- 391 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
umuda yolculuk
UMUDA YOLCULUK
Çocuğu göndermişiz. Hanımla ben bir Köroğlu bir Ayvaz misali tarumar olmuş bahçe görünümüne dönmüş evimizde televizyon karşısında zaman öldürmekle geçiriyoruz günlerimizi.
Evlat özleminin bizi konuşmaya dahi takatı kalmamış bir hale getirdiği günlerden birinde hanıma; " hanım hadi hazırlan da yarın bir yerlere gidip biraz efkar dağıtalım" dedim. Hanımın hayırdır sorusuna; " şöyle on beş yirmi günlüğüne baş başa bir tatil yapalım da ruhumuz şenlensin, sürpriz bir proğramım var", sözüm üzerine eşimin; gerçekten iyi bir dinlenmeye ihtiyacımız var", demesiyle valizlerimizi hazırlamaya koyulduk.Ertesi sabah saat beşde atladık arabaya. Niksar, Reşadiye, Koyulhisar, Erzincan, Kelkit derken on bire doğru Gümüşhane’ ye ulaştık.Gümüşhane’nin meşhur kara kovan balı ve kaymağının damaklarımızda bıraktığı enfes tadla haşır neşir olurken Zigana dağında bulduk kendimizi. Eeeee... Zigana’ya gelmişken eti mis gibi kekik kokan Zigana kuzusundan yemeden olmaz. Bulutların yola kadar indiği Zigananın doruğunda bir tesiste afiyetle yedik etimizi. Tabi bu arada Hamsiköyün yanık sütlacını da unutmadık. Yarım saatlik bir dinlenmeden sonra Trabzon’a doğru koyulduk yola. Tabelada "Maçka" adını görünce " Maçka yolları taşlı, geliyor kalem kaşlı" türküsü dökülüverdi dudaklarımın arasından. Maçka’ya gelmişken Sümela manastırını görmeden olmaz tabi ki. Sümela manastırı on yedi kilometre yazılı yöne doğru kırıverdim direksiyonu. Aman Allahım! Böyle bir tabiat olamaz. Dağların doruklarından dere suyu değil de ırmak akıyor sanki. Ağaçların oluşturduğu yemyeşil bir tünel içerisinde gök yüzünü görememenin şaşkınlığını yaşadık bir süre. Bu muhteşem ortamda keyifle yudumladık çayımızı. Tok olmamıza rağmen kiremitte tereyağda kızartılmış balık ve mısır ekmeğini afiyetle götürdük. Normalde on metrelik yokuşu tırmanmayı göze alamayan ben, yüzlerce metre zirveye inşaa edilmiş manastıra bir keçi çevikliğinde çıkıverdim. Akşama doğru Trabzon’a vardık ve bir otele yerleştik. Ertesi gün Ayasofya müzesi ve Atatürk evini gezdikten sonra Rize’ye doğru sürdüm arabayı. Saat on bir gibi Uzungöle vardık. Söyleyebilecek neyim olabilir ki? Sanki Cennetteyiz. Kara kovan balı ve tereyağı ağırlıklı kahvaltıdan sonra gölün etrafını turladık. Tekrar direksiyon kollarımın arasında koyulduk yola. Ardeşen’ e girer girmez araba kendiliğinden saptı Ayder yoluna. Fırtına vadisinde ilerlerken içimde de fırtınalar kopuyordu. Böyle bir güzellik olamaz. Gökyüzünde mavinin, yer yüzünde yeşilin tüm tonları mutlulukla dans ediyorlardı adeta. Hava öylesine ferah ve temiz ki içimden "ölü bile nefes alır burda" düşüncesi geçti. Güneşin dağların doruğunu yaladığı anlarda Rize’ye girdik. Deniz kıyısında bir otele yerleştik. Rizeyi kuş bakışı seyreden Botanik bahçesinde içtiğimiz enfes çayla başladık kahvaltıya. Rize ve deniz ayaklarımızın altında. Enfes kuru fasülyesini yemeden terk etmedik tabiki Rize’yi. Hopa’ya vardığımızda güneş tam tepemizdeydi. Deniz kıyısında bir kafede oturup dinlendik bir süre. Biz hayran hayran denizi seyrederken yanıma yaklaşan bir Hopa’lının, " beyim bizim denizimiz öyle temizdir ki, bazen yüzerken suyunu da içeriz" sözlerini duyduktan sonra ben size daha ne anlatayım ki. Bir süre sonra Sarp sınır kapısına ulaştık. Ben kapıya doğru ilerlerken eşim; " Davut son noktaya geldik" dedi. Bu