- 846 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
' bullshit'
‘Malın iyisinden götür’ dedi Şevki. Ramazan gülümsüyordu. ‘İki karton yeter be abi’ dedi. Kaçakçılık şube yine iyi bir parti kaçak sigara yakalamıştı. Zavallı topal Niyazi yine sınırdan getirdiği sigaralardan olurken, Şevki de büyük bir siyah çöp poşetine doldurabildiği kadar karton koydu. Yıldırım komiser güneş gözlüğünün üstünden Şevki’ye bakınıyordu:’ O az değil mi Şevkicim’ dedi. Şevki, komiserin çok az rahatsız olduğu çöp poşetini kaldırıp ‘birkaç karton sigara işte komiserim’ derken imha işlemi için hazırlığa başlamıştı.
Ramazan al dedi bir dal. ‘Yok’ dedim, ‘ben namuslu kaçak sigara içicisiyim. En azından bilet parası diyerek kartonuna para veriyorum’ diye düşündüm. Güneş, bayat bir yumurta sarısına benziyordu. Denizin içinden doğuyor gibiydi. Bu asla mükemmel gelmedi. Özellikle de herkes fotoğraf çekip, paylaşabildiği için de manzara doyumsuzluğu gitmiş, fotoğraf çekmede basit bir eyleme dönüşmüştü. Bazı işleri sıradanlaştıran her neyse, onları bozuk para gibi harcamak lazım! Salih heyecan içerisindeydi. Bayram gelecek diye para biriktirip, tablet almak istiyordu. Babasının memur maaşının büyük miktarı ev kredisine gidiyordu. Mehmet ben çekmem diyordu ev kredisi. ‘Neden’ diye sorduklarında, ‘helalinden bir ev sahibi olmak istiyorum, kalkıp ona da haram bulaştırmak istemiyorum’ diyordu. ‘Peki, ya banka sana promosyon verdiğinde maaşın dahilinde, kullanmıyor musun’ diye sorduklarında da, ‘onu da ihtiyacı olana veriyorum’ demişti. Mehmet iyi birisiydi fakat evlenemiyordu bir türlü. ‘Sap geldim, sap gideceğim’ diye kuruntular içerisindeydi. Üniversite okurken çok beğendiği ve sevdiği bir kız vardı. Kız güzeldi ama güzelliğinin yanı sıra genel aritmetik not ortalaması üç doksan birdi. Bir gün çalıştığı daireye kızın annesi ve ablası geldi. Evin erkeği iki sene önce hakkın rahmetine ulaşmıştı. Mehmet soy ismi görünce şaşırdı, küçük dilini yutacak gibi olmuştu. Fakat hepsinden daha garibi, üniversitedeyken beğendiği kızın ablası ona âşık olmuştu. Kibar biri olduğu için mevzuya girmesi pek sorun olmamıştı. Kendisini tanıttı, kızın üniversiteden sınıf arkadaşı olduğunu, onların işini ivedi bir şekilde halledebileceğini ifade etti. Anne memnun oldu, ablanın aklı başından uçmuştu. Abla Mehmet işi hallederken kız kardeşine telefona açtın. ‘Biliyor muyun, şu an kimin yanındayız’ gibi kız kardeşinin hiç tahmin edemeyeceği saçma bir soru sordu. Mehmet’i anlattı ona, kız kardeş anlayışla karşıladı, abla telefonu Mehmet’e uzattı, Mehmet çok kibar olduğu için bir ara onu gördüğünde kalbinin yerinde zor durduğunu hissettiren kızla kibarca kısa muhabbet etti. Kız kardeş evlenmişti. Mehmet ‘evlendi, mutlu mesut olsun artık arkasından bir şey düşünülmez’ diyordu. Abla Mehmet’i yiyecekmiş gibi bakıyordu. Mehmet ivedi bir şekilde normal bir devler dairesinde iki gün boyunca sürecek işi yarım saatte halletmişti. Biri çok memnun ve biri çok âşık olarak daireden çıktıklarında, ablanın dar kot pantolonun sıkıştırdığı yağlı bacakları birbirine sürtüyor, giydiği iç çamaşırının ön tarafındaki kabartmalı vişne deseni klitorisine doğru baskı uygulayıp, onu heyecanlandırıyordu. Aslında böyle bir şeyi yaşamasına dahi gerek yoktu, âşık olan biri için diğer ne varsa, bir süreliğine de olsa teferruat değil midir?
