16
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1835
Okunma
Efendim!... Bombaların patlatıldığı, gencecik vatan evlatlarının boşu boşuna öldürüldüğü, anaların-babaların yüreklerine kor ateşlerin yağdığı, günahsız ve masum genç polislerimizin katil ellerce şehit edildiği karanlık günlerden geçmekteyiz yine. Birileri, bir yerlerden düğmeye bastı ; oluk oluk kan akmaya başladı yeniden cennet yurdumuzun mazlum coğrafyalarında.
Ne demeli? Allah, ıslah eylesin azgınları, yolundan şaşıranları. Ölen gençlerin ardında bıraktığı sevenlerine de sabır diliyorum. O iki genç emniyet görevlimiz için ise, tek kelime ile söyleyecek söz bulamıyorum. Allah, rahmet etsin, mekanları aydınlık olsun. Gönlümüzü gamlı, gözümüzü yaşlı bırakıp gittiler. Diliyorum, o tetiği çeken eller de, çok kısa bir zaman zarfında aynı akıbete uğrarlar.
Şimdi, enteresan bir fotoğrafın altına düşürdüğümüz bu iki paragraf, şüphesiz oldukça tezat bir tablonun oluşmasına neden oldu. ’Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ diyordur içinizden birileri eminim. ’Tropikal bitkileri havasındaki bu enteresan ağacın dalı üzerine tünemiş acayip şekil de ne ola ki?’ Hemen izah edeyim efendim.
Ha!... Belki de, ’Bu ne saçma fotoğraf’ diye söylenenleriniz de olmuştur bu arada. ’Bu güzelim defter sayfasına da hiç yakışmamış hani.’ diye de geçiyordur aklınızın bir köşesinden. Ufaktan ufağa, alaycı tebessümler de gelip yerleşmiştir şimdi dudağınızın bir kenarına. Ben bilmem mi sizi?
Eeee!... Yaş atmışa merdiven dayamış, kilo desen doksanlarda seyretmekte ise, ve de yerden yaklaşık yedi metre kadar yükseklikte, üzerinde bir kart maymun misali sekmekte olduğunuz ağaç dalından sevimsiz çatırdama sesleri gelmeye başlamış ise, fotoğrafı ancak bu kadar çekilebiliyorsunuz, olayın sanat boyutuna pek inemiyorsunuz. Sıkıysa inmeye çalışın. Bu inişin sonu, aşağıdaki üzeri yeşil yosunla kaplanmış, içinde kurbağaların seyri sefer ettiği bulanık su birikintisi olabilir.
Ramazan ayını, hayırlısı ile serin serin tamamladık. Yaz mevsiminin ortalarına denk gelmesine rağmen, çok zorlamadı bizi oruç, hoş bir akışla geçti gitti mübarek günler. Bayramla beraber, sıcaklar da sökün etti coğrafyamıza; yörenin kaçınılmaz realitesi rutubet ile el ele verince de, gerçekten dayanılmaz bir atmosfer oluşturdu, gündüzün her saatinde sığınacak bir gölge arar oldu insanlar resmen. (Gerçi Karadeniz’de gölge de işe yaramıyor ya.)
Önceki gün, telefonumu unutmuşum evde işe gelirken. Aslında telefonla muhabbet etmeyi hiç sevmeyen, hele de bu akıllı telefonlardan şiddetle uzak duran bir insanım ama, işim gereği bol bol fotoğraf çekmem gerektiğinden, yüksek megapiksel kamerası olan bir akıllı telefon sahibi olma mecburiyeti doğdu ister istemez. Bu arada, biliyorsunuz ki bizim evde bir önemli misafirimiz var on üç gündür. (Bizim ilk torun.) Annesinin ve anneannesinin kesin direktifi var, ne olur ne olmaz diye telefonun yanımda olması gerekiyor daima.
