17
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
2615
Okunma
Epeyce bir süredir, Edebiyat Defterinin bu güzel sayfasına, dostlara selam kabilinden bile olsa bir yazı düşürmeye muvaffak olamadık maalesef.Biz diyelim iş yoğunluğu, hayat yorgunluğu, siz deyin tembelliğin dik alası. Lafın özü; sebep çok, icraat yok...
Memleketin dört bir yanı sıcaktan kavrulurken, sabahın erken saatlerinde başlayıp, kuşluk vaktinde kadar devam eden yağmurun serinlettiği havayı, yarı açık balkon penceresinden yüzüme üfleyen kadim dostumuz Karayelin sunduğu serin atmosfer, bu yazı yazma konusunda bir kaçışın olmadığını fısıldıyor artık kulağıma.
Ev ahalisi de, hareketli geçen bir günün ardından, ve de bitişiğimizdeki modern caminin genç müezzininin, güzel sesi ile icra ettiği saba makamındaki sabah ezanı okununcaya kadar uyuma imkanı bulamadıklarından olsa gerek, derin bir uykunun kucağında kaybolup gitmişler. Oldukça hoş bir sessizlik hüküm sürmekte etrafta.
Evimizin önünden akıp giden küçük dereyi mesken tutan ve hoş vıraklamaları ile bu apartman denizi arasında bizlere doğanın güzelliğini hatırlatan kurbağalarımızda dahi bir ses yok. Onlar dahi derin uykulara çekilmiş olmalılar.
Evet, şimdi yazı yazma zamanı dedik ama, bu kez çok özel bir durumla karşı karşıyayız. Öyle al kalemi eline, aklına geleni, gönlünden coşanı döşe gitsin gibi bir lüksümüz yok. Bu gün, özel bir gün; bu yazı, özel bir yazı. Kelimeler özenle seçilmeli, cümleler güzel kurulmalı. Tüm kahramanların portreleri itina ile çizilmeli; tasvirler, cap canlı resmedilmeli. Noktasından virgülüne, başlığından son satırına kadar, müstesna bir durumun, muhteşem bir olayın ölümsüzleştirilmesine katkıda bulunmalı yazı.
Zira, günün birinde başını alıp zamanın, uzun seneler ötesine, bu gün yaşamakta olan bizlerin asla erişmemizin mümkün olamayacağı uzak bir yerlere gittiğinde, bıyığı henüz terlemekte olan bir genç delikanlının, ya da hayat ile mücadelenin yorucu muharebesine tutuşmuş bir aile babasının, veyahut da torunları ile vakit geçirme mutluluğunu en ince detayına kadar yaşama çabasındaki bir yaşlı dedenin, ansızın bir yerlerden çıkıp gelerek, hayatının tekdüzeliği üzerine bomba gibi düşen ve kahramanı kendisi olan bir enteresan hikaye ile karşılaştığında, cümlelerin arasından fırlayarak bir buruk tebessüm olarak yapışıp kalmalı dudaklarına okuduğu kelimeler. Ya da bir kaç damla göz yaşı olarak hayat bulmalı gözlerinde. Edebiyat ve tarih el ele vermeli, değer biçilemeyecek bir hediye sunmalı ona. Bir anın, çok özel bir zaman diliminin ölümsüzleştirilmesine şahit olmalı.
Sabahın sekizinden, akşamın altısına kadar açık havada, güneş altında iş kovalamak gerçekten zor zanaat. Hele de yaşınız kemale erişmiş ise, hele de mütemadiyen 96 basamağı çıkmak ve inmek zorunda iseniz, işiniz gerçekten biraz daha zor oluyor. Bunu hoş bir deyimle özetlersek,’Adamın imanı gevriyor.’
Yüce Yaratan, her şeye bir kolaylık getiriyor sonuçta, kulunun imdadına yetişiveriyor başı sıkıştığında. Bu kez de öyle oldu, Haziran ayının ikinci, Temmuzun da ilk yarısına denk gelen Ramazan ayını, başka yöreleri bilemem ama, biz Doğu Karadenizliler için beklenmedik, alışılagelmediğimiz ölçüde serin kıldı, güzel kıldı. Günler hoş geçti, geceler hoş geçti, Oruç hoş geçti. Allah’a şükürler olsun.
