- 507 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'lose'
Hilal mesaj atmıştı:’ İşten geç çıkacağım canım, Melis’i sen alabilir misin?’ Telefon açıp, Hilal’i azarlayasım gelmişti ama böyle bir şey yaparsam büyük bir saçmalık olurdu. ‘Ok’ diye kısa cevap gönderip Hilal’in yengesinin evine uğradım. İkimizde çalıştığımız için Melis’e müsait zamanlarında Hilal’in yengesi bakıyordu. Melis iki yaşına gelmişti. Adamakıllı konuşabiliyordu. Bazen ‘halasına çekmiş, maşallah ne güzel konuşuyor değil mi’ dediğimde Hilal’in yüzü düşer gibi olsa da, gerçekleri seviyordum. Bilmiyorum, herkes için aynı şeyler geçerli midir ama kardeşimin değerini yaş aldıkça anlamaya başladım. Ona bakarken hala üç dört yaşlarındaki afacan, prenses hallerini anımsasam da, o büyümüştü; iş güç sahibi olmuş hatta abisine zor zamanında borç bile vermişti.
Melis koşarak bana sarılınca günü tüm yorgunluğunu bir kenara bıraktım. Küçücük elleri ensemde sımsıkı kenetlenmiş halde ve yumuşacık yanağını yanağıma, burnuma sürtüyor. Saçları da kıvır kıvır, eşek gibi de gözleri var. Ah güzel kızım, ‘öp’ dediğim zamanda dudaklarını şapırdatıp öpüyor. Fakat günümün en güzel anının içine eden kızımın saçlarına sıktıkları parfümdü. Böyle bir saçmalıkla birkaç defa daha karşılaşmıştım. ‘Nuran yenge’ dedim, ‘kızımın saçlarına kim koku sürüyor?’ Onunda belli ki sıkılmıştı. ‘Ya, kusura bakma ne olursun, komşunun genç bir kızı var, gelip seviyor Melis’i arada, o sıkıyor sanırım. Söyledim kaç defa yapma diye ama anlamıyor.’ Bu cevaba çok sinirlenmiştim. Zaten bütün günüm bok gibi geçiyordu üstüne böyle tersliklerle karşılaşmak insanı çileden çıkarıyordu. ‘Yenge nerede oturuyor bu kız?’ diye sordum. ‘Ne oldu, aman diyeyim konuşayım filan deme, ben hallederim, sen karışma!’ deyince, ‘bu son olsun, bak bir daha böyle olursa yenge yemin ederim o kıza çok sert çıkarım, yeter ama ya anasını sattığımın şeyi ne hale getiriyor kızımı, beyinsiz ahmak’ diye hafifte yüksek sesle konuştum. Şükür Hilal’in amcası evde değildi. Aramızda sorun yoktu ama yine de muhabbetimizin pekiyi de olduğu söylenemezdi.
Bizim evle Hilal’in amcası evi arası yakın, yürüme mesafesindeydi. Melis’e önce sordum:’ Kızım kucağıma alayım mı seni kızım?’ ‘Tok’ dedi, ‘meni yorulunca al kucağına babam’ dedi. İyi ki vardı, o hayatı daha katlanılır kılıyordu. Bir çocuk sahibi olmadan önce çocuklar adına felsefe yapıp, ‘onlarsız dünyanın daha iyi olabileceğine’ dair fikirler üreten benden eser kalmamıştı. Zaten artık eskisi kadar da derin düşünemiyordum. Yorgun hissediyordum kendimi. Birkaç adım beraber attıktan sonra, yarı pantolonuma, yarı parmaklarımın ucuna tutunan kızım ‘babam yoruldum men’ dedi. Onu az kızdırmak istiyordum; ’almam kucağıma, az daha yürü’ dedim. Ellerini birbirine bağlayıp, arkasını döndü. Küsmüştü. Eğilip, kucağıma alır almaz da beni gülücüklerinin arasında huzura boğmayı başarmıştı. Hiç bitmeyeceğini umduğum tatlı öpücüğünden yine nasiplendikten sonra eve kadar ara sıra şarkı söyleyip, ara sıra da annesinden bahsederek zaman geçirdik. Yol boyunca birkaç defa canımı sıkan o kokudan hemen kurtulmak zorundaydım. ‘Melis’ dedim, ‘babayla yüzmek ister misin?’ Bazen annesiyle bile yapmak istemediği şeyleri benimle hemencecik yapmaya can atıyordu. ‘Oleyyy, babam’ diye evin içinde bağırarak sevinmeye başlamıştı çoktan.
