BABAM VE BEN...*********************
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Babam ile aynı evde yaşıyorduk, ama ilişkimiz açısından çok farklı dünyalara aittik.
O, öğretmen emeklisiydi ve özgün dünyasında mutlu bir yaşam standardı tutturmuş, bilgi dağarcığı geniş bir entelektüeldi. Anadili kadar iyi Fransızca bilirdi. Yazmayı, okumayı çok severdi. Allah inancı da oldukça güçlü sayılırdı.
Ben, babam için saydığım bu meziyetlerin tamamen karşıtıydım; yani, okumayan, yazmayan, değil yabancı dil, Türkçeyi doğru dürüst kullanamayan, uhrevi inançları hiç olmayan dandik bir adamdım. Bilgi dağarcığım gazetelerin magazin sayfalarındaki, ya da televizyonların magazin programlarındaki haberlerden ibaretti. Müzisyenlik yapıyordum. Kazancımı har vurup harman savuruyordum. Aklım bir karış havadaydı.
Eve ayık kafayla gelmişliğim hiç yoktu ve hiçbir şeyine müdahale edilemeyen bir aile külhanbeyiydim. Tahrik edilmeden sızıp kalmam, evin sükûneti için gerekli bir haldi.
Babamın yaşamı içinde birkaç alışkanlığı vardı. Sürekliliği olan birinci alışkanlığı, Eskişehir İl Halk Kütüphanesine üyeliğiydi ve haftada birkaç defa kütüphaneye uğrar, emanet bir kitap alıp eve getirir, okur, götürüp yenisiyle değiştirir, sürekli okuyacak bir kitabı olurdu. Ama kitaba para ayıramadığı için kitaplığında sekiz on tane kitaptan başka kitabı yoktu. O sekiz on kitap da hediye olarak getirilmiş Fransızca kitaplardı. Buna karşın, mahalle bakkalına her aybaşında bir aylık gazete parasını peşin ödediği için günlük gazetesini her gün okurdu. Bir de eski bir daktilosu ve elinin altında bir top A4 kağıdı bulunurdu. Sürekli yazdığı bir şeyler olurdu. Onları bir yerlere yollardı, ya da biriktirirdi.
Eskişehir’in kaplıcaları çok meşhurdur. Babamın hayatında sürekliliği olan ikinci alışkanlığı da sağlığı için hiç aksatmadan, her gün hamama gitmekti. Parası kısıtlıysa yürüyerek gider, eve yürüyerek dönerdi. Parası yeterliyse hamam çıkışında bir kaçamak yaparak tatlıcıya, ya da köfteciye gittiği de olurdu.
Eskişehir’in yoğurtlu köftesi de çok meşhurdur. Yoğurtlu köfteyi ben de çok sevdiğim için, arkadaşım olan meşhur bir köfteciye, sık sık yoğurtlu köfte yemeğe giderdim. Lokanta sahibi birlikte pek çok defa kafa çektiğimiz için içmeyi sevdiğimi bilerek, diğer müşterilerden farklı bir muamele ile köftenin yanında istediğim şiranın içine votka katarak servis yapardı.
Gene bir gün canım yoğurtlu köfte yemek isteyince bu arkadaşımın lokantasına gittim. O ne? Tesadüfen, babam da oradaydı ve köfte yiyordu. Başka bir masaya oturursam ayıp olacağını düşünerek gittim, babamın masasına oturdum. Adamcağız neye uğradığını şaşırdı ve bana ne yersin, diye sormanın korkusuyla hoş geldin bile diyemedi. Öyle anlaşılıyordu ki, kendi yediği köftenin hesabını ancak ödeyebilecek imkanı vardı.
Garsona, “babamın yediği köfteyi de benim hesabıma ilave et, yoğurtlu köfte ile şiramı da getirmeyi unutma!” dedikten sonra babama dönüp, “bir şira ister misin, babacığım?” diye sordum.
Adamcağız, “pek sevmem, ama senin hatırın için içeyim bir bardak,” diyerek bir bardak şira ısmarlamamı kabul etti.
Garsona işaretle şiralardan babamınkine votka katmamasını işaret edip, “şiralar iki oldu” diyerek siparişimi yeniledim.