On Temmuz Cuma günü, diğer günlerden farklı idi. Günlerdir gök yüzümüzü kaplayan ve yağmur taşımayan beyaz bulutlar, gölgelerini üzerimizden çektiler; alıp başını başka coğrafyalara göç ettiler; güneş ile, onun yakıcı, bunaltıcı ışınları ile baş başa bıraktılar bizi. Sonuç? Perişan vaziyette tamamlanan bir iş günü, yorgun argın eve zor kapağı atabilmek...
Bir elimde artık kurşun gibi ağır gelmeye başlayan bilgisayar çantası, diğer elimde tozdan rengini yitirmiş pabuçlarım, adeta yıkılır gibi daldım giriş kapısından içeri, salondaki üçlü koltuğa zor attım kendimi. Atmasına attım da, daha soluklanmaya fırsat bulamadan yağmur gibi yağmaya başladı eşimin fırçaları ki; ne kaçmak, ne de kurtulmak mümkün bu sağanaktan. Öylece bir güzel ıslanıverdik sözün kısası fırça yağmurundan. Neymiş efendim? Neden selam sabah vermeden, ev ahalisinin hatırını sormadan, tüm bireylere mutluluk tebessümleri dağıtmadan saldırıvermişim içeriye? Bilmiyor ki; dilim damağım kurumuş; hararet tavan yapmış: yorgunluktan dizlerimin bağı çözülmüş; şu illet hastalığa inat terk etmediğim oruç nedeni ilede, kan şekerim de yerlerde sürünmekte. Hal hatır soracak vaziyet mi kalmış bende?
Neyse efendim... Evimin serin, huzurlu ortamına atmışım ya ben kendimi, artık hiç önemli yoktur böyle esip gürlemelerin, fırtınaların, boranların. Gün boyu muharebe ettiğim yoğun iş temposu yanında, bu tür alışılagelmiş atakları savuşturmak için harcadım enerjinin lafı bile edilmez. Hiç bir şeye, hiç bir salvoya, hiç bir esintiye aldırdığım yok, günün yorgunluğunu çıkarma peşindeyim ben.
Salona, televizyonu en uygun açıdan görebilme pozisyonuna göre yerleştirilmiş üçlü koltuğun küçük ve yumuşacık yastığını başımın altına itina ile yerleştirmiş, yürümekten bitap düşmüş zavallı ayaklarımı büyük bir zevkle uzatmış, kumandayı da tam tekelime geçirmiştim ki; içerideki odadan gelen gürültü ve hemen ardından yükselen eşimin feryadı ile yerimden fırladım.
’Bey, çabuk kalk!...Hastaneye gidiyoruz!...’
’Hayrola? Ne oldu yav?’
’Kızın suyu geldi. Doğum olmak üzere!’
Büyük kızım, İç Anadolu’nun küçük bir ilçesinde, sessiz, sakin, mutlu bir hayat yaşamakta. Ancak, maalesef en yakın doğum hastanesi, yaşadığı yere bir saat uzaklıkta. Dünya hali bu, bir aksilik olur, her iki can da tehlikeye girer endişesi ile, doğumun ebeveynleri yanında gerçekleşmesine karar vermişler ailece. Buradaki doğum merkezinin evimize 500 metre kadar yakında bulunması, sanırım bu kararı almalarında önemli bir faktör oldu. Alıp getirdi eşi on beş gün kadar önce, bir kaç gün kaldıktan sonra da geriye, işlerinin başına döndü ister istemez. Zira, doğum günü olarak 22 Temmuzu işaret etmekteydi doktorlar ve epeyce bir zaman daha vardı o tarihe.
Bizim ailede en son doğum olayı on dört yıl evvel gerçekleşmiş, oldukça zahmetli bir operasyon sonunda, bizim oğlan dünyaya teşrif buyurmuştu. Velhasıl-ı kelam, unutmuşuz o telaşları, o tatlı heyecanları. Bu nedenledir ki, biraz şaşkın, biraz da merakla beklemekteyiz doğum günümüzü tüm ailece. Misafirlerimizi rahat ettirebilmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Oğlan, odasını ablasına terk etti, kendisi salona taşındı. Sık sık yaptığımız yakın çevremizdeki doğa turlarına son verdik, müstakbel anne ile aheste aheste gezinti seanslarına başladık. Öyle nezle, grip gibi bulaşıcı hastalara yakalanmak, istinasız tüm aile bireylerine yasaklandı; aksi taktirde evden kapı dışarı edilecekleri ihtarı verildi.