Ben yanılmış olamam. Yeteneğimin olmadığını öğrendiğim günden beri yazıyorum. Bazı insanlar vazgeçer. Adının baş harfini hatırladığım ama diğer kısımlarını çıkaramadığım bayan g.’yi anımsadım iki gündür. Bayan g., kimse benim kadar iyi tanımıyor. O kimsenin içinde ben de olabilirim ama bu beni ilgilendirmiyor. Onun güzelliğini şu tanrılara ve tanrıçalara anlatmak isterdim. Kalk ey Eros, kime göre erospu da olabilirdi, diğer yandan Afroditizma yaşanırdı ve Poros uzun bir tarlada öyle bereketli neticeler hâsıl ederdi ki, Poseidon denize işemeyi bırakır, Sentinus’un tüysüz götüne bakmaktan vazgeçip, Hera’nın göğüslerini düşünürdü. Eğer Kairos fırsat çıkarsaydı, her şey değişebilirdi ama her şey! Penthos’a defalarca kederle küfredince, Ultio’nun eteklerine kadar gittim. Çok yol aldım, çok ismi Minemosyne’nin dilinden öğrendim. Nihayet Phantaso dedi ki:’ Apollon’dan sana haber getirdim. Onun gibilerin güce âşık oldukları bir dünyadasın. Ne istiyorsun? Senin ruhun böyle bir felaketi kaldıramaz. Ben ki sana istemediğim kadar fantezi sunabilirim, bu benim yapabileceğim bir şey ama hayali gerçek yapamam. Apollon sana benim de yardımımla güzel bir sanat bağışlıyor.’ Şaşırdım kaldım. Rüyanın ilk kısmında gökte iki mavi Anka kuşu vardı. İbrahim Hakkı Hazretlerinin anlattığı Anka kuşu bir taneydi, benim gördüğüm iki taneydi ve ilginçtir rengi doğruydu. Anka kuşu mavi renktedir ama yanılmak istemediğim için defalarca düşündüğüm ince bir nokta var. Rüyada iki Anka kuşu gördüm ve ikisi de birbirine tıpatıp benziyordu. Biri soldaydı, diğeri sağdaydı. Bir an için ayna olabileceğini düşündüm aralarında. Bu saçma kaçıyordu rüyanın devamında, çünkü biri havalanıp, durduğu yerden aşağılara doğru uçmaya başladığında, diğerinin yerinden en ufak harekette bulunmadığını görebilmiştim. Bu yüzden sonuç olarak benim iki Anka kuşu gördüğüm söylenebilir. Bunları niye anlatıyorum ki, daha önemli şeyler var, Or. var mesela, hala onu ben zanneden bir ben olduğu gibi başkaları da olabilir. Bereni gördüğüm. Başını kapatmıştı. ‘Neden saçını örttün’ diye sordum, ‘Allah öyle emrediyor abi’ dedi. ‘Güzel’ dedim, ‘keşke dilini de az tutabilsen.’ ‘Abi, ya ne diyorsun abi, yapma abi, of abi’ dedi. Boş şeylere kafası basıyordu. Sahi boş şeyleri ben de çok seviyorum. En kötüsü de bazen ona ve onun gibi bana abi diyen küçük akraba kızlarına kızdığımda, kendimden tiksiniyorum. Hayır, gitmeliyim, diyorum ya, Alaska’ya gitmediğim güne lanet olsun! Suny Üniversitesinde okurken iki işi birden yapan arkadaşta çağırmıştı. Hayalimde göremeyeceğim arabalara biniyordu. Hayalimde arabaya filan binmem ben, uçmak daha özgürce geliyor. Tabi arada cama çarpan kuşlar korkutmuyor değil. Her genç erkeğin başına gelir bu korkular. Cama vurur bir kuş. Sen sanırsın ki kanadıyla cama çarptı. Oysa öyle bir güzel ayarlayıp cama sıçmıştır ki, camın en ulaşılmaz noktasına doğru temizlik yapman gerekir. Akrofobi burada derhal göreve girer. Yaraların iyileşmesi için iyi bir takviye olan şu dışkıyı toparlayıp kalbimin etrafına sürmeliyim. Sonra dua ederim:’ Yarabbi zarar bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Bana da merhamet eyle Yarabbi!’