Kaldığımız evi birazda Hilal’in beni gaza getirmesiyle krediyle satın almıştık. Aslında banka kredisi işlerine hiç girmek istemesem de, ‘en azından bir evimiz olsun canım’ dediği için onu kıramayıp borcun altına girmiştim. İkimizde çalışıyorduk ama ikimizin toplam maaşı bir vergi müfettiş yardımcısının maaşına denk gelmiyordu. Banyoyu da yaptırmak için fırsatımız olmamıştı. Aslında fırsattan ziyade paramız olmadığı için banyoyu eski haliyle kullanıyorduk. Yirmi senelik fayanslar, küvet, lavabo banyoya ayrı bir hava katıyordu, evet ama ne kadar temizlersek temizleyelim bir türlü o sarı, bok gibi lekelerden kurtulamıyorduk. Bir gün sinirlenip amonyakla temizlemeyi denesem de, az açılır gibi olan renkler iki banyo sonrası yine eski gururlu lekeli haline geri dönmüşlerdi. Küvete su dolarken, ben de pantolonumu, tişörtümü çıkardım. Melis’i salonda göremeyince içime ürperti gelmişti. Yatak odasına baktığımda, yatağın üzerine çıkmış, telefonum elinde şarkı açmış dinliyordu. Önce biraz onu izlemek istedim. Ciddi ciddi şarkıyı nasıl açacağını, hatta iki yaşında hangi tarz şarkı dinleyeceğini de biliyordu. Bir kenara yazdım ‘Hilal’e soracağım sen mi kızımıza öğrettin bunu diye’ ama sanırım onunda bundan haberi yok. Ah canım, kızının çoğu vaktini kaçırıyor, onunla beraber olamıyor!
‘Hadi kızım, suyu soğutmayalım, yüzelim’ dedim. ‘Damam babam’ diyerek telefonu yatağın üzerine bırakıp, yanıma koştu. İkimizde külot katıydık. Su ılıktan biraz daha sıcaktı. Akıllı kızım önce suya elini atıp, eliyle gelgit yapıyordu. Ben küvetin içine girip oturunca, ‘meni de al içine babam’ diyordu. Kucağıma alıp, küvetin içine yavaş yavaş önce ayaklarını, sonra başına kadar tüm bedenini içeriye daldırdım. Dizlerimi hafif yükseltip, bacaklarımın üzerinde oturmasını sağlıyordum. Böylece daha rahat oluyordu. Sarı ördeğini de suya koyduktan sonra, yavaş yavaş duş jeliyle suyu köpürtmeye başladım. Her şeyden evvel kızım saçlarına sıkılmış o şurup gibi kokudan kurtulmalıydı. Biricik kızımın saçlarından beni mahrum koyan o ergeni şuruba boğmak isteği geliyordu ara sıra ama bunu yapabilecek biri olmadığımı da biliyordum. Yine de çok sinirlendiğim için iki çift laf söyler, rahatlardım. Suç tabi ki Nuran yenge de, kızımızı sana emanet ediyor birkaç saat, sen de kalkmış komşuna, elin kızına veriyorsun. Bir yanda Nuran yenge de haklı, mecbur değil ki, her saniye Melis’e bakamaz ki! Aman siktir et oğlum bunları, kızınla eğlenmeye bak şimdi. Bir ara plastik gemi var mı diye düşünüyordum. Küçükken kaldığımız kiralık evin henüz kat çıkılmamış, inşaat halindeki bölgeye yağmur yağdığında kolon betonu dökülecek boşluklara su dolardı. O suyun içinde kâğıttan gemi yüzdürürdüm. Sonra birkaç kere plastik gemide yüzdürdüğümü de hatırlıyor gibiyim. Sahi öyle bir şey var mıydı?
