- 495 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TOPRAĞIMIN GÜLÜ DOSTUM
İnsanın insanlığına değer katan, olumlu yönde etkileyen aile, okul ve çevredir…
İyi arkadaşlarla, güzel dostlar da insana değer katarlar…
Arkadaşlarını, dostlarını satanlar, insanın insanlığını törpüleyen, güven duygusuna ayaz olan, kar yağdıran kumaşı çürüklerdir…
Kumaşı çürük arkadaşlar ve dostlar cana derttir, başa beladır, tertemiz alnına kara lekedir, yüreğine yüktür, lanetli kürktür…
Boşuna söylenmemiştir; bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…
Ömrümün çocukluk günlerinde babamla birlikte çok sık gittiğimiz köylerden biri Qeraş’tı…
Babamın dostları olan güzel insanların evlerine konuk giderdik…
Evleri evimizdi… Namusları namusumuzdu… Dertleri derdimiz, sevinçleri sevincimizdi…
Dostluklar çıkarsız, tertemiz duyguların eseriydi…
Bu eserde güven, vefa, bağlılık vardı…
Dostluğun temeli çok sağlamdı…
Dünya malı üzerine temeli atılmayan dostluklar bakidir…
Dostlar vefat edip bu Dünya’dan göçse bile bu dostluklara tanık olan Mahmut Cantekin gibi evlatlar, o dostlukları saygıyla anarlar…
Sevgiyle selamlarlar…
Güzel dostlukların, hatıralarının önünde düğmelerini iliklerler…
O güzel dostlukları tarihe not düşerler…
Babamla birlikte Kâhta’dan her çıkışımızda, Qeraş’ın toprak yollarını yaya adımlar, sevinç ve özlemle ilerlerdik…
Köy mezarlığında dururduk… Mezarlıkta yatanların ruhlarına fatihalarımızı okurduk…
Yokuştan aşağı inmeden yeşillikler içindeki kerpiç duvarlı, toprak damlı evlere, sokaklara bakardık…
Babam köye doğru yürürken bacasından duman tüten evlere, yolun kenarında otlatılan hayvanlara, koşuşturan köyün çocuklarına hayranlıkla bakmaya devam ederdim…
Babam fazla uzaklaşmadan arkasından koşar yetişirdim…
Dost evinde karşılanışımız, ikramlar, sohbetler ve ayrılışımız hala gözlerimin önündedir… O güzel günleri hiç unutmadım…
Dünya’nın kulaklarından tutup o günlere döndürmeyi ne kadar isterdim…
Yoksulluklar içinde o güzellikleri yaşatan insanları çok özledim…
O günler gelsin, yoksulluktan büyüklerimden küçültülmüş pantolona, top oynarken yırtılır diye giymeye korktuğum kara lastik ayakkabıya razıyım…
Yamalı pantolon giyerim… Yalınayak top oynarım… Yeter ki can çekişen dostluklar, komşuluklar, hemşerilik bağları yani kısacası insanlık ölmesin…
Altın semer giydirilen eşek şımarmaz ama üç kuruş gören kişiliği gelişmemiş zevat çabuk şımarır… Kendini kaybeder… Dününü unutur… Ayakları yere değmez… Bir de koltuğa oturdu mu kendini adam sanır… Aynalardaki cücenin gözleri kendini dev görür…
Dayan desem de şu isyankâr gönlüme, sonradan görmelerin ağızlarının kokusuna dayanmaz… Ağız kokularını çekemez gönlüm…
Ham adamın kahrı çekilmez…
Ömrümün son demi; arkadaşlığın, dostluğun, komşuluğun ve diğer insani değerlerin erozyona uğradığı demdir…
Bu nankör demde kör talihim, topal şansım, bahtsız bahtım, kısmetsiz kısmetim bir kerecik olsa da inadından vazgeçti… Tek bir konuda da olsa yüzüme güldü: Babamın dostlarının çok olduğu Qeraş köyünden bir dostla tanışmayı bana nasip etti…
Birkaç yıldır tanışıyoruz… Dost olduk… Kardeş olduk…
Bizim dostluğumuz çıkar dostluğu değildir…
Bizim dostluğumuz ideolojik dostluk değildir…
Bizim dostluğumuz cemaat dostluğu değildir…
Bizim dostluğumuzun temeli sağlamdır…
Aynı topraklarda doğmuşuz… Doğduğumuz toprakları seviyoruz… Kâhta sevdalısıyız… Güzel ahlaklı insanlarımızı seviyoruz…
Dili, dini, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, kimseyi öteki görmüyoruz… Kötülüklerden, kötülerden uzak durmaya çalışıyoruz…
Savaşsız bir Dünya düşlüyoruz… Yokluğun, yoksulluğun olmadığı bir Dünya düşlüyoruz…
Malı mülkü ilah yapmıyoruz… Çıkarımız kıblemiz değildir… Cambazlığa dönen siyasetten uzak, bilime açığız…
İnandığı için ibadet eden müminlere sonsuz saygımız var…
Sevgili dostum, inandığı için ibadet eden bir mümindir… Din tüccarı değildir… Bu tavrı kendisine olan sevgimi doruklara çıkarmıştır…
Evime geldiğinde namaz kılması için seccadesi hazırdır…
Dürüstlüğüne inanmadığım kimseye kapımı açmam… Tesadüfen içeri girse, namaz kılacağım dese seccademe kurban ederim, kirletmem…
Din tüccarının kirlettiği bir seccadeyi, kırk varil su ile yıkatsam da bir mümine seremem… Saygısızlık olur…
Tanıştığımız günden beri aramızda sağlam bir dostluk oluştu.