Fatma’ya Tuğçe’den bahsettim. ‘O kız’ dedim, ‘saçlarına ütü vurur derse gelirdi.’ Başladı hızla anlatmaya:’ Evet, bir aralar modaydı. Baksana zaten benim saçlar da öyle, ya benim saçlar tutmuyor, dağılıyor, düz oluyor hemen.’ ‘O saça şey takıyorlar, neydi onun adı…’ dedim, ‘bigudi’ dedi. ‘Ne gudi’ dedim, ‘bigudi’ dedi. ‘Legudi, evet anladım’ dedim. ‘Benimkiyle evlenmeden önce kuaföre gittik, Erkan, benim kuaförüm, benimkine dedi ki;’ abi saat sabah dokuzda buraya getireceksin yengeyi.’ Tabi benimki getiremem filan dese de, neyse getirdi erkenden kuaföre. Bigudileri taktı, defalarca maşasıydı, örmesiydi, yağıydı, kremiydi, uğraştı durdu neyse akşama hafif dalgalı bir şey çıktı. Düğün başlamadan bir saat kadar önce bir baktım benim saçlar yine zıpkın gibi dimdik. Benimki tutmuyor, ne yaparsam yapayım’ dedi. ‘Sen inatçı birisin. Saçların bunu kanıtlıyor zaten, ben de tembelin tekiyim. Saçlar ne dalgalı ne düz, acayip bir şey’ dedim. O da susmadan önce ‘evet, doğrudur, öyle bir şey var’ dedi. Fatma susarken Tuğçe’yi merak ettim. Resmini bulabilir miyim diye telefonu elime aldım. Garip bir çağdayız gerçekten, istediğimiz kişi eğer aptal biriyse, af edersin Or. , bana saygılı ol diyorsun ama dayanamıyorum, evet budala biriyse, bunu da ben kabul etmiyorum, budalaları severim, iyimser olup bir benzetme olmadan devam etmem gerekirse, o da kendi bulabilme için açık noktalar bırakıyorsa, onu bulabilirsiniz. Soyadını çoktan unutmuştum ama onun sıra arkadaşı, samimi dostu Demet’i biliyordum. Demet’le de yıllar önce tartışmıştık. Kendisini hiç sevmiyordum. Öyle itici geliyordu ki, en sevmediğim dersin öğretmeni oldu. Fen bilgisi öğretmeni oldu olmasına ama onu nasıl tarif etsem, sol kolunda ve göğüs çizgisi üzerinde beni var. Sarışın desem değil, kumral desem değil, buğday tenli filan; ı-ıh! Beyazdı, evet, beyaz tenliydi. Küçük ağzı vardı. Dişleri büyüktü, gülümserken iki artı iki yarım diş gözükürdü. Gamzesi filan var mıydı, yoktu, gamze o boşluğa deniyor, sevmiyorum gamzeyi filan, hem erkek adama da hiç yakışmıyor. Misal ben de var, Or. ‘yakışıyor, kendini kasma’ dese de, ben zayıflarsam o gamzeyi de yok edeceğimi sanıyorum. İnat ettim zayıflamaya ama yine de Valiliğin önünden ne zaman geçersem karşılaştığım çocuğun tartısına bir gün çıkıp kırmak istiyorum. Peçeteyi bile anlayışla karşılıyorum ama tartılar canımı sıkıyor. Nefret ediyorum tartıyla para kazananlardan. Simit sat, şemsiye sat, deniz lastiği sat, benim gibi çorap sat, ulan kendini sat, yine de şu tartı işine karışma anasını sattığım! Demet kaşlarını aldırıyor, ince bir hilal hat bırakıyor sonra da onunla üzerinden simsiyah bir çizgi geçiyor. Kaşını kendisi halletmemiş olmalı, az da olsa kuaför cabası iş ama yine de iğrenç duruyor. Sahi, ne şanslı biriyim ben! Tuğçe’yi ararken Demet’le fotoğrafını görünce gülümsüyorum. Tuğçe’nin meslektaşı Emmy Noether ile arasında garip bir benzerlik daha var. Birinci benzerliği meslekleri, ikincisiyse gözleri! Bu frau ablamız Einstein’dan da övgüler almış. Çok da iyi bir bok olmuş sanki, isterse ben de Tuğçe’yi överim ama Demet olmadan. Ondan nefret ediyorum; Einstein’dan, Tesla’dan, Bell’den, Baird’ten ve daha birçoğundan. Günümüzden de