- 723 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KUBBE
Korkunç bir bırakılmışlık duygusu. Dünyanın bütün varlıklarını göğsüme sarsam bile, kendimi hiçbir şeyden koruyamazdım.
Albert Camus
Benden önce gelmiş bile. Bunların hepsi böyle erkenci. Aman bekletmesinler de. İnsanın bir bekleyeni olması ne güzel. Nasıl da uslu uslu oturuyor. Yalnızken çok uslu. Sevdiklerine, nazını geçirdiklerine bütün deliliği. Ben bir delilik yapsam da şaşırtsam şunu. Hemen de hissetti geldiğimi. Döndü arkasını ve gördü beni. Balık burcu ne de olsa, sezgileri kuvvetli. Ayağa da kalktı hemen. Çok delidir ama çok da centilmendir. Nasıl da tepeden tırnağa süzüyor beni. Kendi giyimine gösterdiği özeni onunla buluşacak olanlardan da mutlaka bekler. Yaşıtlarıyla buluşacak olduğunda hepsini tek tek arar ve buluşmaya gelirken ne giyeceklerini sorar. Kendisi de ona göre giyinir. Bana o kadarını yapmıyor. Ama beğenmediyse hemen söyler. Beğenip beğenmediğini anlarız birazdan.
-Erkencisin yine.
-Güzel bir kadınla buluşmak kadar, onu beklemek de güzel.
-Dilin her zamanki formunda.
Bir topaç gibi hızla döndü olduğu yerde. Durup küçük bir çocuk gibi baktı gözlerime.
-Sadece dilim mi?
-Her şeyin. Her yerin. Harika görünüyorsun.
Tuttu sağ elimden. Bir o yana. Bir bu yana. Döndürdü beni. Döndürürken de ağzına ne gelirse söyledi.
-Ama ben aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Daha kısası yok muydu bunun? Her şeyin Sultan Ahmet meydanında! Hiç giymeseydin bari!
-Sus. Yavaş konuş biraz. Duyan da sevgilim sanacak seni. Kısmetimi kapatıyorsun.
-Bu kadın benim hiçbir şeyim değil. Ama çok seviyorum onu ben. Ona aşığım. Tapıyorum. Sevgilim değil. Ablam değil. Annem değil. Teyzem, yengem, halam hiç değil. En yakınım olasıca. Beni doğurasıca. Hiçbir şeyim değil. Oldu mu? Açıldı mı kısmetin? Hani sen yalnızlığı severdin?
-Tabii ki seviyorum. Şaka yaptım ama pişman ettin. Neymiş o öyle meydanın ortasında. Bağıra çağıra. Döne döne. İlan-ı aşk eder gibi. Bir eder gibi. Bir etmez gibi.
-Hiç bu kadar kısa giymemiştin bugüne kadar. Birden kaybettim kendimi.
-Burası İstanbul. İstanbullu oldum artık. Daha neler giyeceğim. Seni daha çok şaşırtacağım. Hazırlıklı olsan iyi olur.
-İşimiz var desene.
-Sen de artık şu anlamsız kıskançlığını yensene.
-Beni böyle seviyorsun sen. Yenmeyeceğim.
-İstesen de yenemezsin zaten. Hepiniz aynısınız.
-Ben farklıyım. Ben daha kıskancım.
-Aman ne büyük fark. Meydanın ortasında daha ne kadar tutacaksın beni böyle ayakta. Oturalım şöyle bir kenara.
-O etekle oturulmaz böyle. Her şeyi meydanda!
-Bir daha eteğime laf edersen çıkarırım alimallah. Şuna bir delilik de ben yapsam ama ne yapsam diye aklımdan geçmedi değil.
-Sormuyorsun hiç neden çağırdın diye. İstanbullu oldun ya keyfin yerinde. Sormazsın.
-Sormaya vakit mi bıraktın?
-İyi hissetmiyorum yine kendimi. Seninle olmak iyileştirir beni diye çağırdım. Ben çağırmasam senin çağıracağın da yok zaten. Hiç mi derdin yok senin? Hiç mi dertleşmeye ihtiyacın yok? Hiç mi arayıp sormaz insan? Hep ben mi arayacağım?
Haklıydı. Etekmiş. Kısaymış. Kızdığı o değildi. Kızdığı benim ona ihtiyaç duymamamdı. Kendi kendisiyle konuşmayı, dertleşmeyi öğrenince insan hiç kimseye ihtiyaç duymuyor. O da öğrenecek bunu bir gün. Kendisinin en yakın dostu olduğunda anlayacak beni.
-Aklımdan geçip duruyordun. Ha bugün ararım ha yarın derken bir baktım sen aradın.
-Boğuluyorum bu aralar yine. Nereye gitsem, kime gitsem nefes alamıyorum. Ya Edirne ya sen. Yok başka çarem. Yalvardım gece kardeşime. Götürmedi piç. Götürseydi aramayacaktım seni.
-Ağır ol bakalım. Kardeşin neyse sen de osun. Onun hakkında konuşurken bunu düşün de konuş. Hem, hep kardeşine mi yalvaracaksın, bir araba da sen al artık.
-Kullanabilsem durur muyum hiç arabasız. Kullanamıyorum. Heyecanlanıyorum çok. Kalbim duracak gibi oluyor direksiyona geçince.
Anlatırken bile heyecanlandı. Duracaktı sanki kalbi.
