- 494 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GELİN BAŞI
Songül Yılmaz bir ay sonra gelin olacaktı…
Zurnacı zurnayı dile getirecek, davulcu zurnanın sesine ses katacaktı…
Aileler, akrabalar, komşular, tanıdıklar halaya duracak, davulla zurnanın ritmine ayak uyduracaklardı…
Misafirlere sofra kurulacak, en güzel şekilde ağırlanacaklardı…
Damat, berbere gidecekti…
Damat tıraşı olacaktı…
Gelin, en yakınlarıyla kuaföre gidecekti…
Bu mutlu gününde gelin başı yaptıracaktı…
Gelin konvoyu Adıyaman caddelerinde ve sokaklarında tur atacak, gelin yeni evine götürülecekti…
Songül Yılmaz gelinliğini giyemedi…
Gencecik yaşında umutları söndü…
Nice gencimiz gibi hayatının baharını yaşamadan aramızdan ayrıldı…
Umutlar, Adıyaman Gölbaşı arasındaki Çakal Köprüsü’nden aşağıya düştü, bitti… Söndü…
Umutlar cehalete, yoksulluğa, açgözlülüğe, duyarsızlığa kurban gitti…
Leğende kına karılamadı…
Gelinin ellerine kına yakılamadı…
Çakal Köprüsü’nün altında, çakılların üstünde Songül Yılmaz’ın ellerine kan yaktılar…
Kendi kanı ile ellerine kan yaktılar…
Songül’ün kınalı elleri değil, kanlı elleri oldu…
Songül soldu…
Songül Yılmaz Çakal Köprüsü’ne geldiğinde, getirildiğinde yalnız değildi…
On beş yolcu taşıması gereken araçta yirmi dört kişi vardı…
“Ben Bilmem, Eşim Bilir” programında insanları bir arabaya üst üste bindirirler…
Eşlerinin söylediği sayı kadar insanı arabanın içine sığdırmaya çalışırlar…
Puan almak için çabalarlar…
Yarışmanın arabası trafiğe çıkmaz; yerinde durur…
Bütün ırgat arabaları tıka basa doldurulur…
Her fazla yolcu için biraz daha para alma sevdası canlara mal olur…
Irgatlar yolların üstüne, kenarlarına, köprü altlarına savrulurlar…
Ölüler, yaralılar yerlerde toplanır…
Ölenlerin sayısına göre yerel ve ulusal basında haberlere konu olurlar…
Ölenler bir-iki kişi ise haber bile olamazlar…
Bir iki garip öldü, olur…
On beş yolcu taşıması gereken araçta yirmi dört kişi vardı…
Bir aracın taşıyabileceği azami ağırlık bellidir… Bu ağırlığı taşıyan tekerlerin kabak olmaması gerekir… Yıllarca değiştirilmeyen lastikler normal ağırlığa bile dayanmazlar…
Üç kişilik asansöre yedi kişi binerse, asansör yere çakılır…
On beş yolcu taşıması gereken araca yirmi dört kişi sıkıştırıyorsunuz…
Üç kuruş fazla kazanayım derken insanların ölümüne sebep oluyorsunuz…
Gelin olacakların muradına ermesine engel oluyorsunuz…
Ocakları söndürüyorsunuz…
Çocukları öksüz bırakıyorsunuz…
Annelerin, babaların, kardeşlerin yüreğine ateş düşürüyorsunuz…
Eşlerin gözyaşlarına sebep oluyorsunuz…
Üç kuruş için katil oluyorsunuz…
Vicdansız olsanız dahi öldürdükleriniz rüyalarınıza girerler… Yakalarınıza yapışırlar… Sizlerden hesap sorarlar…
Çakal Köprüsü’nde bir ayda ikinci kaza oldu.
Birinci kazada beş insanımız öldü…
İkinci kazada dokuzu bayan on insanımız öldü…
On tabut yan yana dizilmiş…
En başta Songül Yılmaz’ın tabutu var.
Tabutunun üstüne bembeyaz gelinliğini atmışlar…
Tabut bembeyaz gelinlikle örtülmüş…
Fakirin payına düşen ölüm…
Dün de böyleydi, bu gün de böyle…
Ecel diye, kader diye ölümlere sebep olanlar kendilerini aklıyorlar… Taziyelerimizde timsah gözyaşlarını döküyorlar…
Yoksulluğu bize kader yapanların yüzleri köseledir; kızarmaz…
Ar perdesi yırtılmış; onarılmaz…
İslam dinini kendi açgözlülüklerine, oburluklarına alet etmekten zevk duyuyorlar; maske yapıp en kirli dolapları arkasında çeviriyorlar…
Yoksulluk kader değildir…
Genç ölümler alınyazısı değildir…
Ey toprağım senin bağrına nice genç gömüldü, gömülüyor…
Sen erken ölüler mezarlığı mısın toprağım?
