- 433 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Serçeler Cıvıldamıyor
Kahvaltımı yapmadım daha. Ne fark eder ki diyebilmek isterdim, çok uykum var çünkü… Ama diyemiyorum bunu. Çünkü içten içe çok iyi biliyorum: Kahvaltı öylesine bir öğün değil… Bir tür tören… Günü karşılama ayini… Çaydanlığa su koyarken çıkan şırıltılar bile onu diğer öğünlerden çok başka bir yere koyacak kadar ruha iyi gelen bir şey…
Kuş cıvıltıları… Ve tıkırtılar, gıcırtılar, günün başladığına işaret eden çeşit çeşit onca ses de bu ayinin birer parçası olarak yerlerini alıyorlar sırayla. Bu sesler rahatsız etmek bir yana daha da belirgin hale getiriyorlar sessizliği… Anlamını yeniden buluyor sanki böyle küçük küçük seslerle bölününce… Geceki gibi içinin seslerini dinlemek zorunda kalmıyorsun. Bir yatakta öylesine yatmıyorsun çünkü, kendine mahkum değilsin. Ayaktasın ve bir şeyler yapıyorsun… Ekmeği diliyorsun mesela… Çaydanlığı ateşe koyuyorsun… Zihnine üşüşen silik görüntülerin canlanıp seni ele geçirmesine izin vermeyecek kadar burada, tam içindesin günün. Az önce yüzünü yıkadın iyice… Gözlerinden uykuyu sildin… Çünkü biliyorsun ki o silik görüntüler en çok uykulu bir zihne musallat olurlar… Silikliklerinden kurtulacak fırsatı bulurlar onda çünkü.
İşte bu da kahvaltıyı sıradan bir öğün olmaktan çıkaran şeylerden bir diğeri… Güne dâhil olmak ya da gölgeler âleminde kalmak seçeneklerinden hangisini seçeceğinle yakınen ilişkili bir şey çünkü, kahvaltıya verdiğin anlam…
Eğer sen de kahvaltıya önem verenlerdensen; çayın iyi demlenmesi umursadığın bir şeyse, sofrayı özenle kuruyor, domatesleri düzgün bir şekilde dilimliyorsan gölgeleri def etmeye çoktan başlamış, dünkü seni gerçekten dünde bırakmışsın demektir. O’ndan geriye kalan sense eksilmek bir yana daha da bir genişlemiş, kaybettiği parçalarını yeniden bulmuştur sanki. Mesela gözlerine kavuşmuşsundur. Dün hayatın içinde savrulup dururken göremediğin şeyleri görmeye başlamış, mutfak perdesinde önceden hiç fark etmediğin bir motifi keşfetmişsindir. Tabii sadece gözlerinle sınırlı kalmaz bu yeniden uyanış hali… Kokuları, sesleri, tatları, dokunuşlarıyla da önceden hiç olmadığı bir belirginlikle hayat dört bir koldan uzanmış, beni es geçemezsin diye ağırlığını koymuştur ortaya.
İşte bu yüzden şimdi terliklerimle böyle canhıraş cebelleşiyorum. Ayaklarımı bir türlü sokamıyorum içlerine. Tam sokacak gibi oluyorum, onları gerçek iki terlik olmaktan çıkaran bir bulutla çepeçevre sarılıveriyorlar birden. Yüzümü yıkamalıyım diyorum. Ama bunun için öncelikle terliklerimi ayağıma geçirmeliyim. Ne yaman bir çelişki… Çıplak ayakla mutfağa gitme seçeneğini bir an için düşünsem de dün gece elimden kayan bardaktan yadigâr birkaç parça kalabileceği ihtimaliyle apar topar ovuşturuyorum gözlerimi. Gerçekten de işe yarıyor.
Yarım saat sonra eksiksiz bir kahvaltı sofrasının başında cik cik’ler eşliğinde çayımı yudumlamaktayım. Her sabahkinden yarım saat geç… Ama çok geçmeden çok da geç kalmadığımı anlıyorum. Çünkü serçe cıvıltıları hâlâ sokakta en fazla duyulan sesse, kahvaltı zamanını geçirmemişsin demektir.