Küvet eğlencemiz bu kez kısa sürmeliydi. Hilal geciktiği için yemek yapma işi bana kalmıştı. Dünden kalan yemeğin de olmadığını anımsıyor gibiydim. Hilal’e alıp, sürdüğüm lavanta yağını Melis’inde vücuduna sürüyordum. Başını da bebek şampuanıyla yıkadıktan sonra, ‘haydi canım benim, durulanalım da çıkalım’ dedim. Melis’in annesine karşı çıktığı zamanlar çok olsa da, babasına, yani bana karşı ne dersem diyeyim ‘tamam babamı’ duyuyordum. Bu aramızdaki özel baba kız ilişkisinden kaynaklanıyordu. Banyonun en lüks tarafı, oda gibi biraz büyük olması ve ayrıca eski ev sahibinin küvet olmasına rağmen duş kabini de yaptırmış olmasıydı. Küvetin tıpasını çektikten sonra Melis’in biraz giden suyla oyalanmasını bekledim. Sonra kucağıma alıp duş kabinine geçtik. Adı duş kabini olsa da, etrafını çevreleyen plastik camları çoktan kırılmıştı. Hilal bir ara perde takalım dese de, ‘biz bizeyiz, bir şey olmaz’ diyerek o aptal ıslak perdelerin derdinden de takmadan kurtulmuş olduk. Duş alırken ayrı bir yöntem geliştirmiştik kızımla. Kızım yine boynumdan elleriyle dolayıp, arkada sıkıca birleştiriyordu. Suyu açıyordum. Başını göğsüme dayıyor, gözlerini sımsıkı kapatıyordu. Böyle duş almaya o da bayılıyordu. Bazen beş dakika boyunca böyle kalıp, su altında kaldığımızı biliyorum. Hilal bu anların çoğunu kaçırıyor. Bir yandan duygulanıyorum, hatta ağlıyor muyum ne? ‘Gözlerini aç’ diyorum Melis’e, ‘tu kaçıyo gözüme’ dediği an ‘aç kızım, hadi bak babana, babanın da açık gözleri’ der demez, gözlerini açıp bana bakıyor, boynuma doladığı kollarını çekip, elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. İyice durulandıktan sonra muslukları kapatıp kurulanma safhasına sıra gelmişti. İki musluğu da açıp, ılık bir su yakalamaya çalışıyordum. Kızım küçükte olsa, onun önümde çırılçıplak kalmasını istemiyordum. Biliyorum, daha iki yaşındaydı, melekler gibi tatlı ve nurdandı ama bazı noktalarda insanın kıstasları olmalı. Onun küçücük havlusuna bile bayılıyorum ben. İyice kuruladıktan sonra havlusunu beline dolayıp, arkadan havlusunun ucunu içine doğru geçirdim. ‘Arkanı döner misin kızım, baban da havluyla kurulansın’ dediğim zaman arkasını dönüyordu. Biliyorum, mükemmelleştirme gibi bir şey bu ama hayır, böyle istiyorum ben, bu olsun diyorum, hem kime ne, kim karışabilir ki benim saygı duymak istediğim bir harekete. O arkasını dönük halde, ben de saniyeler içerisinde kurulanıp, havluyu ona yaptığım gibi belimden tutturdum. O önde ben arkasında banyodan çıkıp yatak odasına geçtik. Ona dolap alamamıştık. Beben ranzasını ben de, Hilal’de sevmiyorduk. Genelde yatakta bizimle beraber yatsa da, normal yatağı olarak salondaki kanepede canım kızım uyuyordu. Aslında bu yoksunluğun da bir etkisiydi ama her şeye rağmen birimiz yorgun olduğunda o yatakta yatıyor, daha zinden hisseden kızımızla beraber salonda kanepede