Güvenecek dost mu kaldı diyenlere açıkça şunu söylemek istiyorum. Sırtımı dayayacağım duvar, sırlarımı açacağım taş, sohbetinde huzur bulduğum arkadaşımdır, dostumdur…
Sevgili dostumla tanıştığımızdan beri birbirimize uzattığımız ellerimizi ısırmadık… Sırtımızı birbirimize döndüğümüzde arkadan hançerlenmedik… Dünya malında gözümüz olmadı…
Muhannete muhtaç olmadan yaşadık mı ikimiz de şükür ediyoruz…
Gurbette olduğum için telefonla özlem gideririz…
Kâhta’ya her gelişimde sakin ve sessiz bir çay ocağında oturup sohbet ederiz…
Tanıştığımız günden beri Kâhta’ya gelip kendisini görmeden döndüğüm olmadı…
2013 yılı 8 Mart Cuma günüydü.
Kej oğlu Abdulkadir Aydın’ın ölüm haberini alınca, Kâhta’da cenazeye katılmak için bilet aldım…
Yola çıkmadan telefonla aradıklarımdan biri de yukarıda anlattığım sevgili dostum Abdurrahman Karabiber’di…
Cumartesi günü arkadaşları ile Diyarbakır’a gezmeye gitmek için hazırlık yaptıklarını söyledi… Kâhta’da kaç gün kalacağımı sordu.
Planımı açıkladım:
— Bu gece 23’te otobüse bineceğim… Sabah saat 5–6 arasında Kâhta’ya ineceğim. Aynı gün saat 23’te geri döneceğim…
Geziyi iptal edebileceğini söyledi…
Gezi iptaline kesinlikle karşı olduğumu söyledim. “Arkadaşlarına verdiğin sözü yerine getir, başka bir zaman gelirim, görüşürüz,” dedim. İkna ettim…
Kâhta’ya geldim. “Mehmet Cantekin’e selam söyle” başlıklı yazımda o günün nasıl geçtiğini anlattım…
Kâhta’ya indiğimde, Güneş “günaydın” demek için yaklaşıyordu…
Güneş Kâhta’ya elveda dediğinde, koşuşturmam bitmemişti…
Babamın dayısının kızı büyüğümüz Hacı Naile’nin elini öpmüş, hayır duasını almıştım…
Babamın dayısının bir diğer kızı, büyüğümüz 40 yıldır görmediğim Türkan Ablamın elini öpmeye gidecektim…
Sevgili dostum Abdurrahman Karabiber aradı:
— Neredesin?
— Şinasi’nin evinde Sait Yilter öğretmenle şiir, edebiyat konuşuyoruz…
— Geliyorum.
— Bekliyorum.
Sevgili dostum Abdurrahman Karabiber, çok geçmeden arabasıyla geldi…
Sait Yilter öğretmenin öğrencilerine dağıtması için getirdiğim kitaplar yeğenimin evindeydi…
Ben, Şinasi ve Sait Yilter öğretmen sevgili dostumun arabasına bindik. Önce gidip kitapları aldık…
Oradan Türkan Ablamın evine gittik. Benle Şinasi içeri girdik. Türkan Ablamın ellerini öptüm…
Yıllar o güzel, o dağ gibi kızın ömrünü törpülemiş…
Çeşitli hastalıkların vücudunu pençesine aldığı bir kadınla karşılaştım… Ağlayıp üzmek istemedim… Gözyaşlarımı içime akıttım… Hüzün beni boğsa da belli etmemeye çalıştım…
Kâhta’ya bir daha gittiğimde uğrayıp uzun süre yanında kalacağıma söz vererek izin istedim…
Kendimi dışarı attım…
Sevgili dostumun arabası ile Şinasi Öğretmeni evine, Sait Yilter öğretmeni de arkadaşlarının yanına bıraktık…
İkimiz baş başa kaldık…
Sevgili dostum, gitmek istediğim bir yer olup olmadığını sordu.
