikten sonra cenazenin defni için yapılan ayin başladı. “Trigasion İlahisi” bu kez Elefteria için söyleniyordu. Cenazeye gelen kalabalıktakiler sessizliği koruyarak okunan ilahiyi dinlediler…
“ Kutsal Tanrı, Kutsal Kudretli Tanrı, Kutsal Kudretli, Kutsal Ölümsüz, Bize merhamet et!”
İlahi söylenirken Magnolia artık kendini tutamıyordu. Çok erkendi bu kayıp onun için. Etrafına baktı çok yaşlı kadınları gördü.
“Neden annemi bu kadar genç yaşında iken benden ayırdın?” diye sordu tanrıya.
Oysa burada bulunan ve çok daha yaşlı olanlar değil mi idi ölüme daha yakın olanlar. Ölüme daha yakın oldukları için onlara yaşlı denmiyor muydu? Demek yaşlı olmak ölmek demek değilmiş. Yeryüzündeki süresini doldurduğu için ölüme yaklaşan mı yaşlanıyor acaba. Kime ne kadar ömür biçildiğini nasıl bileceğiz? Asla bilemeyeceğiz dünyada biçilen ömrün süresini.
Annesi önceden hazırlanmış, çukura indiriliyordu artık. Birazdan üzeri örtülecek. Bedeni bundan sonra toprağın altında duracak. Yeryüzünde durduğu süreden kat kat daha fazla yeraltında olacak, bir daha hiç göremeyeceği annesi toprağın altında kalacaktı. Annesinin mezara indirilişine bakamadı…
O an küçücük bir kız iken annesinden hemen her akşam dinlediği bir hikâye geldi aklına. Ne çok severdi annesinden dinlemeyi. Hiç görmediği babasını bu anılardan oluşan hikâyelerle çocuk aklında canlandırmıştı. O anılar, anne babasının aşkı… Kendini bildiğinden beri annesinden dinlediği o güzel aşk hikâyesi… Annesinin ağzından bir daha dinleyemeyecekti. Ama hayal kurmasına bir engel yoktu ki, hayallerinde annesinden anlatmasını ister ve hayalinde annesine anlattırırdı… Gözlerini kapadı ve annesini düşünmeye başladı, yine kucağına yattı, annesi o simsiyah saçlarını okşamaya başladı.
“Balık masalını anlatsana bana anne ne olur?”
O kadar çok severdi ki bu hikâyeyi, annesi anlatırken kahkahalarla güldüğünü, bir keresinde gülmekten karnının ağrıdığını hatırladı… Çocuk aklı ile dinlemek istiyordu şimdi. 33 yaşındaydı ve çocuk olmak istiyordu, o zaman dinlemesi daha zevkli olacaktı.
“Haydi anne anlat ! ”
Elefteria o yıllardaki İstanbul Boğazının güzelliklerini anlata anlata bitiremezdi. Magnolia her dinlediğinde cennetin aslında İstanbul Boğazı olduğunu düşünürdü.
“Eskiden İstanbul Boğazı bambaşka idi. Boğaz türlü türlü yeşilin oluşturduğu , her bitkinin ayrı bir enstruman olduğu , göze hitap eden bir orkestra. Ah ah gazetelerde fotoğraflarını görüyorum şimdi Boğazın nasıl da değişmiş” derdi annesi.
Baharda erguvanların açışı, ıhlamur ağaçlarının mis gibi kokusu, her semtteki meşhur ulu çınarlar… Baharın gelmesi ile orkestra canlanır ve daha coşkulu çalmaya başlar. Ağaçların çiçekleri rengarenk açtığında, evlerin bahçesindeki yedi veren gülleri goncaları bahara merhaba dediğinde, Boğaz her yıl yeniden aşık ederdi insanı kendine.
“Bir keresinde babanla Boğaz’a gittik günlerden Pazar idi, balık tutanları gördük aldık biz de bir olta, baban oltayı eline aldı, ucundaki kurşunun ağırlığını şöyle eliyle bir tarttı, misinayı tuttu, eli beli hizasında, kurşun yere değer değmez çevirdi, çevirdi fırlattı oltayı Boğaz’a. Çok uzağa düştü kurşun, yavaş yavaş çekmeye başladı.
“Vurdu vurdu” diye heyecanla bağırdı baban; sonra misinayı çekmesi daha da hızlandı.
“Geliyor, balık geliyor…”
Bir istavrit gelmez mi ?
“Eee napıcaz Elefteria bunu ? ”
“ Balığın gözler de korku, e ne yapsın şaşırmış ilk defa görür dünyayı, ağzı bir açılır bir kapanır, zavallının canı da acımış, iğneyi yavaşça balığın ağzından çıkarttı, sonra öptü balığı baban ve bana uzattı, dudaklarıma.”
“E ama balık öpülür mü ! ”
“Öpmezsem de ölecek” ama, bir buse kondurdum istavritin yanağına.”
“Haydi güle güle!..” dedik .