uyuyordu. Dolapta annesinin iç çamaşırlarının olduğu çekmece de Melis’in atleti, külotu vardı. İkisini de giydirdikten sonra altına pamuksu bir pijama giyindirdim. Atletin üstüne de tişörtünü giydirdikten sonra yazlık eşofman takımının üstünü giyindirdim. Çorapları da unutmamam gerekiyordu. Hava her ne kadar sıcakta olsa, hasta olup, üşütmesini istemiyordum. ‘Kızım saçlarını havluyla kurulasana’ dediğimde, yine ona aldığımız küçük havlulardan birini verdim eline. Böyle şeyleri küçükten öğretmenin gerekliliğine inanıyordum. O saçını kurulamak için uğraşırken, o arada ben de tişörtüme kadar giyinmiştim. Uzaktan saç kurutma makinesiyle saçlarını kurulamama bayılıyordu. Zaten su onu yormuş oluyordu ve kurutma makinesindeki sıcak havayla daha çok uykusu geliyordu. Lanet olsun, hiç istemesem de aynı şeye kızımı maruz bırakıyordum! ‘Sen biraz televizyon izle kızım, baban da yemek yapsın.’
Buzdolabında da pek bir şey kalmamıştı. Buzluktaki tavuğu da dün pişirmiştik. Alt kısımda birkaç tane domates ve sivri köy biberi vardı. Meyve suyu bir bardak kadar bir şey kalmıştı. Süt de dibinde kalmıştı. Zeytin ve peynir bolca vardı. Şükür yoğurtta vardı ve en güzeli yirmiden fazla da yumurta vardı. Aybaşı gelince pazara çıkmalıydık. Küçük tencere dikkatimi çekmişti. İçinde ne olduğunu tahmin edecek gibi oluyordum… Evet, maalesef Hilal’in yaptığı enginar çorbası! Sahi, kaç gün oldu; dört gün mü ne! İçememiştik adamakıllı, dışarıya çıkıp yemek yemiştik o gün.
Canım sıkılmıştı. Hava almak için balkon kapısını açtım. Fayda etmemişti. Balkona çıkmalıydım. Çıktım da, lambayı yakmadan karanlıkta eski demir sandalyenin üzerine oturdum. Kâr etmiyordu, işten sonra bir de eve gelip ne yemek yapalım da yiyelim düşüncesi boğmuştu. Yalnızca yemek düşüncesi olsa yine iyiydi. Hilal’le dört yıldır evliydik. Onunla evlendiğimiz ilk sene sonunda tatile çıkabilmiştik. Yine çıkarmak istiyordum. Aslında uygun haftalık tatil yapabileceğimiz yerler vardı. Fakat işyerinden izin almak istediği zamanlar hep başka çalışanın ya kaynanası, ya dayısı, ya bilmem ne zıkkımı rahatsızlanıyor, on beş gün izne ayrılıyordu. Hilal öyle oluyordu ki, izne çıkacağı zaman genel de sonbahar gibi oluyordu. O mevsimde de tatil yapmaktan ziyade, evde oturup zaman geçirmek daha akıllıca geliyordu. Zaten her şey bir yana, Melis’e adamakıllı oyuncak alamamanın ezikliğini yaşıyordum. Ayda iki bin lira krediye yatırdığımız için geriye kalan bin lirayla idareli geçinmeye çalışıyorduk. Birden sabah işteyken internette gezinirken telefona kaydettiğim resim aklıma geldi. Normalde sokağımızda, aşağı mahallenin herhangi bir sokağında ya da başka bir çöp tenekesi önünde çöpten yemek arayanlar gördüğümde başını çevirip, mahzun bir hadle oradan ayrılan ben, bu kez kaçmadan, korkaklık etmeden bir süre o fotoğrafa tekrar bakmak için kaydettiğim fotoğrafı açtım.