Neyse... Lafı uzattık yine. Bir arkadaşın telefonundan bizim oğlanı aradım, ’Bisikletine atla, acele benim telefonu getir; durumu annene çaktırma, boşu boşuna akşama fırça yemeyelim’ diye de sıkıca tembihledim. İş ile ev arası iki buçuk km kadar zaten. Çok uzak değil aradaki mesafe. Şantiyemiz, Trabzon-Samsun kara yoluna bitişik. İnşaat alanına giriş yasak olduğundan, yola çıktım oğlanı karşılamak için. Yol kenarına dizilmiş kavak, akasya, incir ve daha bir çok ağacın gölgelerine sığınmış, hem doğanın güzelliğini, hem de önümden hızla akıp giden trafiğin çeşitliliğini seyrediyorum. Başında bareti, sırtında açık sarı iş elbisesi ile manzara seyreden adam, onların da ilgisini çekmiştir muhakkak.
Öyle amaçsızca sağa sola bakınırken, akasyaların sık dalları arkasına saklanmış, koyu yeşil ve yayvan yaprakları arasından sarkan iri, siyah ve üzüm salkımı andıran meyveleri ile tanıdık bir ağaç dikkatimi çekti. Karadeniz Bölgesinin meşhur Karayemiş’i. Ya da diğer adı ile TAFLAN. Bu yıl, çiçek dökme zamanında düşen sis nedeni ile, sahil kesimlerdeki ağaçlar pek meyveye duramadılar. Ancak görüne o ki, kendini insanlardan saklamayı başarabilen bu bereketli ağacın dallarını dolduran siyah salkımları oluşturan çiçekler, hiç de öyle etkilenmişe benzemiyorlar bu doğa olayından. Zamansız çöreklenen pustan da kendini, çiçeklerini korumayı başarabilmiş.
Tam da toplanma mevsimindeyiz meyvenin. Her Karadenizlinin, memleketini çok özlediğini tarifleyen önemli ve ortak bir soru cümlesi vardır. Temmuz ayının ikinci yarısında, dünyanın dört bir tarafından akıp gelir o soru cümleciği bu coğrafyada yaşayanların kulağına.
’Karayemişler oldu mu?’
Her şeye, her sıkıntıya, her özleme, her acıya katlanılır da, Karayemişlerin olgunlaşma döneminde memlekette olamamanın acısına asla katlanılamaz nedense. Bir de denizden yeni yeni çıkan Hamsi’nin...
Oğlan telefonu getirince, ilk işim şantiyenin emektar mühendisi Orhan Bey’i aramak oldu.
’Orhan Bey!’
’Buyur Şefim!’
’Sana enteresan bir sorum var.’
’Sor!’
’Bu ana yol ile, şantiyemiz arasında kalan alan kime aittir?’
’Orayı kamulaştırdık biz. Devletin malıdır. Yani tüm vatandaşların.’
’Buradaki ağaçların meyvesini yersek, haram yemiş olur muyuz?’
’Ne haramı? İsteyen herkes yiyebilir. Milletin malı onlar. Atalarımızın deyimi ile ’Hayrat’ hepsi.’
’Çok sağ ol!’
’Hayrola yav!.. Neden bu sorular? Oradaki incirlere göz dikti isen, çok sulanma, ben çoktan sahiplendim onları ve sezonlarına daha çok var.’
’Yok!... İncirler senin olsun. Karayemişler bana yeter. Burada karayemiş ağaçları var ve oldukça da bereketli bir sezon geçirmekteler. İşin garibi, hiç kimse varlıklarından haberdar değil.’
’Yok yav!... Nasıl göremedim ben? Topla da getir biraz. Bir ikindi ziyafet çekelim kendimize.’
Durur muyum? Her zaman ceplerimin bir köşesinde bir küçük poşet bulundururum ne olur, ne olmaz diye. Hemen ağacın altına seğirtiyorum. Hiç bir Allah’ın kulu uğramamış, dallar yerlerde deyimi tam anlamını bulmuş burada.