Oltayı attı denize, yine bir balık geldi ucuna, yine iğneden usulca kurtardı balığı uzattı bana “öp” diye. Önce ben öptüm, sonra baban haydi denize… Ben diyeyim yirmi sen de otuz balık bir ben bir baban öptük denize. Akşama kadar kalsak Boğaz’daki bütün balıkları öptürecek bana…”
Birazdan babacığı ile cennette olacaklar geçen yıllar acılar unutulacak yine İstanbul’a gidecekler boğazda balık yakalayacaklar. Bir annem öpecek, bir babam, salıverecekler denize… Bütün Boğaz’ın balıklarını öpecek vakitleri olacak…
“Gerçekten de böyle mi olacaktı , gerçekten de annem ve babam cennet denilen o anlatıla anlatıla bitirilemeyen, güzelliği tarif edilemeyen yerde buluşacak mı? El ele tutuşarak yürüyecekler mi? Keşke bilebilseydim.” diye aklından geçirdi.
Gözlerinden süzülen damlalar siyah gözlüğünün yanından akmaya başlamıştı.
“Anneciğim” diyebildi :
Çukura indirilen tabutun üzeri toprakla kapatıldı. Cenaze merasimi için oraya gelen komşular, akrabalar, annesinin eski öğrencileri, arkadaşları, kendi arkadaşları tek tek önünden geçerek taziyelerini bildirdiler. O an güçlü olmanın ne kadar zor olduğunu anlamıştı. En büyük acıyı yaşadığınız an da dimdik ayakta olabilmenin ne demek olduğunu şimdi hissediyordu…
“Ben Elefteria’nın kızıyım, annem gibi güçlü olmalıyım” diyordu.
Magnolia uzun boylu, siyah kıvırcık ve saçları uzun saçları, iri zeytin taneleri gibi gözleri ile dışarıdan bakanları etkileyen bir güzelliğe ve güçlü bir görüntüye sahipti. Yürürken başı her zaman dik, omuzları kalkık olur, uzun bacakları ile yere sağlam bastığını hissettirirdi. . Saçlarını asla toplamamasına rağmen güzelliğinden bir şey eksilmezdi. Kıvırcık uzun saçları rüzgârda savrulduğunda, Magnolia kendine bakan kadınları kıskandıran, erkekleri ise hayran bırakan güzellik tanrıçası Afrodit’e dönüşürdü.. Gülümsediğinde inci gibi dizilmiş dişleri pırıldar, o mağrur ve güçlü görüntü melek gibi bir yüz ile tamamlanırdı. Her görenin dönüp tekrar baktığı, erkeklerin güzelliğine hayran olduğu ama bir o kadar da erişilmez gördüğü bir kadın Magnolia... Yaşamındaki tek eksiği babasız olması idi. Ama bunu bir zayıflık olarak hissetmesine annesi asla izin vermemişti. Elefteria’nın güçlü karakteri, zorluklar karşısındaki mücadelesi, kendinden emin tavrı kızına da kopyalanmıştı. Magnolia hem görünüşünün güzelliğini, hem de karakterinin gücünü Elefteria’dan almış derlerdi tanıyanlar.
En son kişi de önünden selam vererek geçti. Birkaç yakın akraba ve arkadaşından başka kimse kalmamıştı mezarın başında…
Eli ile “ Gidin “ der gibi işaret etti…
Magnolia annesinin mezarının ucunda tek başına kalmak istiyordu. Yorgun adımlarla mezara yaklaştı, diz çöktü, elleri mezarın üzerine atılmış toprağın üzerinde idi. O an sanki annesine dokunduğunu hissetmişti…Etrafta kimseler kalmamıştı. Rahat rahat ağlamak, annesine içinden geldiği gibi bir şeyler söylemek istedi… Annesinin en büyük özlemi geldi aklına.
“Hep bana anlattın İstanbul’u, Beyoğlu’nu, Yeniköy’ü, Bebeği, Boğaz’ı, oradaki evimizi, babamı, hep seneye gidecektik özlediğin vatanına, ama hep seneye kaldı gidemedik… Söz ben gideceğim senin yerine boğaz havası almaya, babamın mezarına senin okuyamadığın o duaları okumaya. Belki şu an beni duyuyorsun, verdiğim sözü duyuyorsun, ne zaman gideceğim bilmiyorum, ama mutlaka gideceğim anne, senin için gideceğim, senin vatanına gideceğim.” dedi.
Oradan ayrılmak istemiyordu. Hatta hemen oracıkta mezarın yanında, annesi ile yatmak, ona sarılmak, anlamasa da annesinin söylediği Türkçe şarkıları dinlemek…
Mezarlıktan eve dönmek istemiyordu.