Hesabı ben üstlendikten sonra babam rahatlayıvermişti. “Hamamdan çıkıp eve gitmeden önce bir porsiyon köfte yemek istedim. Ancak, senin geldiğini görünce, ne yalan söyleyeyim köfteler boğazıma dizildi; zira, cebimde kendi köfteme yetecek kadar param vardı.”
Köftem ve şiralar geldi. Yemeğe başlamadan önce önüme konulan şirayı kafama dikip fon dip yaptım. Garsona yenilemesini işaret ederek köftemi yemeğe koyulduğum.
Bir de ne göreyim! Babam da şirasını kafasından dikmez mi? Adamcağızın şira içme kültürü yok da, benden görerek öyle içiliyor zannetmiş olmalı, diye düşündüm.
Şırayı bitirir bitirmez, “Oh… Pek güzelmiş şiraları,” diyerek, adeta bir bardak daha onun için de söylememi beklemeye başladı. Garsona “şıra iki oldu Ali kardeş,” diye seslendim.
Garson Ali iki şira bardağını getirip önümüze bırakırken, babamın bardağına da votka katmış olduklarını hissettim. Yerimden kalkarak mutfağa vardım. Arkadaşım olan lokantacıya çıkışarak, “ulen oğlum, pederin bardağına da mı votka katıyorsun yoksa?” diye sordum.
Arkadaşım, “evet,” deyince derinden bir eyvah çektim.
“Yahu, babam Yeşilaycıdır. Votkalı şira içirdiğimizi bir anlarsa eve sokmaz beni!” Telaşla garsonu çağırıp, “Ali! Çabuk babamın önündeki şirayı alıp getir, içinde votka olmayan bir tane götür, çabuk!” dedim.
Mutfağın küçük servis penceresinden olanları seyretmeye başladım. Garson Ali telaşla, babamın önündeki şirayı alarak geldi, hemen votkasız bir tane doldurup götürdü, önüne bıraktı. Babam garsonun hareketlerine bir anlam veremeyerek bırakılan şiradan bir yudum aldı, alır almaz içmekten vazgeçti. Götürülen şira hoşuna gitmemişti. Benim önüme konulmuş olan şiraya uzandı; ondan bir yudum alıp beğendi ve kendi votkasız şirasını benim önüme bıraktı. Lavabodan dönüyormuş gibi yaparak yerime oturdum. Köftemi yemeğe devam ettim.
Babam da köftesini yerken, şirasını içti, bitirdi. Bu defa garsona kendisi seslendi.“Ali, evladım, aynından bir şira daha rica edebilir miyim?” Ali boş bardağı götürüp dolusunu getirdiğinde, getirilenden bir yudum içen babam hemen itiraz etti. “Yok, hayır, bundan değil, ötekinden!”
Ali çaresizlikle bana baktı, üzüntülü götürdü şirayı, içine votka katarak geriye getirdi.
Babam, getirilenden içtikten sonra, “Oh…” diye iç çekerek damaklarını şapırdattı. “Yiyeceklere, içeceklere bu lezzeti katan Allah’a şükürler olsun. O yarattığı her şeyi kusursuzlukla ödüllendirmekte…” Ben, Allah ile ilgili düşünceleri değişik olan birisi olmama rağmen hiçbir konuda olduğu gibi bu konuda da babam ile söyleşmemeyi tercih ederdim. Fakat ne olduysa o an dilimi kontrol edemedim ve dilimden, “Hangi Allah?” diye bir soru çıkmasını önleyemedim. Galiba babamı kızdırmak istemişti dilim ve eve sarhoş gidişlerimde olduğu gibi karşımdakinin ukalalıklarımı sineye çekerek korkutacağımı sanmıştı.
Babam, ağzını şapırdatarak içip bitirdiği şiranın boş bardağını garsona doğru uzattı. "Evlat, bir bardak daha getir; pek nefis olmuş…” dedi. Galiba sinirlenebilecek kadar kafası güzelleşmişti. Beni, “Ne demekmiş o, hangi Allah filan? Bir tane Allah vardır!” diyerek azarladı.