ekleyebilirim ama gereksiz bir karmaşa olur. Or.’a bir gün böyle söylemiştim. Onlardan nefret ediyorum demiştim. ‘Niye’ diye sormamıştı. Banyodaki ampul çalışmaz hale gelince, üçlü sarkıtarak banyoya masa lambasını koyduğumu bilmiyordu ama ben bazı sebeplerden dolayı onlardan nefret ediyordum. Murat, ‘ben işim’ diyen arkadaş, kıskanıyorsun demişti. Hayır, kıskandığım için değil, onlar olmasa başkasının ismi yazılacaktı tarihe, tarih yine bir başkasını altın harflerle tozlu sayfalar arasına not edecekti, konumuz bu değil, ben gelişmenin verdiği zarara karşı çıktığım, basitliği istediğim için onlardan nefret ediyordum. Belki de onlardan değil, bilimin kendisinden de nefret ediyor olabilirim. Bu gerçek olabilir mi? Bu yobazlığı Demet’in yüzündeki anlamsız sırıtışın içine sıkıp, Tuğçe’ye odaklandım. Bir sigarada daha yakmıştım. Fatma da telefonuna bakıyordu. Televizyon anımıza arka fon olan bir şeydi sadece. Gözleri, burnu, ağzı, dişleri hiç değişmemiş. Yalnız makyaj yapmaya başlamış. Hatırladığım kadarıyla tatlı, parlak bir yüzü vardı. Hakikaten ne tatlı bir kızdı, şimdi, yok yok yanılıyorum, burada makyaj yok, alnına bakınca anladım. Nasıl anlayabildiysem! Gülümseyince, üst dudağı, üst dişlerinin üzerindeki et tabakasını saklamaya hacmi yetmiyor. Hala burnu uzun ve yıkık bir kale burcunu anımsatıyor. Elbise seçimi basit, düz, tek renk ve kararlı. Sol yanağında, burnuna yakın bir yerde üzerinde oynanıp, yok edilmeye çalışıldığı düşünülebilecek soluk bir beni var. Fatma bir şey anlatıyor, onu duymuyorum.
Mehmet bunalıyor. Üniversiteden bir zamanlar kalbini çarpan kızın ablası peşini bırakmıyor. Bir teşekkür mahiyetinde evlerine çağırıyorlar. Mehmet gidiyor. Mehmet’in gitme sebebi, aslında bir zamanlar çok sevdiği kızın nasıl bir evde büyüdüğünü görmek, onun hatıralarına dokunmayı istemekti ama Mehmet gerçeği göremeyecek kadar kör oluyor. Sevdiğin bir dizi henüz on bölümü yayınlamışken, ekranlardan kaldırılacağını öğrenmek kadar acı verici bir hadise yaşanıyor Mehmet’in gittiği yerde. Abla, Türk sanat müziği korosunda yıllarca şarkı söyledikten sonra, bir lise mektebinde öğretmenliğe başlayan kadına benziyor. Duruşu ağır, öyle esrarlı yanı yok, apaçık mal ortada, ben buraların ağır vasıtası ve gözdesiyim diyor ama bu heyecanı kalplere salıverecek güzelliği yok. Mehmet’e sarılıyor abla. Göğüslerini Mehmet’in tahta göğsüne bastırıyor. Ablanın göğüsleri Mehmet’in tahta göğsünde birkaç saniye nefes almıyor. Mehmet bundan ilk başta rahatsız olmuyor. ‘Eşofman giymiş, rahat bir kız, hiçbir art niyetim de yok, bir aralar çok beğendiğim kızın ablası, başka bir şey ifade etmiyor’ diye düşünüyor. Evinize bir erkek geliyor. Zarar gelmeyeceğini düşünüp çağırdığınız erkek eve gelmeden hiç olmazsa altınızdaki eşofmanı çıkarın, ne bileyim, düzgün bir şeyler giyinin, az medeni olun abla hanım! Pijama, eşofman rahatlığını herkes sever, yine de siz az medeni olsaydınız ya! Abla Mehmet’i birkaç gün boyunca arıyor, mesaj atıyor. Mehmet başta fikrini açıklıyor:’ Ben seni yalnızca arkadaş olarak kabul ediyorum, farklı bir şeyler olacağını düşünme!’ Abla ‘tamam’ diyor ama kalbine söz geçiremiyor. Mehmet fikrinden vazgeçmiyor. Abla gün be gün umudunu kaybediyor.
