- 593 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MADEM Kİ BEKLEMEYECEKTİN!!!
MADEMKİ BEKLEMEYECEKTİN,
NİYE ISRARLA YÜRÜTTÜN
YÜREĞİMİN GİT DEDİĞİ YERE
CAN ÖZÜM!
Benim için neler ifade ettiğini, bu hitap şeklim gibi, yeryüzünde kullanılmakta olan kelimelerin her biri de tam anlamıyla ifade etmekte aciz kalıyor.
Niye bir mektup daha diye düşünebilirsin. Telefonda zaman kısıtlı. Ne kadar uzun da yazsam, ne kadar fazla sayıda da yazsam mektup da yetersiz kalıyor. Dünyanın en güzel şeyi seni görmek, seninle olmak, uzun uzun anlatmak. Bu ise tamamen imkânsız.
Ne olurdu, aramızda hiçbir engel olmasa. Ya da kaderimde yıllar önce olsaydın. İkimizin de onca unutulası, boşa geçen, yazık edilen, yılları olmaksızın.
Ve sen şimdi en yakınım, en uzağımdasın. Telefonla görüştüğümüz o kısacık anlardaki düşsel birlikteliğimiz de kısa ve doyumsuz oluyor. Başlamasıyla bitmesi bir oluyor sanki. Akşamlara, sabahlara dek sürsün istiyorum oysa. Devam etmiyor etmesine ya, bitmiyor da. Seninleliğin mutlu çalkantısıyla, büyülü bir düşü yaşıyorum hiç uyanmaksızın; ta ki tekrar arayana dek.
Olacak şey değil ya, yaşamının hiçbir yerinde, benden başka hiçbir kimse olmasın istiyorum. Selâm verdiğin mahalle bakkalını bile kıskanıyorum.
Sesini duyamıyor, sana ulaşamıyorsam, cehennemin tam ortasındayım. Ve benim yanmakta olduğum cehennem, var olduğu kabul edilen cehennemi bile kıskandırıyor. Kimselere söyleme, kimseler bilmesin yanışımı. Korkup sana koşarlar. Sensizliğin cehennemde yanmak olduğunu düşünürler çünkü!
Bu mektubu yazmakta olduğum gecenin, sabaha el verdiği şu saatlerde, tüm insanlar gibi sen de uyuyorsun. Oysa ben, bir yandan da uyuyuşunu imgeliyorum. Sen her gece bu güzellikte uyu, ben ise sabahlara dek, aşkıma nöbet tutup güzelliğine şiirler yazayım.
Yüreğimde, beynimde, kısacası tüm benliğimde olsan da, damarlarımda kan yerine dolaşsan da, ne kadar uzaklardasın benden. Bir o kadar da yakın.
Neden korktun? Niye gelmedin? Anlamış olman gerekirdi. Tanımış olman gerekirdi beni bunca zaman. Üstelik çok da zeyrektin anladığım kadarıyla. Vazgeçemeyeceğimi, unutamayacağımı anlamış olman gerekirdi. Görüyorum ki beni hiç tanımamış, hiç anlamamışsın. Yazık!..
Ama gel artık lütfen. Beklemek, özlemek, bekleyene ölüm demek. Beklenen sen isen, ölümden de öte.
Geleceğin günün varsayımına dayalı ne düşlerim, ne özlemlerim vardı. Hiçbirini yaşatmadın büyük bir inatla.
Biliyorum; bu güne dek, gerek mektuplarım ve gerekse sevgimi ifade ediş biçimimle çok yabansı duruma düştüm ve düşmekteyim. Olmayacak düşler kurduklarım. Minicik bir su birikintisinde, havada tek bir yaprak kıpırdamazken üstelik, koca koca yelkenlerini açıp teknemin, sürat motoru hızıyla gitmesini umut etmek...
Masalsı bir aşkı yaşama umudu. Leyla’dan beter Leyla; sevmekte olduğumun Mecnun olmadığını, olamayacağını bile bile Leyla. İnadına Leyla. Yabansı, hem de çok yabansı! Peki niye ölümüne bu sevda?
Ah bir bilsem, bir bilebilsem! Bu güne kadar her konuda olduğu gibi, bunu da saklamayacağım. Tüm çıplaklığıyla anlatacağım sana. Ama bilmiyorum, bilemiyorum. Bildiğim tek şey seviyorum. Sadece seviyorum. Hem de çok, hem de tarifsiz, hem de sınırsız. Uçsuz bucaksız seviyorum.
Acılardan, kederlerden, çıkarlardan, tüm çirkinliklerden arınmış; huzurlu, mutlulukla ve güzelliklerle örülü sağalmış bir dünya düşlüyorum ikimiz için. Ve o dünyada seni çok mutlu edeceğimi, senin mutluluğunla sınırsız mutlu olacağımı düşlüyor ve istiyorum.
Sana kızamıyorum, düşlerimi yaşamama izin vermediğin için. Haklısın be bir tanem, ne diyebilirim ki düşlerindeki kadın değilsem? Özlemlerini benimle yaşayamayacağını düşünüyorsan, beklentilerin bende yoksa ne diyebilirim ki? Kendimi de suçlayamam, ben buyum işte. Ben yaratmadım beni. Hele seni hiç suçlayamam. Ölçülerinin dışında birini benimsemeye zorlayamam, sevemedin diye kırılamam da. Oysa istediğin ölçülerde olmayı ve istediğin konuma gelebilmeyi çok isterdim. Ama elimde değil!
