14
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1790
Okunma
Zaman ilerledikçe, aslında hiç hoşlanmadığım bu çinko damlı, basık tavanlı, köpeğimiz ve ineğimizle paylaştığımız mütevazi köy evine alışıyorum galiba. Sıcacık koynunda yorgun kuzey rüzgarlarını dinlendiren; eteklerinde öfkeli bir denizin hovardalığa alışık hırçın ve şımarık dalgalarının oynaştığı başı dumanlı dağların anaç kucağına sığınmış bu küçük köy ve onun asabi, inatçı, ancak bir o kadar da sıcak kanlı, becerikli ve çalışkan insanlarına da...
Bahar sabahlarına uyandığımda, umduğum ve beklediğim çiçek kokuları yerine, komşunun ahırından pencereme, oradan da burnuma süzülüp gelen taze kömre kokularının, yanı başımızdaki küçük dereyi şemsiye misali örten genç karayemiş ve alçak zeytin fidanlarının altında eşelenen tavukların hiç kesilmeyen gıdaklamalarının, serenatlarına gece gündüz bıkmadan devam eden cırcır böceklerinin sonu gelmeyen ötüşlerinin ve de paldır küldür gelip geçen araçların insanı ürperten sevimsiz motor gürültülerinin beni çokça etkilemediğini fark ediyorum artık. En azından dikkatimi dağıtmıyorlar epeycedir.
Ana yol ile, evin küçük bahçesini birbirinden ayıran üç metre kadar yükseklikteki şevin hemen finalinde, etrafı ahşap bir sedirle çevrili çok büyük olmayan mütevazi bir oturma alanı mevcut. Balkonu olmayan evimizin bu ihtiyacına fazlası ile cevap verebilmekte bu alan. Sediri çevreleyen ahşap çitin arkasında, gözlerimize, burunlarımıza, gönüllerimize seslenmekte olan rengarenk çiçekler... Kokulu sarmaşık güllerinin oluşturduğu minik bir tünelden geçerek ulaşıyorsunuz bu oturma alanına ve gerçekten çok özel, çok güzel bir atmosfer sunuyor ev ahalisine. Güneyin kocaman balkonlu evlerini aratmayacak kadar güzel ve enteresan...
İşte, evin önündeki küçük avluyu çevreleyen ahşap sedire, kıçımız ağrımasın diye anamın yerleştirdiği yumuşacık yastıkların birine kurulup, hemen arkamda dikili duran yıllanmış ahşap telefon direğine de sırtımı verdikten sonra, sarmaşık güllerinin gölgesinde zaman öldürmek, kitap okumak, köy meydanındaki rutin hareketliliği ve denizin güzelliğini seyretmek hoşuma gitmeye bile başlıyor. Ah!... Bir de telgraf direklerinin tıkırtısını duyma imkanını yakalayabilseydim çocukluğumdaki gibi... Şimdilerde, sanıyorum o sihirli telgraf tıkırtıları artık yaşamıyor.
Çocukluk hatıralarımın içinde, her zaman müstesna bir yeri olmuştur aslında bu köyün. Diğer kardeşlerimin aksine, hafta sonlarının gelmesini dört gözle beklerdim, köye, dedem , ninem ve dayılarımın yanına gitmek için. Tarlalarda, tütün damlarında oynamak, meyve ağaçlarına tırmanmak, dedemle balığa çıkmak gerçekten inanılmaz güzel olaylardı. Çocuk başıma, ilçe ile köy arasındaki beş kilometrelik yolu yürümek asla zor gelmiyordu bu nedenle bana. Ah bir de şu yol kenarlarındaki mezarlar olmasaydı... Onlardan çektiğimi, hayatta başka hiç bir şeyden çekmedim. Mezarlıklar dururken, neden tarlalarına gömerler ki insanlar yakınlarını?
Bu köye dair bu günlerdeki kırgınlığım, sanırım babamın davranışından kaynaklanıyor. Babam, ilçenin tarihi mahallesinde bulunan, doğup büyüdüğüm ve gerçekten çok sevdiğim mütevazi evimizi terk edip, annemin köyüne kiracı çıkabilmek, içinde barındırdığı köyde yaşama hayalini gerçeğe dönüştürebilmek için, benim evden ayrılmamı, vatan görevi için uzaklara, ta Kıbrıs’a gitmemi beklemiş galiba. Zira, bu saçma göçe asla izin vermeyeceğimi sanırım çok iyi biliyordu.
...