Derken o gün, gölgeler uzayıp, son oruç saatine ulaştığımız yorgun bir zaman diliminde, bütün plan ve programları altüst eden olay gerçekleşti. Bizim ufaklık, yaklaşık dokuz aydır ikamet ettiği mekandan sıkılmış olacak ki, erken gelmeye karar verdi dünyaya; kese, torba ne varsa vurup patlatıverdi. ’Yeter bu kadar yüzdüğüm, biraz da güneşleneyim artık.’ diye düşünmüş olmalı yaramaz.
Eşim, üç çocuk dünyaya getirmiş, bakmış, büyütmüş, adam etmiş. Az tecrübeli değil hani bu konularda ama, sözün doğrusu tüm güvenimizi boşa çıkaran bu kez. Resmen eli ayağı birbirine dolaştı; neyi, nasıl yapacağını unutuverdi. Onun telaşlı hali, kızımı da huzursuz etmedi değil. Bereket versin ki, hastane çok yakınımızda, hastayı emniyetli ellerine teslim etmemiz çok zamanımızı almadı.
Vakit de, ne vakit hani. İftar topu ha attı, ha atacak. Hastanenin giriş kısmandaki gösterişli pastanenin modern oturma guruplarından birinin etrafına kümelenen hastane personeli, iftarlarını yapmak için, Yıldızlı camiinin yaşlı müezzininin akşam ezanını okumasını bekliyorlar. Hoş bir serinlik çökmüş sıcak geçen günün ardından yöreye. Usuldan usula esmeye başlayan poyraz, denize sıfır inşa edilen bu güzel yapının, istisnasız tüm balkon ve pencerelerinden içeri süzülüyor, aralıksız çalışan klimaların oluşturduğu suni ve sevimsiz atmosfere inat, doğanın olanca güzelliğini, masrafsız ve zahmetsiz, şifa bekleyen hastaların yorgun soluklanmalarına taşıyor.
Bizim ufaklık durdu durdu, böyle bir zaman diliminde işte dünyaya teşrif etmeye karar verdi. Ne demeli? Bunda da bir hayır vardır demek ki. Öyleye, iftara boşuna denk getirmedi doğumunu kereta.
Hastanemiz, son derece modern, oldukça gelişmiş, çok düzenli bir hizmet merkezi. Gereken müdahale anında yapılıyor, ameliyat için hazırlıklar tamamlanıyor. (Çocuk, anne karnında ters durduğu için, normal doğuma değil de, sezeryana karar veriyorlar.) O anda, önemli bir ameliyatın yapılmakta olduğunu, ardından da bizim hastayı alacaklarını bildiriyorlar görevliler. Biraz canım sıkılıyor, işkilleniyorum durumdan.’Herhalde’ diyorum kendi kendime,’İftardan sonra yapacaklar operasyonu. O nedenle bekletiyorlar bizi.’ İçten içe sinirleniyorum doktorlara ama, öyle fazla da öfkemi dışa vurmak istemiyorum. Sonuçta, müstakbel torunumuza kavuşmamızı onlar sağlayacaklar, iyi geçinmek, gönüllerini hoş tutmak gerekli.
İftar saati de geliveriyor bu arada. Bir taraftan doğum telaşı, bir taraftan oruç açma gayreti... Kimimiz, elinde bir bardak su ile asansörde, kimimiz bir simit parçası ile merdivenlerde... Allah’ın işine bakın. Her şeyin bir güzelliği var gerçekten. Eşim ve kızım, tüm Ramazan ayı boyunca nefis, leziz sofralar kurdular ya evimizde, buna rağmen yılın belki de en güzel iftarı idi orada, o hastane koridorunda yaptığımız.
Uzunca ve sevimsiz bir zaman aralığı sonunda hastamızın sırası geliyor, beraberce ameliyathanenin olduğu ’-3’ katına iniyoruz. Özel olduğundan mıdır nedir, görevlilerin nezaketine gerçekten hayran kalıyorum. Devlet hastanelerinde alıştığımız o sevimsiz, tebessümlerini yitirmiş insan profili yerini, her zaman gülümseyen hemşireler, hasta bakıcıları, doktorlar almış burada. Tüm hastane pırıl pırıl, misler gibi kokmakta.
