- 688 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PALYAÇO
Küçük çocuğun sesi önce duvara çarpmıştı sonra bana.
"Portakallı kurabiye yapar mısın?"
Bu ses! Parçacıklara ayrışmış bir müziğin sıkışmış kalmış hali gibiydi. Boyası tamamen dökülmüş soğuk duvardan sızıyordu. Düşüncelerimden sıyrılıp bakışlarımı çevirdiğimde kayboldu.
“Nasıl böyle kaybolur?”
Endişelenmiştim. Üstünde kısa pantolonu mu vardı? Belki de kat kat giyinmiş, ben başımı çevirdikçe o, üstündeki bir kattan kurtulmuş, her baktığımda farklı birini bulmuştum karşımda. Bir anlam verememiştim. Çocukken beni de böyle giydirirdi annem. Lahana misali. Hastalanmayayım diye üstüme titrerken... Oldukça hassas bir hale gelmiştim. Bir gün gözlüğünün kalın camına, konuştuğunda alnındaki derinin kat kat olmasına hayran olduğum çocuk doktoru;
"Onu bu kadar giydirmeyin!"
Diye sert bir ifadeyle annemle konuşunca, sebzeye benzemekten kurtulmuştum. İşte! Kaybolan çocukta böyle giydirilmişti. Yeşil tişörtünün üstünde taşıdığı gemici kasketi onu maî bir karışıma sokmuştu. Sonra beyaz gömleğinin üstündeki o el örgüsü kalın buklet hırka... Kırmızı, beyaz karışımların arasından başka başka renkler gözüme çarpmıştı. Büyükannesinin ördüğünü düşünmüştüm. Oysa o;
"Hayır".
Dedi.
"Babam çok sevdiğim bir mağazadan aldı onu".
Şimdi nasılda yok olup gitmişti ardında hiç bir iz bırakmadan. Yanımdan telaşlı geçen kızıl kıvırcık saçlı adamın yüzündeki palyaço boyası akmaya başladı. Koluna yapıştım birden.
"Ne yapıyorsunuz?"
Daha çok şaşkın bir iz vardı sesinde. Sirk… Renklerin bana gülümseyip de kucağıma baston şeker fırlatması… Üç beş dakikalık irkilmeler… Kaybolup giden küçük çocukla aramdaki bağdı belki de.
Mine Köker