Doksanlı yılların başında, dört yıla yakın bir süre, ailece ikamet etmek zaruretimiz olmuştu Bodrum’da işim gereği. Gerçekten güzel günlerdi. Ülkemizin müstesna ilçelerinden biri olan Bodrum, her mevsim ayrı bir güzellik sunar hayatınıza. Günleriniz, ülkenin diğer bölgelerine kıyasla biraz daha renkli geçer o yörede. Dillere destan olan yaz mevsimlerini, Bodrum gece ve gündüzlerini burada yeniden tarif etmeye gerek yok sanırım. Asıl enteresan ve gizemli olan güz mevsimleridir Bodrum’un.
Zaman, 29 Ekime ulaşıp, yaz sezonu resmen kapandığında, Bodrum’un yalnız ve mahzun günleri başlar. Alış veriş merkezleri kapanır, sokaklar ve evler boşalır, in-cin top oynar ortalıkta. Lüks lokantaların atıkları ile iyice semiren kedi-köpekler, yeniden sokak başlarındaki çöp tenekelerini mekan tutmaya başlarlar karınlarını doyurabilmek için. Nüfus o kadar azalır ki,ilçede kışlama zaruretindeki tüm insanlar, birbirlerini yakından tanır vaziyete gelirler nerede ise. Küçük mahalle bakkallarının yüzü gülmeye, kasaları dolmaya başlar. Balıkçısından berberine, kasabından dolmuş şoförüne, cami imamından okul hademesine kadar herkese aşina olursunuz. İnanılmaz bir sakinlik, inanılmaz bir huzur vardır Bodrum kışında.
Kızlarımın biri üç, diğeri altı yaşında. Bodrum’un merkezinde, oldukça güzel, küçük, mütevazi bir bahçesi de olan bir evde yaşıyoruz. Ev sahiplerimiz de hemen yanı başımızda ikamet etmekteler, hoş bir komşuluk ilişkimiz var.
Yazın ilçe hareketli, gelen geçen çok. Çocukların canı sıkılmıyor, oyalanacaklar bir şeyler bulabiliyorlar. Hiç bir şey yapamasalar, öğrettiğim bir kaç kelimelik İngilizceleri ile yoldan geçen turistlerle sohbet ediyorlar, hem kendileri eğleniyor, hem de ülkemizi ziyarete gelenleri eğlendiriyorlar. Ancak, zaman kışa döndüğünde, sokaklardan, otellerden el ayak çekiliyor, çocukların da canı sıkılır oluyor doğal olarak. Vakit geçirecek, oyalanacak bir şeyler arıyorlar.O zamanların Bodrum’unda doğru dürüst çocuk parkı yok ki götüresin. Parkı bırakın, hastane, hatta doktor bile yoktu. Çocuğum hastalandı da, Milas’a götürmek zorunda kalmıştım bir keresinde.
Baktım işler sarpa sarıyor, önce bir tavşan aldım bunlara. Bembeyaz,sevimli, çok hoş görünümlü bir şey. Bahçede güzel de bir kulübe yaptım ona, oynayıp duruyor çocuklarla. Bir süre sonra eşimin şikayetleri başladı. Mübarek hayvan öyle çiş yapıyor ki, kokusu sokağın öteki ucundan hissediliyor. Bizim evin önünden geçmek zorunda kalanlar, artık burunlarını kapatır duruma geldiler. Sokaktaki insan trafiği bile azaldı gün geldi. Bodrum’un göbeğinde inek besliyoruz sanki.
Baktık olacak gibi değil, çocukların tüm itirazlarına, ağlayıp sızlamalarına rağmen uzaklaştırdık tavşanı evden. Yerine küçük bir köpek yavrusu getirdim. Siyah-beyaz renkli, ufacık, sevimli bir şey o da. Yavruyu görünce, sevgili dostları tavşanı çabuk unuttu bizimkiler. Bir kaç gün de onunla yatıp yuvarlandılar. Ancak, köpek yavrusu da, ana sıcaklığını bizim kızların dostluğuna tercih etti ve tüm şefkat gösterilerimize rağmen sabahlara kadar inlemeye başladı. Tabi ki durum eşimin canına tak etti yine; paldır küldür yavru köpek de uzaklaştırıldı evden, anasının yanına geri götürüldü.
Kızların her ikisinin de iki gözü iki çeşme ağlamaktalar. Ne edeceğiz, nasıl çare bulacağız diye düşünürken, imdada ilçenin pazarı yetişti. Bir Cuma günü, ailece alışverişi bitirmiş, tam eve dönüyorduk ki, büyük kızımın ısrarla kolumu çekiştirdiğimi fark ettim. Ne oluyor, ne var demeye kalmadan kendimizi bir civciv satıcısının önünde bulduk. Kurtuluş yok, mecburen aldık üç tane, bir ayakkabı kutusunun içine yerleştirerek kucaklarına verdik, düştük evin yoluna.