Dün, gecenin ileri bir saatinde güzel bir film vardı TV’de, o yüzden hiç istemediğim halde çok geç yatmak durumunda kaldım. Bir sabah da geç yaparım kahvaltıyı, dünyanın sonu değil ya diye avutup durdum kendimi. Ama bir yandan da ölesiye korkuyordum, güneş olmaması gereken bir yerde, geç kaldın diye pişkin pişkin gülümserse diye… Serçelerin cik cik’lerini duyamayacağım kadar sesler belirginleştiyse… İnsanlar kahvaltılarını yapmış, güne çoktan başlamışlarsa… Daha bir saat önce reçelli ekmeklerini yerken çok gerilerde bir yere çekilen her şey yine önceki yerlerine geri dönmüşse, yani burunlarının ta dibine… Ve bağırıp çağırmaya, kahkahalar atmaya, sesleriyle var olmaya başlamışlarsa yine her günkü gibi… O zaman kahvaltının diğer öğünlerden ne farkı kalır ki?!
İki hafta önce işten ayrıldığıma seviniyorum şimdi. Sabah güneşinin değdiği bu sofrayı uzun süre toplamama özgürlüğü veren bir durum olarak görüyorum artık bunu. Ayrıca sofrayı toplasam da ne fark eder ki?! Bu kahvaltı dinginliğini korumaya devam edebilirim.
Çalışan bir kadın olmamanın faydaları… İçinde kaybolacağın kadar karmaşık işlerle cebelleşip durmuyorsun tüm gün. Yaptığın şeyler seni merkezdeki yerinden etmeyecek kadar sıradan, hata götürebilir şeyler… Kek hamur kalmış diye kimse kişiliğini sorgulayan bakışlar yollamıyor sana. Gözlerden ırak olmanın sınırsız özgürlüğünde, yapıp ettiklerini kendinle özdeşleştirmeden, yumurtaları almak üzere buzdolabına yöneliyorsun. Önceki kek olmadı diye karalar bağlayıp mutfaktan koşar adım uzaklaşmana yol açacak tek bir yargılayan bakış yok çünkü çevrende… En küçük hareketinin benliğinle ilgili bir yaftalamaya yol açabileceği bir iş yerinde değilsin. Her şeyin olması gereken yere çekildiği, gerçekten önemlilerin en öne geçtiği tek yerde, o güvenli limandasın: Yani evinde… Yeniden deneyebilirsin.
Çocukken annemle katıldığım bir altın günü geliyor aklıma. Az önce düşündüklerimi koca bir palavraya çevirebilecek o hınca hınç rekabeti, kadınların gözlerindeki o hırsı öyle bir canlılıkla hatırlıyorum ki; eğer bu ‘işten uzak olma hali’ süreklilik kazanırsa, mesela evlenirsem ve çalışmam gerekmezse; asla komşuları şimdiki yerlerinden daha önde bir sıraya koyup iş yaşamının rekabet ortamını evime taşımayacağıma dair sıkı bir söz veriyorum kendime. Mesela hiçbir zaman komşum filanca hanımın kekleriyle yarıştırmayacağım ben keklerimi. Hamur kalma hakları hep baki kalacak… Dolayısıyla benim de kusursuzluğa çentik atma, hata yapma hakkım…
Bir de O’nu düşünmeyeceğime dair söz verebilsem… Çalışmamanın tek olumsuz yanı da bu zaten… Yataktan çoktan kalkmışsam ve henüz evdeysem; ya da dışarıdaysam ama hayatın karmaşasında zihnim yeniden uyuklamaya başlamamışsa henüz, saatler o kadar ilerlemediyse… Zihnimdeki gölgeler çevremdekilere karışmıyorsa, tastamam görüp duyabiliyorsam hâlâ… Birden O beliriveriyor zihnimde: O saatlerde hükmedemediğim tek gölge… Diğer gölgeler gibi gerçeğe düşman değil… Çekip yutmuyor onlar gibi karanlıklarına, her neredeysem orada kalmama fırsat veriyor. Gülümsemesini katıyor her şeye, kahvaltı sofrasının ılıklığını… Ama maalesef geç kaldığım bir kahvaltı bu. Serçe sesleri duyulmuyor artık çünkü. Öyle yarım saatlik bir gecikmeden çok daha fazlası var ortada. Saatler öğleni geçmiş.
İşte aynen bu duyguyu veriyor bana, gülümsemesi: Geç kalınan kahvaltının buruk tadını… Kendisi yok artık hayatımda çünkü ama gölgesi hep benle… Öğle vakti çayımı yudumlamak gibi bu tıpkı… Reçelimi ekmeğe sürüp, gazeteye göz atmak gibi… “Geç de olsa yine de bir kahvaltı sofrasındayım.” demek gibi kendime… “Ama serçeler cıvıldamıyor.”