- 529 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TEŞNELEB (Susuz Kalmış)
Zaman içerisinde gözü kırılarak genişleyen ama suyu incecik bir sızı gibi akan çeşmeye baktım birkaç kez. İlk kez akan bir çeşmeyle karşılaşmıştım. Bir an havanın sıkıntısından kurtulmak için suyu avuçlayıp hızla yüzüme çarptım. Ferahlamıştım. Öğle güneşinin yakıcı sıcaklığı hala kaldırımın üzerindeydi. Oysa vakit öğleyi çoktan geçmişti. Takvimlerin söylediğine göre Ağustos’un en sıcak günüydü. Tarih bölümünü bitirmiş o yılın en yüksek notunu almıştım. Tez konusu olarak seçtiğim çeşmeler üstünde yoğunlaşmak için bu günü mü seçmiştim? Hava durumu yarından itibaren sıcaklıkta bir düşme olacağını açıklamıştı. Ama ben sabredememiş birkaç keşif yapmak için yola koyulmuştum. Sultanahmet Meydanı’nda tramvaydan inerek Topkapı Sarayı’na doğru yürüdüm. Karşılaştığım kalabalık manzaralar tarihin inişli çıkışlı yollarını anımsattı. Oysa geniş bir meydandaydım. At Meydanı… Osmanlı İmparatorluğu zamanında bu meydanda çeşitli eğlenceler, sünnet düğünleri yapılırmış. Yönümü Saraya çevirdiğimde Bab-ı Hümayun kapısının önündeki Üçüncü Ahmet Çeşmesi ile karşı karşıya kaldım. Bir meydan çeşmesi… Zamanın ünlü veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın tavsiyesiyle yapıldığı kitabesindeki Ta’lik hattan anlaşılan bu göz kamaştırıcı altın yaldızlarla süslü çeşmenin şeritleri ve çiçek motifleri arasında;
“Bu tarh-ı pak-i hürremi sevk etti sadrazamı
Damad-ı has-ı ekremi hem nam-ı ceddül enbiya”
Yazmış Şair Vehbi.
Kendisinin sülüs hattıyla yazdığı meşhur kitabesinde ise Üçüncü Ahmet:
“Tarihi Sultan Ahmedin cari zeban-ı lüleden
Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmet’e eyle dua”
Yazar.
İstanbul’un simgesi haline gelen bu meşhur çeşmeyi çalışmaya başladıktan sonra ziyaret etmek olmazdı. Birkaç resim çektikten sonra buradaki araştırmayı diğer günlere bırakmaya karar verdim.
Hayat kaynağımız olan su, Osmanlı Dönemi’nde çeşmelerin varlığıyla ayrı bir anlam kazanmış, narin yapılarıyla yüzyılların içinden haykırmışlardı insan siluetlerine… Tarihi suyun ağzından aktaracaklardı bize kim bilir? Yalnız hiçbiri bu simge çeşme kadar şanslı değildi. Üzerlerine karalanan yabancı yazılar gözlerinden su damlamamasından daha fazla üzüyordu onları belki de. Hoş kurumuş olmak o kadar ağlanası bir şeydi ki… Kendi yok oluşlarını izlemek… Bir araştırmacı on bin çeşmeden günümüze bin kadarının geldiğini söylemişti. Bu not aklımın bir köşesine iğnelenmiş, kalmıştı. Kımıltısız… Hat yazıları, süslemeleri, önemli bilgileriyle çeşmelerin su gibi aranıyor olmasını gerektirmiyor mu? Oysa yok oluşlarını izliyoruz. Bu tarihe ne kadar değer verdiğimizi göstermiyor mu? Bu soruları sorarken kendi kendime Şah Sultan Sebili’nin önüne kadar gelmiştim. Eyüp… Eminönü’nden gemiyle geçerek buralara kadar uzanmak gerçek bir İstanbul turuydu. Üçüncü Mustafa’nın kızı ve Üçüncü Selim’in kızkardeşi Şah Sultan tarafından yaptırılan bu sebil Defterdar’da Zaloğlu Mahmut Paşa Türbesi’nin hemen yanında olanca zarifliğiyle duruyordu. Ahşap saçaklarına konan kuşlar da Rokoko tarzı mimari kadar hoştu. Mimarbaşı İbrahim Karni zamanında yapılan yapının kurşun kaplı kubbesine baktığımda gökyüzünü görmüştüm.
“Şeh Selim Hanın mekarim perverin hemşiresi
Şah sultanı sütude menkabet ferruh hısal”
Şair İhya’nın güzel ahlaklıyla övdüğü, cömert Şah Sultan için yazıldığı bu beyit sebilin etrafında dolanan insanlar ve kumrular tarafından söyleniyordu şimdi. Başımı kaldırdığımda ileride bir duvar çeşmesi gördüm. Cadde yükseltisinin aşağısında kalmış, hüzünle bakıyordu. Eskiyle yeniyi görmek için güzel bir örnekti bu duvar çeşmesi. Kemer içindeki istiridye kabuğu bezemeleriyle çok sade bir çeşmeydi. Enbiya suresi süslemişti kitabesini. “Mine’l mai külle şey’in hayy”.”Canlı olan her şeyi sudan yarattık”. Çeşmelerin önemini anlamak için yeterli değil miydi? Kendime uzun bir süre sorular soracaktım sanırım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.