Halkımızın büyük çoğunluğu insanca yaşam koşullarına hasret kalmış…
Bu ülkenin petrolünün yüzde altmışı çıkan toprağımızda fakirlik neden diz boyudur…
Hatta yoksulluk gırtlağa dayanmıştır…
Baraj gölümüz var. Çaylarımız var. Derelerimiz var. Su sorunu yoktur…
Ekilecek ovalarımız var… Toprak sorunumuz yoktur…
Akdeniz iklimine yakın hava koşullarına sahibiz. İklim sorunumuz yoktur…
İnsan gücümüz çalışkandır… İşsizlikten kahve köşelerinde zaman öldürmek zorunda kalıyor…
Adıyaman ucuz emek cennetidir… Yani insan gücü sorunu yoktur…
Adıyaman’ın Türkiye’nin en zengin illerinin içinde olması gerekirdi…
Türkiye’nin en fakir illerinin içinde olmamızın sebebi nedir diye kendimize sorduk mu?
Yarım asırdan fazladır insanlarımız ırgattır…
1960 yıllarında üstü açık bir kamyonun üstünde, Adana’ya çapa vurmaya gitmiştim.
Elçi bizi köprünün yanındaki boş arsaya indirdi…
Adana şehir merkezinde, Seyhan’ın kenarında çoluk çocuk üç gün boş arsada yatıp kalktık.
Dördüncü gün Mercimek Köyü tarafındaki bir ağaya ırgat olduk…
Gün ağarmadan bizi tarlaya kadar yürütürlerdi…
Çapalanacak otları görmemiz için tarlanın kenarında günün ağarmasını beklerdik…
Gün ağarınca tarlaya girer, Güneş battıktan sonra tarladan çıkardık…
Yattığımız yere döndüğümüzde elimizi yüzümüzü yıkar, yemek hazırlardık…
Irgat yemeği ucuza mal edilen en kolay hazırlanan yemektir…
Yemekle uğraşırken vakit yatsıyı geçerdi…
Güneşin altında yanmış yorgun bedenimiz uykuya dörtnala koşardı…
Şilteye uzananlar hemen uykuya dalarlardı…
Çocuk bedenim köle gibi çalıştırılmaya iki hafta dayandı.
Çapayı fırlattım… İki haftalığımı aldım. Yol parası yaparak Kâhta’ya döndüm…
Çoluk çocuğum yoktu… Kimseye karşı bir sorumluluğum yoktu… Benden aş bekleyen, üst baş bekleyen yoktu… Benim için çapa fırlatmak kolaydı…
Babamın evi vardı… İşi vardı… Bize de iyi bakardı…
Adana’yı görmek için ırgat olmuştum…
Geldim, gördüm… Yaşadım… Kâhyanın, ağanın ağız kokusunu çekemezdim…
Elveda ırgatlık, dedim… Adana’dan ayrıldım…
O günden beri her ırgat ölümünde ben de ölürüm…
O günden beri tarlada ırgat gördüğümde, çapa sapının patlattığı avuçlarımın içi yeniden sızlar…
Gün ağarmadan yürütüldüğüm tarla gözümün önüne gelir… Uykuya doymadan uyandırılmalara isyanımı anımsarım…
Ağanın ırgata layık gördüğü ikiye bölünmüş buğdaydan yapılmış mırmırık çorbası gözlerimin önüne gelir…
Tarlada seyyar satıcıların sattığı sarı burma denen halka tatlının, kurumuş dudaklarıma can vermesini anımsarım…
Dilimle dudağımı yalarım… O günleri yaşarım…
Songül Yılmaz Çakal Köprüsü’nde on arkadaşı ile birlikte öldü…
Beyaz gelinliğini giyemedi…
Gelin başı yaptıramadı…
Ellerine Acem kınası yakılamadı…
Damat ile birlikte halaya çıkamadı…
Davul zurna yerine ağıt yakıldı…
Siyaset, laf üretme şampiyonluğunu kazandı…
İmam on tabutun karşısında namaz kıldırdı…
İmam namaz kılanlara ezberlediği soruyu sordu:
— Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Namaz kılanlar hep bir ağızdan:
— Helal ediyoruz.
Dediler…
Kimse Songül Yılmaz ve dokuz arkadaşına şu soruyu sormadı:
— Ey tabuta vakitsiz girenler. Siz Adıyaman’ı fakir iller arasında birinciliğe getiren siyasetçilere, yöneticilere, ağayım, paşayım, aydınım, yurtseverim, milliyetçiyim, dinciyim diyenlere hakkınızı helal ediyor musunuz?
Ben tabuttaki ırgat olarak şu cevabı verirdim:
— Hakkımızı yiyenlere zehir zıkkım olsun… Helal etmiyorum! Helal etmiyorum! Helal etmiyorum! Sırtımızdaki kenelere lanet olsun…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.