Kader seni benden çok uzaklarda yaşama kazandırdıysa; başka başkalarıyla, bir sürü düş kırıklıkları yaşadıktan sonra, en umarsız anımda, seni çıkarttıysa karşıma ve ben senin özlemlerine sahip değilsem; ne kendime kahretmenin, ne de seni suçlamanın bir anlamı var. Suç kaderin. Ama ona da hesap soramam ki. Hem sorsam ne değişecek, zamanın belli bir dilimini silip her şeyi benim ve senin istediğin şekilde yeniden kurgulayabilecek mi?
Seni tanıdım tanıyalı Aziz Nesin`in bir şiirini sık sık anımsayıp, ta yüreğimde hisseder oldum.
Ya zamanından çok erken gelirim
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi
Mutluluğa hep geç kalırım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya her şey bitmiştir çoktan
Ya hiçbir şey başlamamış
Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken seviye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Seviye on kala ölüme beş
Ve bu noktada kararsızım işte!..
Sevmeye devam mı? Ama nereye kadar? Ne için? Yoksa ölüm mü güzel? Başka türlü bitirmek mümkün değil çünkü. Ve şayet ölümse seninleliğin alternatifi, onun gelişini de hoş ve sefa karşılarım.
Aslında bitmeli. Unutmalıyım seni. Ama nasıl? Bilemiyorum. Yapamıyorum, olmuyor işte. Ne yapsam, nereye gitsem, vardığım her noktada, bütün ihtişamınla dimdik yine seni buluyorum karşımda. Bu konuda, senden de yardım isteyemem. Dedim ya, asla suçlayamam da.
Ve o gelişinde ellerinin mutlandırıcılığını hissettim bir an. O kısacık an, dünyanın en mutlu insanıydım. Ardından alelacele, yalan yanlış öpüverdin isteksizce. Hayal kırıklığı diyemezsin. Hiçbir şeyi gizlemedim ki senden. Sen farklı düşlerle geldiysen, ben ne diyebilirim ki?
Beni nasıl hayata döndürdüğünü ve döndürdüğün anda, nasıl öldürdüğünü bilemezsin! Yaşadıklarımın izlerini söküp atmam mümkün değildi, ama bir nebze sana hitap edebilmenin savaşımıydı yaptıklarım. Daha fazlası da gelmez elimden. Yineliyorum, haklısın, senden hiçbir şey beklemeye hakkım yok, çok isterim ama yok. Hele suçlamak hiç olası değil.
Yaşamımda şu son günlerdeki kadar karma karışık, allak bullak olduğumu hiç anımsamıyorum. Çıkamıyorum bir türlü içinden. Bir yanda doğrular ve olması gerekenler. Diğer yanda yanlışlar ve olmaması gerekenler. Terazinin iki kefesi de öylesine eşit ki. Arada bir sapmalar olsa da bu hep yanlıştan yana ağır basıyor.
Ah bu isyankâr yürek! Laf anlamıyor. Önündeki uçurumu göre göre, düşüp paramparça olacağını bile bile, doludizgin yaşıyor, kendince anlamlı ama yanlış sevdasını.
Ölümü de kendi ellerinden olacak. Kendi kendini hançerleyecek en umarsız bir anında, en yenik düştüğü bir anda, böylesi bir rezilliğe daha fazla dayanamayıp tükendiği bir anda.
Bilmem nereden ama, şu an Yılmaz Erdoğan’ın çok sevdiğim bir betimlemesi geldi aklıma. Çok anlamlı ve çok düşündürücü ve çok doğru bir benzetme. “Biz aşkı iki gözlüklü insanın öpüşmeye çalışması gibi yaşadık. Beceremedik. Çünkü gözlüklerimizi çıkartmayı hiç akıl edemedik.”
Sahi, gözlüklerimizi çıkartmayı bir kez becerebilsek doğruyu yaşayabilir miydik? Evet, eminim ki yaşardık. Gerçi ben çıkartabildiğim kadarını çıkarttım. Gerekirse daha da çıkartabileceğime inanıyorum. Ama sen! Değil çıkartmak, elini gözlüğüne bile götürmedin ki.
Bu güne dek, hep aklımın götürdüğü yere gittim. Aklımsa, hep elinde bir “DUR” levhasıyla çıktı karşıma. Hiçbir adım atamadım yürümek istediğim yollarda. Zaten hep “YASAK” levhaları “DUR” işaretleri vardı yaşamın da ellerinde. Yürümeye kalktığım yollarda ise hep kırmızıydı yanan ışıklar.
İlk kez yüreğimin sesini dinlemek istedim. Aklımın avaz avaz “DUR”diye “GİTME”diye”YANLIŞ”diye bağırmalarına aldırmaksızın, yüreğimin götürdüğü yolda yürüdüm. Senin de öneri ve yönlendirişlerin doğrultusunda, “GİT”dediğin, “BEKLİYORUM GEL” dediğin yere. Yürümekten de öte doludizgin, deli dolu çılgınlar gibi koştum. Hâlâ da koşuyorum, nereye gittiğimi bilmeksizin.
Ama, nereye gitmek istediğimi çok iyi biliyorum!
Varacağım noktanın yanlışlığına;
Hatta yüreğimin istediği yere;
Hiçbir zaman varamayacağımı
BİLMEME RAĞMEN!