İstanbul Sokaklarında Yalnız Adam
Yürüyordu yüreğinden gelen acıyla... Yaşanmışlar onun kalbini yaralıyor, her nefesinde öldürüyordu. Sanki kendi suçuymuş gibi vicdan azabı yakıyor, kahrediyordu. Yüzünün hatlarından belliydi nasıl bir ömür geçirdiği... O sadece istiyordu, ruhunun yükselmesini. Ona göre; istediğini yaratandan başka isteyemeyeceğini bildiği için her gün Rabbine el açıyordu. Sonra o yanaklara iki sıcacık yürekten gözyaşı dökülüyordu.
Yırtık, yamalı bir paltosu, bir de pantolonu. Ve kafasına küçük gelen takkesi... Bütün bunlara aldırış etmeden yaşıyordu o. Çünkü onun için daha ehemmiyetli şeyler vardı. Ne zaman içi daralsa, fenalaşsa kendini İstanbul sokaklarına atıyordu. İnsanları sıcak gülümseyişliydi buranın. Yaşadığı ıstıraplar ona tebessüm etmeyi unutturmuştu. O böyle miydi? Bir zamanlar küçük bir çocuk görse, başını okşar, öper, severdi. Artık bu duygularını yitirmişti. Hayat ona çok şey aksettirip, çok şeyi silmişti. Yaşlanıyordu, anlıyordu o da...
Eşi son nefesini verdiğinde o da ölmüştü eşiyle... Ve de onun üzerine gencecik oğlu ölünce ikinci kere ölmüştü. Ve sonra yaşlı annesi ve babası... Gerçekten o birçok kez ölmüştü. O artık son kez ölmek istiyordu. Otuz yedi yaşında iken elli yaşın üzerinde gösteriyordu. Yaşadıkları onu çok yıpratmıştı. Yüce Rabbi’ne kavuşmak istiyor ve her gece ağlayarak yalvarıyordu o Kerem sahibine... Bitmeliydi bu ıstırap. Sevdiklerinin olmadığı bir dünyada yaşamanın anlamsız olduğunu düşünüyordu. Ve her nefesinde öldüğü bir iklimde yaralı bir kuş gibi yaşamak istemiyordu. Ruhunu O’na teslim etmek istiyordu.
Bir an evlendiği ilk günü hatırladı gözleri yaşararak. Nasıl da seviyorlardı birbirlerini bu iki genç... Severek baktığı gözler şimdi ise toprak yığılı mezardaydı. Onu çok özlemişti. Geçmişe gidiyor ve nur yüzlü eşinin doğumunu hatırlıyordu. O gün çok heyecanlı, sevinçliydi çünkü erkek bir çocuğu olacaktı. Hiç kimse onların bu mutluluğunun önüne geçemezdi tabi onlara göre. Ama düşündükleri olmadı. Allah onları büyük imtihandan geçiriyordu. Ve o gün hastanede eline oğlunu aldığında, doktorlar ona eşinin beyin tümörü olduğunu söylemişlerdi. Ağlıyordu. Hani onların bu mutluluğuna hiç kimse engel olamazdı. Ama Allah’ı unutmuşlardı. Hakikaten hesap edememişlerdi. Eşi ise; yıkılmıştı genç kadın. Daha bebeğini eline alalı elli gün olmuştu olmamıştı. Hem küçücük henüz kundakta olan bir canı bırakmaya dayanamıyordu. Ve acılar içinde kıvranan eşine üzülüyordu. Ne olacaktı?
Ardından yirmi gün geçmişti ki henüz; eşinin kollarında son nefesini vermişti. Genç adam nasıl da ağlamıştı. Sonra yıllar geçip de eşinin emaneti oğlunu kaybetmesi içler acısıydı. Evlat acısına nasıl dayanılırdı? O çok şükredici bir insandı ama isyanların uçurumuna gelmişti.
Hayatta anne ve babasından başka bir yakını kalmamıştı artık. Onlarda felçli, kötürümdüler. Ve aradan kısa bir süre sonra annesi ve babası da irtihal ettiler. Gençti o hala ama artık onun için dünya hayatının pek bir önemi kalmamıştı. Hep eşinin ve oğlunun sevgisiyle, hasretiyle yaşadı. Günde üç dört saat uyur oldu. Geri kalan zamanlarında ibadetle, kitap okumakla ve kendisini anlatan yazılar yazarak meşgul oluyordu. Ya da caddelerde yürümek hoşuna gidiyordu çünkü kaldırımlarla dertleşmeyi seviyordu. İçini rahatlatıyordu. O her zaman yaratıcıya sadık bir kul olarak yaşadı. Daima şükrederek ve sabrederek...
Bir Cuma sabahıydı. Güneş o gün doğmadı. İlk defa böyle oluyordu. Esnaflar hava ağarmadığından yağmur yağar mı yağmaz mı diye tezgâh kurmakta endişeliydiler. İbrahim Efendi, yaşlı can dostundan ödünç bir kitap almaya gidiyordu. İhtiyarın evi açıktı. Seslendiği halde yanıt veren olmadı. Bunun üzerine içeri girdi. İhtiyar secdedeydi. Biraz bekledi İbrahim. Bir süre geçtiği halde neden secdeden kalkmamıştı. Ona dokundu ve buz kesilen kollarını hissetti. Meğer ihtiyar secdede ruhunu teslim etmişti ne mutlu ona şehit olmuştu namaz kılarken. İbrahim Efendi dayanamadı ağlayarak son kez, o mübarek insanı alnından öptü. Herkes ağlıyordu. Anladılar neden güneşin geç doğduğunu. O gün hiç kimse işe gitmedi, esnaf tezgâhını açmadı. Artık o İstanbul kaldırımları da ağlıyordu. Yalnızlarmış onlarda...
Biz insanlar, küçük bir olay geçse başımızdan ölmek isteriz ama bilmediğimiz, başından öyle acı olaylar geçiren insanları düşünmeyiz. Şükretmeyi hiç beceremeyiz. Yeni güne şükranla girmeniz duasıyla...
KEVSER RABİA ERGÜVEN
28.09.2013