Çocuklar iyi vakit geçirdiler küçük civcivler ile. Diğer hayvanların aksine, evin içine de alabiliyorlardı kutuları içinde onları. Civcivlerin iki tanesi, çok zaman geçmeden öldü. Diğerini yaşatmak için ise inanılmaz çaba harcadık tüm kış boyu. Sonuçta, sağ salim bahara ulaştırabildik civcivimizi, bahçemizde şen şakrak gezip dolaşmaya başladı.
Bir müddet sonra, tavuk değil de horoz olduğunu fark ettik bizimkinin. Öyle alımlı, öyle babayiğit, öyle gösterişli bir şey. Caka sataraktan geziyor bahçede, havasından geçilmiyor tek kelime ile. Ha!... Bir de saldırma özelliği gelişti. Ne zaman bizim bahçeyi sokaktan ayıran ahşap kapının gıcırtısı duyulur, bizim horoz bozuntusu anında orada bitmekte. Gelen yabancı biri ise, yandı babam keten helva. Evin içine kaçana kadar ayaklarını delik deşik ediyor mübarek.
Gün geldi, bu saldırma işini geliştirdi, bizim bebelere de kafa tutmaya başladı. Bir ara beni de bir denedi de, yediği tekme ile aklı başına geldi sanırım, uğramadı o günden sonra yanıma hiç. Resmen evin köpeği vazifesini yüklenmiş durumda bizim küçük horoz müsvettesi. İşi o kadar ilerletti ki, çocuklar resmen bahçeye çıkamaz duruma geldiler. Bir kenarda pusuya yatıyor, bahçeye gireni, ya da evden çıkanı gözetliyor, gözüne kestirdi mi, anında hücuma geçiyor. İnanılmaz saldırı stratejileri geliştirdi gün geçtikçe.
Baktık olacak gibi değil, tüm Bodrum’u haraca kesecek bizim horoz bu gidişle, bizi ziyarete gelen babamlara vermekte bulduk kurtuluşu.. ’Alın köye götürün, bahçelerde gezinsin. Oradaki insanlar öyle kolay pabuç bırakmazlar bu haylaza.’ Garibanlar, bilmiyorlar ki başlarına aldıkları belayı. Bilseler yanaşırlar mıydılar böyle bir teklife?
Böylece horoz muhabbetimiz de sona erdi. Başka da bir hayvan almadık galiba, baharın ve yazın hareketli günleri ile oyalandı bizim kızlar. Horoz da, memlekette, babamların evinde yaşamaya, orada racon kesmeye devam etti.
...
Ben, telefon direğine yaslanmış, güllerden yayılan ve komşunun ahırından gelen nahoşluğu kısmen kamufle eden nefis kokuyu teneffüs ederek anın tadını çıkarmakla meşgulken, hemen evin önündeki zeytin ağaçları arasına gerili ipe çamaşır asmakta olan eşimin söylenmeleri geliyor kulağıma.
-’Bıktım senden. Ta buralara kadar gönderdik, yine de kurtulamadık. Ne istiyordun benden yav? Neden rahat bırakmıyorsun? Başıma bela mısın sen?’
’Kiminle konuşuyor bu?’diyerekten, hafifçe doğruluyorum, sarmaşık güllerinin arasından bir görüş alanı arıyorum kendime ama, doğrusu başarılı olamıyorum. Daha sonra da keyfim merakıma galip geliyor, anın güzelliğini yaşamaya devam ediyorum.
Çok geçmiyor, evin önündeki zeytin ağaçlarına bağlı duran fındık çubuklarının bir tanesinin(Annem onları sırık fasulyesi ektiğinde kullanıyor. Fasulye tırmansın diye.) şıraklaması eşliğinde, horozun ciyaklaması işitiliyor. Ardından da eşimin feryadı kopuyor tabi ki:
-’Koş çabuk. Horoz sırt üstü düştü. Öldü galiba.’
-’Boş ver yav. Ölürse ölsün. Millet kurtulur sayende ondan.’
-’Kalk yav!... Gözleri kapandı hayvanın.’
Keyfim bozuldu ya, kızıyorum eşime ve horoza; hışımla kalkıyorum yerimden, eğer hala yaşıyor ise horozu boğazlamaya koşuyorum.
-Allah’ım yav!... Vaziyete bak şuraya? Durduk yere başımıza iş açıldı.
-’Söylenmeyi bırak da, bir şeyler yap çabuk! Göz göre göre ölüp gidecek zavallı.’ diye inliyor eşim bitkin bir vaziyette yığıldığı yerden.