Melis’in içeriden sesi geliyordu. Telefonun tuş kilidine basıp kapattıktan sonra, salona geçtiğimde Hilal’le karşılaştık. Yorgun gözlerle ve isteksiz bir yaklaşmayla yanağımdan öptü. ‘Hoş geldin canım’ dedi, ‘hoş bulduk, öldüm, bittim’ dedi. Melis televizyon izlemeye devam ederken, yatak odasına Hilal’in arkasından geçtim. Terlemişti. Kıyafetlerini çıkarıyordu. Onu soyunurken de giyinirken de izlemeyi sevdiğimi biliyordu. Yatağa uzanmış, onu bakarken ‘duş almayacağım ya da alırım uyumadan gece, of, saçlarım un kokuyor ya’ diye sitem etti. Pastanede çalışıyordu. Akşamüzeri müşterinin teki gelmiş, yüklü bir sipariş vermişti. Tabi patron bu siparişi kaçırmamak adına tüm pastane çalışanlarını fazladan üç saat çalıştırmıştı. ‘Gel, otur’ dedim yanıma. Tişört giymişti ama altında yalnızca külotu vardı. Ona doğru yakınlaştım. Tişörtü bol olduğu için ellerimi sırtına doğru sokabiliyordum. Hafif hafif gerilen omzuna ve sırtına masaj yapmaya başladım. Lafı açan ben oldum.
-Nasılsın, nasıl geçti günün?
-Yorucu canım. Patron insafsızlık yaptı. Mahvetti hepimizi.
-Görüyorum, karşımda yorgun bir güzel var. Gözlerinin altı da çökmüş.
-Neyse, boş ver canım yorgunluğumu da, sen ne yaptın kızımızla? Mis gibi kokuyor yine.
-Eve gelince banyoya girdik hemen. Biliyorsun çok seviyor babasıyla yüzmeyi.
-Ah sen, ah! Annesine de yapsa ya öyle!
-Ciddi istiyor musun, girelim istersen banyoya?
-Şapşal, şaka yapıyorum. Yemek var mı evde?
-Ben bir şey yapamadım. Melis uyuyunca olmaz mı peki?
-Ne olmaz mı?
-Anla işte…
-Bilmem, bakarız.
-Nazlanıyoruz, ne güzel, ne güzel…
-Çok yorgunum ama o saate kadar kaç saat var daha.
-Sen bir tanesin!
-Sağol canım. Bir şeyler getirdim ben pastaneden. İstersen çay demleyelim, beraber yeriz.
-Olur mu?
-İkimizde yorgunuz canım. Hem Melis de seviyor böreği, kurabiyeyi. Az az yer o da.
Yatağın kenarında oturuyordu. Başını dizime yasladım. Bir yandan kollarını, göğüslerini okşarken, bir yandan da öpüyordum. Melis’in sesi bu yorgun ön sevişmemizi kesmişti. ‘Anne, men acıktım.’ Ayağa kalkınca kalçasını hafiften şaplattım. Hilal yorgundu ama yine de sevgisini belli eden kocasına karşı mazeret uydurmayı sevmiyordu. En sevdiğim huylarından biri de buydu!
Annesi Melis’i kucağına alıp, öpüp koklamaya başladı. ‘Baban seni misler gibi yapmış aşkım benim. Oh, mis gibi kokuyor benim tatlım, meleğim…’ gibi bir sürü sevgi dolu sözler ederken, Melis bana dönüp:’ Baba, annemi öper miysin’ dedi. ‘Sonra da meni’ diye de ekledi. Dediğini yapmak benim için zevkti.
Hilal’in getirdiği börekler, kurabiyeler taze olduğunu belli ediyordu.