Önce alçak dallardan, daha sonra da küçük irtifalı tırmanışlar yardımı ile elimdeki poşeti meyve ile doldurmaya başlıyorum. Bu arada, gelip geçen arabalar nedeni ile yemişlerin tozlanmasına hiç aldırmıyor, arada bir de mideye indiriyorum bir kaçını.
Kilomuz fazla ya, ağacın genç dallarında öyle kıvrak hareketler sergilemek, genellikle uç kısımlarda yoğunlaşan meyveleri toplamak kolay olmuyor. Birazcık zahmet çektiğimi itiraf etmeliyim.
Efendim, cüssemi taşıyacağından emin olduğum bir dalın üzerine tünemişim, hemen göz istikametinden deniz tarafına uzanan bir dalın yoğun yemiş yükü dikkatimi çekiyor. ’Şu dalı kendime eğebilir, uç kısmına erişebilirsem, oldukça diri ve olgun gözüken meyveler ile poşetimi doldurabilirim.’diye düşünüyorum ve o tarafa doğru hamle yapıyorum.
Tam uzanıp dalı eğeceğim sırada ne göreyim? Küçücük bir kuş yuvası... İçinde de, olan bitenden bi haber, gürültüyle ağacın meyvelerini söğüşleyen bu kaba adamın varlığından asla rahatsız olmayan, oldukça da büyümüş iki serçe yavrusu. Yani, yuvaya ikisi beraber zar zor sığmaktalar. Benim yüzümden yuva zaten yerinden oynamış, biraz daha hareket etsem, her an tutunduğu çataldan kurtularak, aşağıdaki su birikintisine hep beraber yuvarlanıverecekler. Öyle ağızlarını açmış, omuz omuza vermiş, mışıl mışıl uyuyorlar.
Önce ne yapacağımı şaşırdım. Bir süre seyrettim bu güzelliği. O dalın ucundaki bol Karayemiş salkımlarına sahip olmaktan vazgeçtim tabi ki. O an aklıma, olayı fotoğraflamak, Edebiyat Defteri dostları ile paylaşmak geldi. Tam işlemi gerçekleştiriyordum ki, bastığım dalın, tam ana gövdeye birleştiği yerden sevimsiz bir çatırdama sesi ile ayrılmaya başladığını gördüm. Karayemiş odununun zayıf olduğunu ve pek yük taşımadığını biliyorum zaten.
Sonra ne mi oldu? Düşmedim tabi ki o yükseklikten su birikintisinin içine. Düşseydim, şimdi burada, bu klavyenin karşısında değil, yakınımızdaki hastanenin acilinde, kolumun, bacağımın alçıya alındığı operasyonun kucağında olurdum herhalde.
Bastığım dal kırılırken, can havli ile yan tarafa sıçramış, güç bela da olsa tutunmayı başarabilmişim. Böylece, eşe-dosta, çoluğa-çocuğa, defterdeki dostlara rezil olmaktan kurtulmuş olduk. Bu yaşta bile, hala ağaçlara tırmanabildiğimizi de göstermiş olduk. Kime mi? Hem ele güne, hem de kendimize.
Serçe yavrularına gelince;
İnsanların, meyve toplamak için o ağaca gitmelerini engelledim. Zaten ancak bir kaç kişinin haberi olmuştu olaydan. Güzel ve olgun meyvenin membaını soranlara da,’Üzümü ye, bağını sorma’ atasözünü hatırlattım. Kimse zarar versin istemedim yavrulara. Gelişmelerini tamamlasınlar, sorunsuzca uçup gitsinler doğanın kucağına. Sanırım çok zaman almayacak yuvadan ayrılmaları. Yakında itiverir anneleri onları yuvadan aşağıya.
İşte böyle efendim. Sevimsiz günlerin arasına sıkıştırdığımız sevimli bir olay.
Bir tarafta, hayata tutunmaya çalışan iki küçük can, diğer tarafta, din kisvesi, devrim kisvesi, milliyetçilik kisvesi altında, insanları acımasızca öldüren caniler.
Allah, yardımcımız olsun.
Başımız sağ olsun.
Bir tutam hayat-23.07.2015-Trabzon