Azarlanmaktan tahrik olduğum için mi, ne, birden, “Tek Tanrı’nın tek bir dini olmaz mı?” diye çıkışıverdim babama. “Ne bu böyle, çeşit çeşit? Davudilikmiş, Musevilikmiş, hıristiyanlıkmış, müslümanlıkmış, hinduluk, minduluk, bir sürü din var ortalıkta. Bir dindekiler, gerçek din bizim dinimiz, ötekiler sahtedir, diyerek diğer dinleri tanımıyorlar!..”
Babam, azarlamak yerine bu defa kuran diliyle cevap vermek isteyerek, “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan kitabı hak olarak indirdi,” diyerek bir şeyler konuşmaya başlayınca, gene dilimi zapt edemeyerek,
“Gerçek ne?” diye sordum. “Senin için indirilen kitap mı? Onun için indirilen kitap mı?”
Babam bir salağa laf anlatma sabırlılığı ile şira bardağını dikti kafasından, Ali’ye yeni bir işaretle tazelemesini emretti. “Gerçek olan, elbette Allah tarafından indirilen kitapların hepsi...”
Ben önümde duran votkasız şiradan bir yudum alarak dudaklarımı ıslattım. “Ama onlar senin kitabının ve ötekilerin kitabının sahte olduğunu iddia ediyorlar,” dedim.
Ali yeni şirayı getirdiğinde, babam, ona doğru bakarken, “Sen de, onların kitabının eskidiğini, demode olduğunu iddia etmiyor musun?” diye sorunca, zavallı Ali kendisine bir şey sorulduğunu sanarak,
“ Kim, ben mi?” diye sordu.
“Aliciğim sana değil, sen işine bak,” diyerek müdahale ettim ona. “Her peygamberin yeni bir din kurması neden? Neden inananlar arasında din çatışmaları yaratmışlar? İlk gelen dini geliştirseydi ya her peygamber. Öyle müjdeleselerdi, öyle uyarsaydılar.”
Babamın sabrını zorluyordum. “Allah, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırır. Bunu Bakara Suresi söylüyor, ben değil. Bakara suresinin iki yüz on üçüncü ayetinde, ‘Allah, dilediği kişiyi / dileyeni dosdoğru yola iletir,’ deniliyor.”
“Öyleyse, benim dinim, senin kitabın diye çatışmalar niye? Kutsal kitaplarda anlaşmazlığa düşenler, o kitabın taşıyıcılarından başkaları değil ki!. Din adına insanları hesaba çekmeye kalkanlar, kendilerinin bir tür göstergesi olan bu illetlerle insanlığı saptırmış, perişan etmiş, Allah’tan ve dinden tiksinir hale getirmediler mi zaten?.”
“Tabii ki, her devirde iyilik, güzellik ve hayır sergileyenlerin varlığı da inkar edilemez.”
“Onların varlığı, Kur’an adına insanları Allah’ın vekili edasıyla yönetmeye kalkışan rejimlerin ve onların diktatörlerinin dinimize verdiği korkunç zararları hafifletti mi? ‘Şeriat isterük!’ diye galeyan yaratmak isteyenlere sorarsan, ağzınla kuş tutsan, onlar gibi değilsek, tu kakayız, kafiriz, dinimiz de, kitabımız da, her şeyimiz de sahte...”
Bu son sözlerimde, dinimizin, kitabımızın sahte olduğunu iddia ettiğimi sanan babam sinirlerini kontrol edemeyerek, “senin bombok bir herif olduğunu biliyordum, ama ateist olduğunu henüz öğrenmiş oldum. Rezil rüsva!” diye bağırdı.
Son gelen şirayı da dikti kafasından, bitirdi. Kızgınlıkla kalktı yerinden.
“Gözüm görmesin seni, bir daha! Benim evim satanist tapınağı değil, ne zaman iman eder, tövbe eder, hidayete erer isen, o zaman gel evime! Yoksa, kendine kalacak başka bir yer bul!” diye söylenerek yalpalaya yalpalaya çıkışa doğru yürüdü.
Yanına yetişerek, “beni yanlış anladın babacığım, ben yobaz takımının bizi nasıl gördüğünü anlatmak istedim…” derken, sarhoşlaşmış olan babam sinirleri iyice kontrolden çıkmış bir halde bana döndü, yaratana sığınarak bir tokat patlattı suratıma.