Melis önüne koyduğum meyve suyunu içmek istememişti. Süt istiyordu. Evde süt kalmadığını biliyordum ama bununla beraber cüzdanda para yoktu. Hilal’e baktım. ‘Canım, sen de para var mı’ diye sordum. İçim eziliyordu resmen. ‘Var canım, çantamda cüzdanda’ dedi. Kalktım, koşar adımlarla yatak odasına gittim. Melis’in sesini duymuştum’: Babam nereye gidiyoo anne?’
Cüzdanı açtığımda, kalbim sıkışacak gibi oldu. Eski püskü, buruşmuş bir beş lirayla beraber üç lira elli beş kuruş bozukluk vardı. Bozukluklar yeterdi.
…
-Abi uyan, uyan abi ne olursun geç kalacağız bak!
Hayri bağırıp duruyordu. Gözlerimi zor açtım. Diğer günden beri hiç uyumamıştım. Yarım saat kestirmek bile benim için ıstırap olmuştu. Öğleden sonra da arkadaşımı ayağındaki nasır için ameliyata götürmüştüm. Nerede ben varsam orada aksilik olur prensibince, hastane de birbirinden komik hadiseler başımıza gelmişti. ‘Ne oldu’ dedim Hayri’ye. ‘Abi, telefonun çaldı iki kez üst üste, bir de geç kalacağız, sen olmadan olur mu abi bu iş’ demesi biraz olsun gururumu okşamıştı. Aslında hıyar, bilerek böyle söylüyordu, benim bir bok yapacağımdan değildi, heyecanını yatıştırmak istiyordu. ‘Nasıl gideceğiz oraya’ diye sordum. ‘Ferhat abi gelecek, bizi alıp götürecek arabasıyla, beş dakikaya aşağıda olur’ dedi.
Çingene kızdan aldığım sigaraya içmeye devam ediyordum. Bir yandan aşırı balgam yaptığını fark ettiğim sigaradan nefret etsem de, yine de dudaklarımın arasında onu yumuşatıp içiyordum. ‘Oral 75, ön 150, arka 250 papel’ diyen orospu aklıma gelmişti. Oral yapılacak bir sigaraydı bu işte, o kadarcık kusur tabi her şeyde var! Kazandibinde de, tavukgöğsünde de, şekerpare ve hatta güllaçta!
Ferhat sert bir frenle durmuştu. Ön yolcu koltuğunun camını otomatik olarak indirip bize seslendi:’ Haydi beyler binin arabaya, işim var, sizi bırakayım da gideceğim.’ Arka koltuğa geçtim. Maksadım yol boyunca biraz daha kestirmekti.
Ferhat uyumama imkân vermiyordu. Üst üste sorular soruyordu. Hayri’nin fısıldayıp Ferhat’a söylediklerini de duyuyordum.
‘Nasılsın kardeşim, neler yapıyorsun?’ diye sordu Ferhat. ‘Bana mı soruyorsun’ dedim. ‘Evet’ dedi
-İyiyim işte, yaşıyoruz.
-Biraz daha iyisin değil mi?
Hayri’yi duyuyordum. Çocuk benim canımın sıkılmasını istemiyordu ama gerçeklerden kaçamazdım.
-Hayri, karışma lafa ikide bir, bırak adamı rahat rahat sorsun, konuşalım.
Bunu dememle aslında Ferhat konuşmak istemediğimi anlamıştı ama onu da cevapsız bırakmak istemiyordum.
-İnsan kızını araba kazasında, eşini de psikolojik sorunlardan dolayı intiharda kaybederse nasıl hisseder ve olur, öyleyim Ferhat!
-Yanlış anlama kardeşim, senin iyi olmanı istiyoruz biliyorsun.
-Sormanıza gerek yok, zaman geçiyor birader.
Yolu daha yarılamamıştık ki, Ferhat’a ‘dur’ diye bağırdım. Hayrı ‘ne durması, abi gözünün yağını yiyeyim, sensiz ben ne yapayım orada’ dese de, ‘dur Ferhat, Allah aşkına durdur şu arabayı’ diye bağırdım.