Tereddüt etmeden cevap verdim:
— Direksiyon sende, otobüsümün hareket saatine kadar kendimi sana teslim ediyorum… Yüreğinin istediği yere götür…
— Tamam, dedi…
Eski Devlet Hastanesinin önündeydik… Baraja doğru bozuk yolda yavaş yavaş ilerledik…
Sevgili dostum bir yerde durdu. Yeni yapılan bir binayı gösterdi:
— Bu bina Adliye binamız. Çok güzel ve büyük yapıldı. Bitince Kâhta Adliyesi buraya taşınacak…
Adliye mensuplarının güzel bir binada görev yapacak olmalarına sevindim.
Yüreğim sessizce bir temennide bulundu:
— Adalet mensupları, bu güzel binada adil kararlara imza atın… Yargının bağımsızlığına gölge düşürmeyin… Kâhtalıların adalete güveni sarsılmasın… Yaşadığım acı deneyleri insanlarım yaşamasın… Haksız kararlarla hayatları kararmasın…
Bozuk yolda ilerlemeye devam ettik… Çocukluğumuzda Aysadık’a (Ziyaret) indiğimiz yolun olduğu yeri geçtik… Aysadık’a inen yeni yapılan yolu biraz geçtikten sonra sevgili dostum arabayı kenara çekti… İndik…
Baraj gölüne baktı:
— Bu yamaçta baraj gölünü seyretmek çok güzel oluyor… Mehtapsız gecelerde göl suyu parlamıyor… Net görünmüyor… Şansın yok. Mehtap olsaydı manzaranın tadına doyum olmazdı…
— Bu uzun, acı, kara günün sonunda burada olmak, bu temiz havayı solumak, elektriğe kavuşmuş karşımızdaki köyleri seyretmek, toprağımın kokusunu ciğerlerime çekmek yeter bana… Çok sağ ol kardeşim… Bu yamaç ilaç gibi geldi…
Maziye daldım… Yaşadıklarımı gözlerimin önüne getirdim…
Çocukken ilkbahar, yaz aylarında bu yoldan Aysadık’a gelirdik…
Bu yoldan Kâhta çayına inerdik… Yüzerdik… Oynardık…
Kâhta çayına köprü, bu yolun sonunda yapıldı… Yapımı yıllarca sürmüştü.
Cendere Köprüsü iki bin yıldır yerinde sağlam duruyor…
Kâhta Köprüsü iki yıl dayanmadı… Su aldı bazı bölümlerini götürdü… Suyun götürdüğü betonların yerine tahta koymuşlardı… Tahtaların üstünden geçerdik…
Yıkılan köprünün yerine yeni köprü yaptılar… Yeni yapılan köprü de baraj gölünün altında kaldı…
Köprüyle adı anılan Osman amca vardı. Kendisine “Osi Köpriye” derlerdi…
Gençliğimde, firari günlerimde Siverek’ten Kâhta’ya bu yoldan gelmiştim… Çaylarbaşı’ndan Kâhta’ya kadar yaya yürümüştüm…
Eve gittiğimde babamın karakola götürüldüğünü annemden öğrenmiş, biraz ekmek peynir alarak evi terk etmiştim…
Birkaç ay sonra bu yoldan Siverek’e gitmiş, gittiğim gün yakalanmış, ben gitmeden iki gün önce yapılmış bir eylemin sanığı olmuştum…
Eylemi yapan beş kişi yakalanmış, suçlarını itiraf etmişlerdi…
Tanıklar, eylemi beş kişi yaptı diyerek beş sanığı teşhis ettiler…
Savcı da eylemi beş kişinin yaptığını yazıyordu… Teşhis edilen beş kişinin adını yazdıktan sonra, altıncı kişi olarak beni ekliyordu…
Savcı sayı saymasını bilmiyordu desem, ilkokula gitmeyen çocuklar bile ona kadar sayarlar…
İşkencede suç kabullenmediğimden, beni içerde tutmak için beş bir daha yine beş ediyordu… Suçlu beş sanığa Mahmut Cantekin eklenince yine beş ediyordu…
Af çıkana kadar dilekçe yazdım: Eylemi beş kişi yapmıştır, diyorsun… Beni altıncı kişi olarak dosyaya eklemişsin… Sayı saymasını bilmiyor musun? Hiçbir dilekçeme cevap vermedi…
Diyarbakır, Mamak zindanlarında yıllarca yattım… 1974 yılında Ecevit affından sonra Yargıtay kararı ile bırakıldım…