- ’Telaşlanmayın yav, sakin olun biraz.’ diye ortamı yatıştırıcı bir cümle dökülüyor dudaklarımdan gayri ihtiyari ama, aslında heyecan konusunda hepsine çoktan fark atmış vaziyetteyim. Bin bir gayretle bunu belli etmeme çabasındayım.
-’Öldü galiba. Hiç bir hayat belirtisi göstermiyor.’ diyor gürültüye koşup gelen büyük kızım.
-’Sus şom ağızlı. Annen duymasın, yüreğine inecek şimdi zavallının. Bir yolunu bulup yaşatmalıyız bunu.’
-’Çaktırmadan bir benzerini koyalım yerine.’
-’Saçmalama yav kızım! Nereden bulacağız şimdi benzerini, ikizini flan? Anlık çözüm lazım bize.Hadi anneni atlattık, bir de deden var. Ona nasıl kül yutturacağız? Çok sever horozunu, bilirsin.’
-’Kalp masajı, suni solunum yaptırsak.’ diye ümitsizce bir fikir beyan ediyor küçük kızım.
-İyi fikir valla. Ancak, nasıl becereceğiz o işi? Bunun kalbi nerede acaba?
Ufak bir düşünce seansından sonra, ani bir hareket ile içeriye koşan büyük kızım, kısa bir süre sonra, elindeki hayvanlar ansiklopedisi ile geri geliyor; içine düştüğümüz çaresizliğe makul bir çözüm bulmanın sevinç ve gururu ile haykırıyor:
-Şimdi ansiklopediden öğrenirim ben.
Her birimiz, ümit dolu bakışlarla ansiklopedinin şakır şakır açılan sayfalarına kilitleniyoruz. Kızımın ince, narin parmakları, sayfalar arasında takip edilmesi zor bir süratle dolaşıp duruyor. Çok kısa bir zaman zarfında aradığımızı buluyor, tüm iç organları detaylı olarak gösteren bir grafiği bizlere sunuyor.
-’Tamam, kalbin yerini bulduk. Nasıl bastıracağız şimdi?’
Tavuk sote yaparken kesip doğradığım göğüslerini hatırlıyor, oradan hareketle, belirlediğim bir bölgeye sağ baş parmağım ile bastırmaya başlıyorum. Olanca gayretime rağmen, hiç bir hayat belirtisi gözlenmiyor.
-’Suni solunum da gerekli.’ diyor kızım.
-’Yok daha neler! Nasıl yaptıracağız suni solunumu?
-’Burnunu tıkayacak, ağzından hava üfleyeceksin.’ diyor çok bilmiş tavırlarla.
-’Tamam da, nasıl açacağız bunun ağzını? Burnunu nasıl kapayacağız? Üstelik burnunun nerede olduğunu bile bilmiyorum.’
-’Orada iki küçük delik var ya, burnu o olmalı.’
-’Gel kızım, aç şunun ağzını, iki parmağınla da burnunu tıka. Ben üfleyeyim nefesi. Hanım, sen de sağı solu gözetle, gelen giden var mı, kontrol et. Yakalanmayalım. Yakalanıp da rezil rüsva olmayalım.’
Eşime çaktırmadan kıkır kıkır gülüşüyor kızlar...
Epeyce bir gayretten sonra, kendine geldi bizimkisi. İlk yardım operasyonu faydalı oldu mu bilemiyorum. Belki de kendinin ayılacağı tutmuştur.
Sonuç olarak, babamın değerli horozunun kendine geldiğini ve yalpalaya yalpalaya uzaklaştığını gören eşim de yıkıldığı yerden derin bir oh çekerek doğruldu. Horoza acıdığından mı, yoksa kayın pederinden yiyeceği muhtemel fırça nedeni ile mi bilemiyorum, bayağı bir moral bozukluğu fırtınasına kapıldı, bizlere de bunu fazlası ile hissettirdi.
Horoz, yarı baygın zeytin ağaçlarının gölgesine doğru seğirtirken eşime döndüm;
-Bodrum’da ben sana söylemedim mi, iyice büyüyüp milletin başına dert olmadan kesip yiyelim şu horozu? O gün acıdın, kıyamadın bir türlü ama, bak o sana hiç acıdı mı?
Babamın, köy yerinde bekçi köpeği niyetine beslediği horozun akıbeti ne oldu hatırlayamıyorum şimdi. Herhalde o huy ile çok yaşama şansı bulamamış, annemin sıkça pişirdiği tavuksuyu çorba ve tereyağlı meşhur tavuklu pilavının önemli bir unsuru olarak ev ahalisinin midesine inmiştir.
Ancak, hatırası hep baki kalmıştır bizde.
Bir tutam hayat
12.08.2015-Trabzon