“Burada yanında yatabilsem, küçüklüğümdeki gibi, babamı anlatsan bana yine. Buluşacağınız, Taksim meydanı’na koşar adım çıkarken, uzaklardan sana doğru baktığında kalbini titreten babamı, aşkınızı anlat bana…”
“Bir keresinde baban beni Taksim’de bekliyordu, onun sevdiği kokuyu sürdüm, saçlarımı dağınık bırakmamı; rüzgar estiğinde savruluşunu seyretmek isterdi. Bir de mavi giymemi , mavi denizin rengi, huzur verir insana. Sen benim huzurumsun, ruhum sen de dinlerinir Elefteria… İsmini söylediğim zaman kalbim ferahlar; derdi baban…”
Ne çok isterdi anne ve babasını bir arada görmeyi. Annesinin anlattığı o güzel aşkı hiç görmediği Boğaziçi kıyılarında hayal ederdi. Annesinin saçları rüzgârda uçuşurken, o çok sevdiği ama hiç görmediği babasının omzuna yaslanmasını görmek için neler vermezdi…
Annesinin, babasının ortasında ellerini tutarak yürüyen çocuklar görürdü bazen, daha sıkı sarılırdı annesinin eline, hayal kurardı öteki tarafında babasının elini tuttuğunu hissederdi. Bazen o çok istediği sahneyi görürdü rüyasında, bir yanında annesi bir yanında babası, ikisinin elini sımsıkı tutarak koştuklarını; hiç bitmeseydi o rüyalar, hiç uyanmasaydı o uykulardan… Babasının yüzünü hayal edemezdi. Magnolia’ya göre hiç görmediği babası ve ona aşık ölen annesiydi aşkın tarifi. Sadece güvenli bir el babası… O kadar içten hayallerdi ki… Yaşadığını, o sımsıkı tutan elleri hissederdi. Bitmek tükenmek bilmeyen bir vatan ve sevgili özlemi ile yan yana yaşamıştı annesi, öylesine iç içe idi ki… Bu aşkı ve özlemi o kadar güzel anlatırdı ki kızına; masalın içinde kaybolur giderdi Magnolia, öyle bir kayboluş ki bu, kimse bulmasın isterdi. Anne babası ve kendisi; bu masalı her gece yaşardı küçük bir kızken. Büyüdüğünde anlamaya çalıştı annesinin o anlata anlata bitiremediği aşkını, anladıkça daha çok sevdi bu aşkı. Hayatının en büyük eksikliği olan babasızlık, anne babasının aşkı ile kaybolup gitmişti. O aşkın güzelliği babasızlığının verdiği acının hissedilmemesine neden olmuştu belki de. Babasını hep annesi ile hayal ederdi, hiçbir zaman tek başına baba kız düşünemiyordu kendini, her hayalinde annesi ve babası mutlaka olmalıydı. Bir de hayallerin mekanı İstanbul… Annesinin, babasının vatanı İstanbul… Bazen Beyoğlu’nda bir sinema, bazen Taksim, bazen Boğaziçi ama hep İstanbul… Bu aşk Atina’ya göre olmadı asla, olamazdı da… Bu aşk sayesinde hiç gitmediği İstanbul’un semtlerini biliyordu.
Şimdi bunları düşündükçe gözlerinden dinmeyecek gibi yaşlar akmaya başlamıştı… Oradakiler sessizce izliyor, bir kızın annesine vedasını saygı ile bekliyorlardı…
Sonunda Magnolia ağırca ayağa katlı, mendili ile gözündeki yaşları sildi. Mezara bir kez daha baktı, başını tamam anlamında sallayarak oradakilere dönüp, kısık sesiyle,
“Gidelim…” dedi.
YORUMLAR
" Hangi ayrılık olursa olsun acıyı da yanında getirir. Hele ani gidişler… Hiç kaybetmeyecek gibi hissederken, bir daha göremeyecek olmak."
6-7 Eylül, kitaplardan, makalelerden okuyup anlamaya çalıştığım tarihi ayıp vukuatlar arasında beni derinden etkileyen üç olaydan birisi. Sıkı bir roman okuyacağımızı şimdiden hissettim, çıkış tarihini dört gözle bekleyeceğim. Bambaşka bir derinlikten baktıracaksınız bizleri. Kaleminize sağlık. Sevgi ve saygılarımla.
Sahi kentinden, doğduğu yerden ellerine vurula vurula sökülüp, hiç istemediği, ait olmadığı yere zorla gönderilen ne kadar çok insan var di mi? Onların çektiği acıyı anlatmanın imkanı var mı bilmem? Ve tarih çok kutsal sebeplere dayandırılmış böyle binlerce zalimliklerle dolu.
İstanbul, ah benim hüzünlü kentim. Dilin olsa neler anlatırdın kimbilir?
Neyse ki Kemal bey gibi kentin vicdanları var...
Ben gibi İstanbul’u, İstanbul’dan yazanlara daha bir kanım kaynıyor sanki...
Yazınızın girişi çarptı beni, mezarlıkla ilgili kısım. Hazirelerde çok zaman geçirdim ben de. Tıpkı, başarılı bir şekilde aktardığınız duygular içinde çok mezar taşı okudum.
Çok güzeldi, kutlarım. Çok hüzünlendirdi beni.