Siyasi günlerimde bir bokböceği tam burada, maziye daldığım bu yerde kirli, beş para etmez kanını üstüme bulaştırmaktan tesadüfen kurtulmuştu…
Bu yoldan Mustafa Aslan Kirvelerimin evine, bahçesine kaç kere gitmiştim…
Bu yolda binlerce kez gidip geldim…
Nice anılar taptaze duruyor…
Sevgili dostum, daldığım maziden beni aldı…
Arabaya bindik. Geri döndü. Aysadık’a indik…
Yol çok dik. Daha güzel yapabilirlerdi… Araba farlarının ışığında çevre düzenlenmesine baktım… Yerlere taşlar döşenmiş… Güzel olmuş…
Altlarına sofra serdiğimiz ağaçlara baktım… Annem, babam, kardeşlerimle yüzlerce kez geldiğimiz bu yerdeki anılarımı tazeleten sevgili dostuma teşekkür ettim…
Yoğun anıların yükü omzumdayken Kâhta’ya döndük…
Kâhta işi künefe yapılan temiz bir mekâna götürüldüm… Yedik, içtik, sohbet ettik…
Otobüsün hareket saati yaklaşmıştı…
Çocukluğumun oyun sahası garaja geldik…
Yolcular otobüse biniyorlardı…
Ayrılık saati gelmişti… Sarıldık… Teşekkür ettim…
Otobüse bindim. Otobüs hareket etti…
Sevgili dostuma el salladım…
Elveda Kâhta’m…
Elveda bir çadırımın bile olmadığı, bir dikili ağacımın kalmadığı doğduğum topraklar…
Elveda derdi yüreğimde yara, özlemi ciğerlerimde ateş olan memleketim…
Elveda sevdam benim…
Elveda Kâhta Mezarlığı…
Öldüğüm gün Mehmet Cantekin’in yanında beni kucağına al…
Toprağınla üstümü ört… Sağ elim babamın elinde, sol elim ağabeyimin elinde olsun…
Toprağında toprak olayım…
“Kâhta’m Kâhta’m diye yandığını biliyorum, aynı gün dönüp gidiyorsun, ben bunu anlamıyorum, sebebini çözemiyorum” diye telefonda sitem eden güzel arkadaş,
Telefonda sana dediğimi tekrarlıyorum:
— Sebebin gözü kör olsun… Kalp camdan bir kâseye benzer… Kırıldı mı toparlanmıyor… Hele bir de şairsen! Ummadığın yerden hançer yemişsen!
YORUMLAR
"Karda müfettiş geldi" yazısından sonra bu ikinci okuduğum yazınız. Dostluk üzerine okurken Kahta'ya dair de bir yığın şey öğrendim. Bir de eskilerde kalan çocukluğunuza dair...
Bir de ülkenin aklını toptan yitirdiği günler ki sizden de en güzel zamanları çalmış. Bırakın zamanları, ne ömürleri çaldı o aklını yitirmiş dönemde memleketimiz.
Bunlar elbette asla unutulmaz ama sıcak dostluklar kalan ömrümüze güzellik katarken eski kötü anıların önüne buzlu bir cam çekiyor.
Yüreğinize sağlık efendim
Mahmut Cantekin
Çok sağ olun. Teşekkür ederim.
Her yazınızda sizin hakkınızda yeni bir şey öğreniyorum; tabii ki, beni yazdığınız kadarı ilgilendirir. Çok özel bir insansınız. Yazınız bir su gibi; hani insana bir yazı bu kadar mı güzel yazılır dedirten bir yazı... Paylaşmanız vesilesiyle bu harika yazınızı okumak imkanım olduğu için mutluyum...Konuyu işleme şekliniz ve tarzınız okumaya keyif katmakta. Güzel paylaşımınıza,edebiyata verdiğiniz emeğe ve yaşattığınız okuma keyfine teşekkürler... Tebriklerimle... Saygıyla...
Mahmut Cantekin
16 yaşındayken, öğretmen okulunda 68 kuşağı ile kader birliğim başladı. Başım o günden beri 141- 142 ve diğer maddelerle beladan kurtulmadı. Fişlenmek çile ile nikah kıymaktı...
Kemnur
Mahmut Cantekin
Kitap basmak çok zor. Çoğu para vererek kitap bastırıyor. 15 kitap olacak düz yazı ve şiir var elimde.
Dört kitap yayınlandı. Benim için en önemlisi yayın evindeki kitap.
Öldürülen Tümgeneral Bahtiyar Aydın olayının tanığıyım. Yazdım. Yayınlanmasını bekliyorum.
Sevgiler ve selamlar.