söz üzerine " ne sonu hayatım daha yeni başladık" deyince hanım "her halde sınırı geçmeyeceğiz. Çünkü bu mümkün değil. Çünkü bizim pssaportumuz yok" dedi. "O eskidendi hanım çıkar kimliğini" dedim. Kimliğimizi inceleyen sınır görevlisi "Gürcüstan ’ a hoş geldiniz" diyerek bizi ülkesine buyur etti. Hanım afallamıştı. Bu şaşkınlığı üzerindeyken " hayatım seneye inşallah Rusya’ yı Türki cumhuriyetlerini de gezeriz" dedim. Cilveli bir kızın sevgilisine yaptığı kaprisler gibi Karadeniz dövüyordu kıyılarını. "Çırpınırdın Karadeniz, bakıp türkün bayrağına" türküsünün melodileri sözleşmiş gibi aynı anda dökülüvermişti dudaklarımızdan. Kısa bir süre sonra Batum’a vardık. Ata dede şehri Batum. Bizi hayırsız bir evlata özlem duyan ana gibi bastı bağrına. Arabayı bir lokantanın önüne park ettim. Lokantaya girdik. Lokantacı nereli olduğumuzu sordu. Türküz deyince bana, "hoş geldiniz komşu" diyerek dostca sarıldı. Batum çarşısını gezmemizi önerdi. Yemekten sonra Batum’da iki saatlik bir gezmenin ardından Tiflis’e doğru koyulduk yola. Akşam yirmi bir sularında Tiflis’e vardık ve bir otele yerleştik. Ertesi gün Tiflis’in tarihi ve turistik yerlerini doyasıya gezdik. Orta çağdan kalma "Norikhala kilisesi ve Mtalki nehrinin sağ kıyısında yer alan Metekhi kiliseleri görülmeye değer yerlerdi. Akşam yemeğini "Old Tiflis" de Osmanlı hamamının da bulunduğu "Gargasali" restorantta yedikten sonra tekrar otele döndük. Ertesi gün Gürcüstan’ın meşhur caddeleri ve ara sokaklarına yerleşmiş sokak ressamlarının eserlerini incelemek aldı zamanımızın büyük bir kısmını. Akşama doğru Azerbeycan sınırına ulaştık. Türk olduğumuzu öğrenen sınır görevlisi uzaktan gelmiş bir dosta kavuşmanın sıcaklığıyla " gardaş, hoş gelmişsen" dedi. Ben de aynı muhabbetle "hoş gördük" dedim ve Bakü’ ye uzanan yola koyulduk. Akşam otele yerleştik. Bakü’ de üç gün kaldık. Bu süre içerisinde "köhne Bakı ya da "kale" denilen etfafı surlarla çevrili 12. Yüz yıldan kalma içeri şehirdeki "kız kalesini yine içeri şehirdeki şırvanşahlar sarayını" ayrıca Bakü’ye 120 kilometre uzakta bulunan Şamani şehrinde yer alan 10. Yüz yılda yapılmış "Cuma mescidi" ve 16. Yüz yılda yapılmış "Yedi günbez ve Gülistan" kalesini, Bakü’ ye 80 kilometre uzaklıkta olan ve içinde 12000 yıl öncesinden kalmış duvar resimlerinin bulunduğu "Gobustanı" gezdik. Dördüncü gün sabah yedi sularında İran’a doğru hareket ettik. İran’a girdiğimizde hava çoktan kararmıştı. Tam İran’a girerken çalar saatin beynimde zonklayan sesiyle uyandım. Gözlerimi oğuştururken hala çalmakda olan saati öfkeyle yere fırlattım. Tanrım! Ne güzel bir rüyaydı. Tıpkı Avrupa birliği statüsünde Asya birliği kurulmuş, doğu kültürüyle yoğrulmuş onlarca ülkeyi hiç bir problem yaşamadan sadece kimliğimizle özgürce gezebiliyoruz. Rusya’dan Çin’e, Japonya’dan Hindistan’a özgürce gezebilmek olağanüstü bir olay. Bence güzel bir rüyaydı ya sizce. Belki rüyamın devamını görebilirim umuduyla tekrar kapatmıştım gözlerimi.
Davut Tunçbilek/ Elmadağ
YORUMLAR
Güzel bir gezi yazısı olmuş. Biz de yazdıklarınızı içselleştirip, sizle beraber, gıpta etmeden gezdik o yerleri. Aldığınız tatlara, gördüğünüz yerlerdeki duygularınıza ortak olduk. Edebiyat böyledir işte!
Küçük bir hatırlatmam kırmaz umarım sizi? Yazı okuyucunun çok üstüne üstüne geliyor. Bol paragraf yapsanız, paragraf aralarını da açsanız, hem yazınız hem de okuyucu derin bir oh çeker inanın.
Saygılarımla,