"Düş yakamdan, Allah düşmanı!”
Ben daha neye uğradığımı anlayamadan, o, çıktı, gitti.
YORUMLAR
Ne yalan söyleyeyim Eskişehir'in yoğurtlu köftesi dikkatimi çekti öncelikle. Memleketimin köftesini ve şırasını çok severim.
Kuşak çatışmasını iyi kaleme almış, bağnazlığı güzel eleştirmişsiniz. Biraz gülümseten, biraz düşündüren yazınız için kutlarım. Sevgiler
Benim pc çift baskı yapıyor , özür dilerim
mymartin tarafından 8/28/2015 9:28:47 AM zamanında düzenlenmiştir.
Tebrik ederim. Kemal bey, öykünüzü soluksuz okudum. Bir zamanlar bir yerlerde okuduğum. bir askerin anısını hatırlattı. bana Çanakkale eceabat arasında vapura binen bir asker. bir kadının hışmına uğrar. Aynı sizin öykünüzdeki gibi şimdi toparlayamacağım.. Doğrusu her ne şekilde olursa olsun! babayla oğul arasında hatırlanan anılar olması çok güzel . yüreğinize kaleminize sağlık.
sağlık ve afiyetle kalın!
Saygılarımla..
Akıcı, sade ve çok harika bir anı yazısı okudum usta kalemden. Kutluyorum. Şiirlerinizde de aynı sadeliği bekliyorum desem yalan olmaz...
Kutluyorum yazınızı gönülden
Gün eksilmesin pencerenizden.
Sevgiler, saygılar.
Kemnur
Kemnur
Can dost!
Öykünün başlarında anlattığın oğulun hayatını ben gerçekte yıllarca yaşadım.
Şimdi başka bir yaşamdayım çok şükür...
Baba, oğul diyaloglarında bence babada haklı oğulda.
Votkalı şıraya gelince; bu öyküyü bir yıl önce yazsaydın ne eder eder mutlaka denerdim.
Belki biliyorsunuz ama, bu güzel öykünün keyfine bende bir içki olayı eklemek istiyorum.
Devir eşkıyaların devri
Namlı bir eşkıya yol kesiyor, adam soyuyor. Ama kötü bir huyu var. Soyduğu her insana konumu, yaşı ne
olursa olsun bir bardak içki içiriyor.
Günlerden bir gün. Soyulan bir Hacı. Yaşı seksen.
"iç." Diyor.
"Kıyma bana her şeyimi aldın. Ben hacıyım. Yaşım seksen."
"Ben böyle nam saldım. Kuralımı bozmam Hacı içeceksin."
Mecbur içiyor hacı. İçmesine içiyor da sonra başlıyor ağlamaya...
Eşkıya üzülüyor.
"Kusura bakma be Hacım. Şimdi üzüldüm. Seni ağlattım."
"Hiç üzülme be oğul. Ben boşa geçen seksen yıllık ömrüme ağlıyorum. Ben bunun bu kadar tatlı olduğunu
ahhh bir bilseydim..."
Selam ve saygıyla dostum
BAYRAMIN KUTLU OLSUN.
Kemnur
Dün geceden kalma bedenim. Ölüm ile kalım arasında gidip geldim. Vucudumu bir süre hissedemedim. Bir bardak su alabilmek için ayaklarımı hissedene kadar, yaklaşık dört saat beklemişim. Ailemden hiç kimse kalmamıştı burada. Ev arkadaşımda yoktu. Bütün tanıdıklarım ya memlekette ya da gezmelerdeydi.
Neyseki bir bardak suyu içince suyun vucudumdaki yolculuğunu bir süreliğine hissedebildim. Açtım ve gerçekten hiç bir şeyi düşünemeyecek kadar da halsiz. Sürünerek yatağa geri dönmeye çalıştım. İçimden geçenlere tek bir cevabım vardı , uyumak . Evet gözlerimi kapadım tekrar tekrar uyumak.
Uyku arası bir msj sesi duydum . Telimi elime aldım, bir gayret mesajı okumaya çalıştım. '' eve geliyorum, bir şey ister misin ?'' Babam 'dan mış msj ...