Ayşe’yi bazen hiç düşünmüyorum. Bazen de oluyor ki, bir gün boyunca hiç aklıma gelmiyor ve herhangi bir saat, o bir dakikasının, belirlenmiş saniyesinde bir ‘tık’ sesi duyuyorum. İyi olmasını istiyorum. Oğlu koşarak merdivenleri çıkıyor. Dedesinden kaçıyor. Evin anahtarını kaybetmiş bir halde. Ayşe delirdi delirmek üzere; ’ bir bu kalmıştı başımıza gelmeyen’ diye yakınıyor. Siyah spor ayakkabılarının kenarlarında çamur izleri var. Küçük oğlan hasta, yanına uzanıyor. Kolunu başının üstünden sırtına doğru atıyor. Göğsü oğlunun yüzüne yaklaşıyor. Kolyesi boynundaki et boğumuna yapışıyor. Bir seneden fazla emzirdiği oğlu ateşler içindeyken, aklına gelenden ötürü tiksiniyor. Kolyesine dokunuyor, gözlerindeki çeşme daha fazla basınca dayanamayıp, ağlayama başlıyor. Ayşe ağlıyor, aslında Ayşe ağlıyor, çok ağlıyor. Or., ‘bırak ağlasın, elinden gelen yalnızca bu, onu bundan mahrum eylerse biri, ona çok kötü bir şey yapmış olur’ dedi. ‘Neden Or.’ dedim, ‘ağlamanın ne gibi iyileştirici yanı olabilir ki?’ ‘İyileşmek mi?’ dedi, alakasız bir konudan bahsediyormuşum hissi verdi, ‘iyileşmek için mi ağlanır’ diye bana sordu. ‘Bilmem’ dedim, ‘bilmiyorsan niye yorum yapıyorsun’ dedi. ‘ Doğru olabileceğini düşünüyorum’ dedim, ‘tahminle mi işlerini yapıyorsun’ dedi. ‘Genellikle’ dedim, ‘seni sınıyormuşum sanma, Ayşe, sen, ben ve diğerleri; hepimiz iyileşmek için değil, o sona erişmek için yaşıyoruz’ dedi. ‘Nasıl’ dedim, ‘o son, yani ölümden bahsediyorsun, o zaman intihar çare olmaz mı bu acıya.’ ‘İntihar bedel değil, kaçıştır’ diyor Or., ‘kaçmanın hiçbir iyileştirici yanı olmaz’ diye de ekliyor. Ayşe’yi anlatıyorum, dinliyor. Ayşe kapıya bakıyor. Dede kapıya bakıyor. Anneanne kapıya bakıyor. Teyze kapıya bakıyor. Enişte kapıya bakıyor. Turuncu kafa, zayıf, patlak göz bir adam kaldırımda yürüyor. Yalpalıyor, düşmek üzere, çok içmiş. ‘Ayşe’ diyorum utana sıkıla, ‘aslında kırktan fazla hikâye kitabı vardı, senin çocuklara tam uygun ama dağıttım hepsini.’ Ayşe dudağını eğiyor, büküyor, dudakların formu Meral Zeren’i anımsatıyor. ‘Eskiden ona tapardım’ diyorum, Ayşe ‘saçmalıyorsun, düzgün konuş’ diyor, ‘tamam, onu görünce içim rahatlıyordu’ diye düzeltiyorum, ‘kim ki bu Meral Zeren’ diyor, ‘boş ver, en güzel çağların geçiyor’ diyorum. ‘Güzel çağlar mı, benim güzel çağlarım mı, dalga mı geçiyorsun, inan ki bunları konuşacak halde değilim’ deyip, tekrar oğlunun yanına uzanıyor, oğlu yabancı olmadığı ama hasret kaldığı kokuyu çekiyor içine. Ayşe farkında değil, oğlu iyileşiyor. ‘Senin gibi tatlı yüzü var’ diyorum, Ayşe çoktan uyumuş.