Oldukça küçük bir koridordayız. Sol tarafımızda sürgülü iki kocaman kapı, diğer tarafında ise asansör ve merdiven girişleri...Kapılar üzerinde, büyük, kırmızı puntolarla yazılmış ’AMELİYATHANE’ ve YOĞUN BAKIM’ sözcükleri insanın içini ürpertiyor ilk bakışta. Hiç de filmlerden alıştığımız , o geniş ve ferah ameliyathane girişlerine benzemiyor burası. Biraz hayal kırıklığı yaşamıyor değilim hani bu konuda.
Hastamızı öpüp koklayıp, yüreklendirici sözler fısıldayarak Ameliyathane kapısından içeri uğurlayana kadar çok dikkatimi çekmemişti bu sevimsiz koridor. Daha sonra, bitmek bilmeyen dakikaları saymaya başladığım anlarda, yelkovanın her devir yapışından sonra arttı sevimsizliği gözümde.Bir hapishaneden, hatta ve hatta bir hücreden farksızdı o penceresi olmayan bölümü hastanenin. Orada kaldığımız iki gün boyunca karşılaştığım tek olumsuz tarafı sanırım burası, bu sevimsiz koridor idi hastanenin.
Koridorun nihayetine yerleştirilmiş, ancak dört kişinin kullanabileceği oturma gurubu, gençli-ihtiyarlı bir grup tarafından istila edilmiş durumda. Yeni bıraktığım ve alabildiğine kırlaşmış sakallarım hürmetine biri kalkar da bana yer verir diye boşuna bekledim. Hatta ve hatta, içimden öfkelendim de orada oturan gençlere ama, bir müddet sonra işin mahiyetini öğrenince kendime çok kızdım gerçekten.
Bizden önce ameliyata alınan hastanın yakınları bunlar.Kolon kanser teşhisi bu gün konmuş ve ameliyata alınmış anneleri. Merakla, ümitle operasyonun nihayetlenmesini bekliyorlar. Her birinin ağlamaktan gözleri şişmiş, kan çanağına dönmüş adeta. On sekiz yaşlarındaki genç bir kız, başını yanında oturan gencin (Muhtemelen ağabeyi) omzuna dayamış, boş bakışlarla etrafını süzmekte. Ağabey ise, hayatın realitesi karşısında bir şeyler yapamamanın ezikliği içinde, öyle süklüm püklüm oturmakta, kardeşinin saçlarını okşamakta. İnanılmaz bir matem havası kaplamış ortamı, genç kızın arada bir iç çekişlerinden ve içeriden gelen bazı mekanik sesler dışında çıt çıkmıyor.
Bir müddet sonra üzerinde ’YOĞUNBAKIM’ yazısı olan büyük sürgülü kapı açılıyor, hastayı ameliyat eden doktor gözüküyor. Hasta yakınları, telaş ve merakla hep beraberce etrafını sarıyorlar, ümit verici bir kaç cümlenin dökülmesini bekliyorlar dudaklarından ama, maalesef gerçeği saklama ihtiyacı hissetmeden, tüm olan biteni olanca çıplaklığı ile anlatıyor doktor.Anlattıkları da, hiç iç açıcı şeyler değil hani.’Üzgünüm!’ diyor. ’Tüm iç organlarını sarmış hastalık.Yapabileceğimiz çok bir şey kalmamış. Şu an yoğun bakımda, sadece bir kişi kendisini görebilir.’
Kulak misafiri olduğumuz bu hazin manzara sonucunda eşime dönüyor ve;’Şu Allah’ın işine bak!’ diyorum. ’Yüce Yaratan, burada, bu hastane odasında, belki de bir canı alırken, yerine başka bir can gönderiyor.’ Onlar üzgünler, göz yaşı döküyorlar. Başları önde ayrılacaklar bu hastaneden. Belki annelerini kaybedecekler ve onsuz yaşamamanın mahzun atmosferine kendilerini alıştırmaya çalışacaklar. Bİz ise, belki de biraz sonra sevinç çığlıkları atacağız: yeni bir aile ferdine, ilk torunumuza kavuşmuş olarak mutlu ayrılacağız buradan.Bebeğimizi bağrımıza basacağız sevinçle.’