Hepsi Gerçek, bugün ve önceki gün içinde
Sevgiler
Kemnur
Yazıda gittikçe artan bir ciddiyet vardı. Bir ara sonu nereye varır diye düşünmedim değil. Neyse ki yazar dağıttıklarını ustaca toparlayıp bir kaç Osmanlı tokadı daha yemekten son anda kurtuldu :) yani yanlış anlaşılmaktan.
İlgiyle okudum Kemal Bey. bazı yazıları zorunluymuşum gibi okuyorum. itiraf ettim gitti. Ama bir kaç kişiyi işte böyle eğlenerek okuyorum.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Kemnur
Yine çok enteresan bir hikaye olmuş.
Torun var ya artık,
kendimize ait zamanların bir kısmını da ona ayırıyoruz, bu nedenle geciktik yazıya biraz.
İlk bölümüne,
gerçekten gülmekten cümleleri kaçırdım.
İyi faka bastırmışsınız adamcağızı.
İkinci bölüme gelince;
inanılmaz güzel ve anlaşılır bir ders niteliğinde idi.
Hoş bir üslup ve başarılı cümlelerle,
dinimizdeki bir karmaşaya açıklık getirilmiş.
O kısmı da ibretle okudum.
Bu hikaye,
sıradan bir çalışmayı aşmış,
hoş bir baba-oğul ilişkisini ve de dini kendi çıkarlarına alet eden insanların foyasını açık eden bir enteresan derse dönüşmüş.
Güzeldi güzel.
Kemnur
okumak için sizin gibi yazarların olması bir şans çok güzeldi ellerinize sağlık
Kemnur
Yazılarınızın sıkı tapicilerinden olduğum için bu yazınızı da bir kez daha keyifle
okudum kaleminize sağlık
Babanızla aranızda geçen öykünüzün votkalı şıra bölümünden arkadaşımın anlattığı gerçek yaşanmış esprili bir olayı hatırladım. İçkiyle arası iyi olan Arnavut bir arkadaşımın babası da namazında niyazında dindar bir adammış. Eve içki girmesine kesinlikle izin vermezmiş. Oğlu da gizliden eve soktuğu şarabı sürahiye doldurup dolaba koymuş boş şişesini de çöpe atmış ve sonra on bir sıralarında odasına gitmiş yatmış. Uyumadan odanın buzlu camından babasının salonda yatsı namazını kıldığını görmüş ve derken uykuya dalmış. Gece yarısı bir ara kalktığında saate bakmış ki gece üç buçuk ve salonun ışığı yanıyor babası da halen namaz kılıyor. Merakla kalkıp yatağından babasının yanına gitmiş babasının namazını bitirmesini bekleyip selam verip namazını bitirince baba saatin kaçıdır? Bitmedi mi namaz halen yatsı namazını kılamadın mı? Babası da cevap vermiş; abe cocuğim içim yanidi ilk sünneti kıldıktan sonra dolaptan soğuk bi’şey içeyim dedim anacınin yaptığı vişne suyunu gördim bir bardak içtim abe cocuğim öyle güzel olmiş ki içtikce namaz kılasim geldi. Demiş
Yani içki nadirde olsa insanı böyle komik hallere de düşüre biliyor.
Güne gelen yazınızı ve usta kaleminizi kutlarım
Saygı selamlarımla.
Kemnur
Hocam bugün babalar ve evlatları hakkında bir hayli yazı okudum. Sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı! Belki de bunun üzerine paylaştınız bu öyküyü. İyi de yapmışınız.
Öyküyü okurken bir ara Jack London'un Demir Ökçeler'inden bir bölüm okuyorum hissine kapıldım.
Benim bu hisse kapılmama yol açan bir yığın argümanım var elbet.
Birincisi babalar ve oğullar arasındaki ataerkil ilişkiyi vulgarca ve merhametsizce mahkum etmeden, ülke gerçeğini de gözeterek , gösterilmese de yüreklerin derinlerinde gizli ve karşılıklı bir sevginin olduğunu bilerek, konuya gayet sevecen, insancıl yaklaşmışsınız.