İnsanların zavallı oluşunu hisseden akıllı bir çocuk oturmuş bankta, gelip geçenlere değil, ayaklarının ucunda ağır ağır ilerleyen bok böceğine bakıyor. Siyah bok böceğinin kabuğu sert, otuz tane parmağıyla ilerleyişinin farkına varılması güç hazzında donuklaşan bakışlarının önünde bir sürü insan geçiyor. Ethem ‘yahu ne biçim giyiyor şu kızlar ya’ diye dert yanıyor yanındaki arkadaşı Kadir’e. Kadir pek önemsemiyor Ethem’in dediğini, önündeki genç kızın kalça hizasına kadar açık bacaklarına trans olmuş halde bakıyor. Kız iki gün önce annesine ‘kimse benim nasıl giyindiğime karışamaz, kendilerini tutsunlar, onlar istiyorlar diye kapalı giyineceğiz, onlar istiyorlar diye şunu yapacağız; of, erkeklerin maşası mıyız, istediğim gibi açarım her yerimi, hava sıcak bunalıyorum ya’ diye dert yanmıştı. Annesi ‘ahlaksız, namusuz erkek çok ceylan gözlüm, sen onlara bakma, istediğin gibi giyin gez güzel kızım’ demişti. Bok böceğine hayran hayran bakıyor çocuk. Ben de o çocuğa aynı hayranlıkla bakıyordum. Herkes aslında birbirine bakıyordu ama çaktırmak istemiyordu. Lavaboda ölmek üzere iken alıp dışarı çıkardığım bok böceğine benziyordu. Metalik değildi rengi, siyahtı. Çocuğa öyle dikkatli bakıyordum ki, çocukla bir an için göz göze geldik. Beni görünce şaşırdı. ‘Bu ne böceği biliyor musun’ diye sordum. Önce cevap vermedi. Biraz bekledikten sonra ‘evet, biliyorum, bok böceği’ dedi. ‘A, nereden biliyorsun’ diye sordum. Gözlerime baktı. Önce masum gelen, tatlı tatlı yanakları olan çocuk, bir an sinirlenmiş ve gözlerinden alev çıkarırcasına ‘çünkü ben de bir bok böceğiyim’ dedi. ‘Siktir lan velet, deyyusa baka içine cin mi şeytan mı ne girmiş’ dedikten sonra oradan uzaklaştım. İyi veya kötü manada da olsa ön bir yargı oluşturmamı Or. tavsiye etmişti ama ben onu zaten ne zaman dinliyorum ki!
O çok süslü sözcüklerin ve cümlelerin sahiplerini düşündüm. ‘Ulan hayvan kalkmış elin bokundan aş yapıyor kendine, siz var olan sözcüklerden doğru dürüst bir şey çıkaramıyorsunuz’ diyesim gelmişti. Manzarayı filan da takmıyordum. Hep birlikte mırıldandılar. İnsanlar kurallara uyar. Bunun için kendilerini yok sayarlar. İnsanlar mırıldansınlar, sana ne zaten, bırak istedikleri gibi yaşasınlar, sen de onların istemediği gibi yaşıyorsun. Herkes bir noktada bir başkasının uyumsuz ve nefret edilesi yanı. Uzun cümleler de kurma, yahu kısalt işte, minimal kısa demek midir, aç bir öğren. Çocuklara dikkat et. En küçük yanlışını yüzüne vururlar. Kadınlara da dikkat et. Hayatını mahvetmek için çocuk doğururlar. Erkeklere daha dikkat et, hem çocuklar gibi hata kabul etmezler, hem de seni aptal gibi hissetmen için senden daha fazla çalışırlar.
Bu neydi şimdi? Ayşe’nin sesini duymalıyım. Elli altı saniye yeter bunun için.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.