‘Siz gidin’ dedim. Önce gitmek istemediler, sonra Ferhat’ın sesini duydum:’ Sikerim belasını, ne hali varsa görsün pezevenk’ diyordu. Hayri karşı koymaya çalışıyordu:’ Abi, ne diyorsun sen, öyle denir mi adama?’ ‘İndireyim seni istersen Hayri’ diyerek Ferhat tehdit edince Hayri susmuştu.
Yürümeye başladım. Ceketimin cebinden sigarayı çıkardım. Evliliğimizin ilk yılında bana zor da olsa sigarı bıraktırdığı o gün deliler gibi sabaha kadar sevişmiştik. O gün sigara bıraktığım için bana kendini armağan etmişti. Melis’i de doğururken kilo almış ama güzelliğinden bir şey kaybetmemişti.
Köprünün elli metre ötesinde bank vardı. Pek insan gözükmüyordu dışarıda. Sol cebimde üçümüzün resmi vardı. Altı aydır öpüp duruyorum her gün kaç defa. İkisini de öyle çok özlüyorum ki! Sonra, sağ cebimde, bir zarf. Sıkıştırılmış, buruşturulmuş halde. Hilal’in yapmamı çok istediği şeydi bu. Zarfta ‘şartlar için ön görüşme yapılacağını ve beni yayınevine beklediklerini’ yazmışlardı. Telefonda açmışlardı. Konuşmuştuk. Hiçbir şey söyleyememiştim. ‘Tamam’ diyebilmiştim birkaç kere. Evet, ‘tamam’ dediğimi anımsıyorum.
Gözlerim yine ağlamaktan yorulmuştu. Bitkindim. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemeyecek haldeydim. Ayağa kalkacak halim yoktu. Tek istediğim o an birinin iyilik yapıp, beni bıçaklayıp öldürmesiydi. Bir tinerci ya da para isteyen herhangi biri de olabilirdi. Tam kalbimin üzerine, adam gibi bir saplanacak bir bıçak istiyordum.
YORUMLAR
Öykünün tam ortalarına gelmiştim ki, ben bu yazıyı okudum fikrine kapıldım. Hatta kendimi bu konuda çok da emin hissettim. Galiba, dedim, son yazı diye eski yazılardan birini tıklamış olmalıyım. Kontrol etim, yanılmışım, son yazındı. Devam ettim, içimdeki, ben bu yazıyı okudum fikri iyice içimi kapladı, huzursuz oldum. Kafam yazıdan çok içimdeki bu şüpheyle meşgul olmaya başladı iyice. Yazıyı, eğer denk gelir ve hatırlarsam okurum diye, başka bir güne erteledim. Garip!?
Sağlıcakla
HakkınSesi
saygılar.
sadece susulur...susmak da uçurumla eşit...eskiden yeşillik alanlar daha çoktu...şimdi atlamaya müsait yüksek binalar var önümüzde...taşlar, köprüler ve duvara kilitlenen ölü gözler...sokak başı bir kaybetmek ağrısı yüreğe saplanan tek kurşun...bazen sevdikleriniz bile öyle uzakta kalıyor ki...bir kolun erişebileceği mesafeye kilometreleri kateten adımları gitmek yoruyor bazen insanı...
sonra başka bir zıt görüş önüme atlıyor karşı yayadan...ölmek isteyen her yerde ölür...yaşamak isteyen de...
bu yazının her köşesi bir uçurumken, atlamadan da can verebilirsiniz...bu mümkün...dağılan parçalarınızı toplanılmayacak hale getiren öyle bir derinlik üstelik...bazen giderken hiçbir kemiğinizi arkanızda bırakmak istemezsiniz çünkü...
ben öyle yaptım...ki bazen durduk yere de ölmek istediği olur böyle insanın...
teşekkürler HakkınSesi...