İkincisi, babanın, olduğunu bilse asla ağzına sürmeyeceği, ama fark etmeden yuvarladığı şiraların içindeki votkaya karşı olan dinsel ve geleneksel karşı duruşunun, bazen başka birileri hatta bir evlat tarafından bunun, yani bu geleneksel karşı duruşun bir ön yargı olarak görülebileceği ihtimalini de itirazsız güzellikde vermişsin. Elbette buradan yazarın içki içilsin diye bir telkini asla çıkartılamaz ve bu yazara haksızlık olur.
Üçüncüsü, din konusuna asla kör parmağım gözüne tarzıyla değil, hiç bir inananı rencide etmeden, ustaca bir filozofik dille iki aklı başında tarafın bakışını işliyor. Evlat antagonist bir kışkırtıcılığı ustaca yüklenirken, karşıt görüşteki babayı da fikrini de bir hayli kolluyor. Tam bir fikir teatisi...
Dördüncüsü, okuru yer yer gülümseten, hatta arada kahkaha attıran bir dil anlatımın güneşi gibi öykü boyunca parlıyor.
Hocam yine yapmış yapacağını... Çünkü öykülerine mizahı bu kadar güzel katan az insan tanıdım. Öykü bir karış yere sayfalarca yorum yaptıracak bir dünya olguya parmak basmış.
Dört dörtlük bir DURUM öyküsü kotarmış.
Tebrik ediyorum
Saygılarımla ve sağlıcakla Hocam
nitemtran tarafından 7/17/2015 10:24:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
nitemtran tarafından 7/18/2015 1:24:01 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kemnur
Birincisi: Neden bilmem, çocukların gözünde anneler ve babalar, her zaman ilâhtır. Böyle mi olması gerekir diye düşünürüm? Eğer arkanızdaki "babam ve annem" diye bahsettiğiniz o kişiler hani hayat dediğiniz duvarda sizi utandırmadıysa; Evet.
İkincisi: Yıllar sonra bir insanın babası için bu kadar güzel eleştirilerde bulunması harika ama bırakın da bunu sizi tanımayan birileri okusun... Biz az çok sizi tanıdık Kemnur Abi, Ne kadar kötü Türkçeye sahip olup yazdığınızı biliyoruz.
Üçüncüsüne gelince...
Şıranın içine mi votka mı demiştiniz?
Tebriklerimle. İyi Bayramlar...
Gülay Güzel/öyküsatıcısı tarafından 7/17/2015 11:31:33 PM zamanında düzenlenmiştir.
Davidoff
Bu arada (kötü Türkçe derken arkadaşlarımız yanlış anlamaz inşallah.)
Sizin ne kadar iyi bir Türkçeye sahip olduğunuzu artık hepimiz biliyoruz demek istedim.
Kemnur
Güzel bir yazı. Gerçek midir kurgu mu bilmiyorum. Hangisi olursa da benim fikrimi etkilemiyor. Ben babanızın yanındayım. Şıralarınfa alkollü olduğunu anlamadığını sanmıyorum. Mutlaka anlamıştır. Günahkar olmak farklı imansız olmak farklıdır. Saygılarımla
Kemnur
Rahmetli kayın babama dair tespitler doğru, fakat kendine niçin bu kadar çok çamur attın, anlayamadım. Sen de babanın oğlusun. Okuyorsun, yazıyorsun ve içki kullanmıyorsun. Neyse...Yazını keyifle okudum. çok harikaydı.Tebrik...
Kemnur
Ben ve çocuklarım diye düşündüm yazıyı okurken. Boğazımdan kesip kitaplara verdiğim kıt maaşımı düşündüm. Lice'de İlçe Milli Eğitim Müdürüyken kitap bulamadığımdan, Hükumet konağı altındaki kütüphaneden her pazartesi on kitap alıp, on kitap teslim ettiğim günleri düşündüm. Karlı bir günde Eskişehir garında pipo alışım aklıma geldi. Eksişehir'de yoğurtlu köfte yemediğime, şıra içmediğime üzüldüm. Afyon'da cebimdeki bütün parayı dereceli gözlüğe verdiğimden, çorba parası bile olmadığından akşama kadar öğretmenlik yaptığım köyden beraber geldiğimiz köylüyü beklediğim saatleri düşündüm.
Gençliğimizdeki bitmez tükenmez tartışmaları anımsadım.
Maziye doğru bana yolculuk yaptırdın üstat. Güzeldi...Yüreğine sağlık.