-Neyin var yine?
-Aniden bastıran o boğulmalar. Sebepsiz yere nefessiz kalmalar.
-Bunun bir sebebi olmalı. Var da benden gizliyorsun belki de. Ya da görmezden geldiğin bir şey var. Kendini sana bu yolla göstermeye çalışan bir şey. Çok dışa dönüksün. Belki biraz da kendine dönmeli, kendinde olup bitenlerle ilgilenmelisin.
-Arkadaşlarımla olmadan, gezmeden, tozmadan, eğlenmeden yaşayamam ben.
-Bir süreliğine. Sürekli öyle ol demiyorum.
Tuttu kolumdan sıkıca. Eriyip bedenime karışmak ister gibi yapıştı sol yanıma. Yürümeye başladık meydanda.
-Nereye gidiyoruz?
-Önce bir dua edelim Sultan Ahmet Camii’nde. Biliyorsun camiler bana çok iyi geliyor.
-Fenalaşınca hastaneye koşar gibi camilere koşuyorsun. Belki de boğulmalarının sırrı camilerde gizli. Cami avlusuna bırakılmadın sen değil mi?
-Dalga geç bakalım sen.
-Sen de söylediklerimi es geç bakalım.
Cami avlusuna bırakılmamıştı ama bırakılmış bir çocuktu. Henüz beş yaşını bile doldurmamışken, annesi kardeşiyle ikisini babasına bırakıp dört çocuklu bir adama kaçmıştı. Babaannesinin olgun ve şefkatli sevgisi ile büyümüştü. Babası üvey anne elinde hırpalanmasın çocukları diye evlenmemişti bir daha.
Girdik içeri. Bir kaç dakika önce bana sokulan o değildi sanki. İçeri girer girmez bırakıverdi beni.
-Biz en iyisi şu güzelliğe bakalım. Masmavi kubbesi. Gökyüzünde bile yok bu güzellik.
-Ben de senin gibiyim aslında. Sen boğuldukça camilere koşuyorsun. Ben gökyüzüne. Herkesin bir kurtarıcısı olmalı. Kimseden kimseye fayda yok çünkü. Tek fark benimki biraz daha zahmetsiz. Gözlerimi çevirir çevirmez gökyüzündeyim. Kendine daha kolay kaçacağın kurtarıcılar bulmalısın belki de. Benim gibi kolayına kaçmalısın.
-Susalım artık. Sadece dinleyerek sessizce dolaşalım. Biz sessizce dolaşırken, bugüne kadar burada okunmuş duaların hepsi yağsın üzerimize. Dua ile yıkasın bizi Sultan Ahmet Camii.
Sustum.
Anne karnıydı camiler ona. Kubbeler, annesinin kardeşine hamile olduğu zamanlarını anımsatıyordu. Kendinden geçti dolaşırken. Dolaştıkça ferahladı. Yeniden doğmaya hazır olunca attı kendini dışarı. Atar atmaz da acıktı.
-Bildiğim bir yer var. Yemekleri çok güzel. Oraya gidelim. Yemekte sana biraz Sultan Ahmet’ten bahsetmek istiyorum.
-İşin gücün sultanlar, camiler. Neyse başka kötü huyun yok hiç değilse.
-Turistler çok geliyor oraya. Yabancı yabancı, güzel güzel kadınlarla dolu oluyor.
-Beni de kendin gibi kıskanç sanıyorsun değil mi. Ne kadar kendimi beğenmiş olduğumu bilmesen neyse. Gideriz ve görürüz bakalım hangi milletin kadını üzerine çevriliyormuş gözler.
-Kendini beğenmişlik az kalır sana. Narsistsin sen. Narsist!
Çok acıkmıştı. Adımları bir devin adımlarına dönüştü. Ona yetişmekte zorlanarak yürüdüm yanında.
Tante Rosa
***
Diyor ki:
Colette: Herkesin kullandığı kelimelerle ama herkesten farklı yazmalı.
***
YORUMLAR
Bugün, her zaman olduğu gibi yine az öykü var Defter'de. Daha çok, her zaman olduğu gibi sevgiliye canhıraş kaleme alınmış serzeniş yazıları, artık değil okumak, görünce midemi bulandıran, "en doğrusu olan kendi fikrimi" yazayım da, okuyucu hizaya gelsin ukalalığıyla kotarılmış siyasi yazılar, kör parmağım gözüne didaktik kaygısıyla dillendirilen acemi denemeler...
Oysa güzel tasarlanmış, melodik kullanılmış kelimeleriyle bir öykünün veremeyeceği hem de tüm düşünceleri, tüm vermek istediklerini ustaca cümlelerin ardına gizlenmiş, didaktik antipatiye düşmeden, ne olabilir ki?
Okuduğum bu öykü bence son bir kaç günün en güzel öyküsüydü.
İki insanın buluşup, bir çok insanın ortaklık edebileceği konuşmalarında cümlelerin ardına gizlenmiş, okuyucunun kolayca yakaladığı öyle çok kaygı, hüzün, çaresizlik, kendini aldatmışlık, bir sonraki adımda geleceğine inandığı o kadar çok umut vardı ki, bunu ancak bir öykü verebilirdi ve sizin öykünüz de işte öyle bir öyküydü.
Bence günün en güzeliydi ve kırmızı kurdeleyi çoktan hak etmişti.
Kaleminize sağlık,