Bu karmaşık duygularla boğuşurken biz, biraz heyecan, biraz da hüzünlü geçen bir yarım saatin ardından, o klasik ’vıyaklama’ sesi ile yerimizden fırlıyoruz hepimiz. Heyecanımız artık tavan yapmış durumda, kimse yerinde oturamıyor, küçücük koridorda volta atıp duruyoruz her birimiz. Bir on dakika sonra da, bu kez ’AMELİYATHANE’ tapısı açılıyor gürültü ile, getirip veriyor kucağımıza bizim oğlanı hemşireler. Öyle ufak tefek, kara kuru bir şey. Kucağınızda kıpırdayıp duran bu minicik şeyi seyretmek, hareket eden ellerini, şekilden şekle giren mimiklerini incelemek, sizinle aynı havayı soluduğu gerçeğinin farkına varmak, tarif edilmesi zor bir duygu atmosferine sürüklüyor insanı. Evlat ve torun sahibi olanlar, şüphesiz bu durumun çok yakından şahididirler.
Anneannesi be teyzesi alıp odasına çıkıyorlar torunu, oğlum ve ben kızımı bekliyoruz. Bu arada, yeni dünyaya gelen oğlunun fotoğrafını çekip, Ankara’dan yola çıkan babasına gönderiyor oğlum. Teknoloji ne kadar ilerlemiş. Eskiden ancak mektuplarla böyle sevinçli haberler gönderilebiliyordu.
Kısa bir zaman sonra kızım da çıkıyor ameliyattan. Biraz bitkin ama, gururlu bakışlarının tamamladığı ve mutluluğun en güzel tablosunu yansıtan tebessümler gezinmekte dudaklarında. Elini tutuyorum, duygu fırtınası esiyor gözlerimde, her zaman alışageldiği baba gözyaşlarından bir kaç tanesi daha süzülüp düşüyor yatağına .Her şey güzel, her şey yolunda. Mükemmel bir doğum operasyonu, her ikisi de çok sağlıklı.
Zahmet etmiyor bizlere oğlan. Karnını doyurdun mu, mışıl mışıl uyuyor. Ufak tefek ihtiyaçları görme telaşları, ilk torunu sevme seansları, yeni hayata alışma adımları. Zaman çabuk geçiyor, babası da çıkıp geliyor kendince hiç bitmeyecek gibi gözüken bir zahmetli yolculuk nihayetinde. Oğluna, ilk evladına kavuşuyor o da, baba olmanın o tarif edilmesi mümkün olmayan ilk duygu fırtınalarını yaşıyor.
Sevimli bir yorgunlukla geçen gecenin ardından, ertesi gün, yine oldukça sıcak bir Temmuz günü ikindi saatlerinde, azat ediyor bizi doktorlar ve Trabzon’un rutubetli havasına merhaba diyor bizim oğlan. Bir gün önce akşam saatlerinde ayrılışımızdan sonra, bu kez bir kişi fazla dönüyoruz yuvamıza.
Tatlı bir sevinç, tatlı bir heyecan var şimdi evimizde. Bebeğin keyfine diyecek yok. Hiç üzmüyor bizleri.
Diğerlerinden fırsat bulabilirsem, ben de bir ara doya doya seveceğim yaramazı.
Bir zamanlar çocuktum. Sonra büyüdüm, ağabey oldum. Güzeldi ağabeylik. Zaman durmadı, akıp gitti denize koşan dereler misali. Gün geldi, baba oluverdim ansızın. Ardı ardına iki babalık daha yaşadım. Çocuklarım büyüdü, okullara gittiler, okullar bitirdiler, hayata atıldılar. İş güç sahibi oldular, büyüğüm evlendi, uçtu gitti evimizden.
Tüm bu olaylar, yaşlılık dediğimiz sevimsiz realiteyi taşıdı hayatımıza. Ancak, canlıların değiştirilemez kaderi idi bu durum ve bizler de boyun eğdik alnımıza yazılan kadere. Hayatı, elimizden geldiğince, becerebildiğimizce güzel yaşamaya çalıştık.
Ancak...
Bu ufaklık canımı sıktı benim biraz. Tamam, saçlarımıza, sakallarımıza yer yer aklar düştü ama, yani ihtiyarladığımızı tescillemenin ne anlamı vardı şimdi?
Resmen DEDE yaptı bizi valla.
İlk muhabbetimizde bu konuyu dile getirecek, sitemlerimi usulünce bildireceğim kendisine.
Hoş geldin bebek...
Dünyamıza hoş geldin...
Hayatımıza hoş geldin...
Ve,
iyi ki de geldin hani...
Hatta biraz geç mi kaldın ne?
Bir tutam hayat-12.07.2015-Trabzon