- 645 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Kiraz
Dağların eteklerinde, derme çatma küçük bir kulübede yaşıyordu Kiraz. Yürüye yürüye yolu yarılamıştı sessizce, yürüyordu zirveye... Vardığında oraya, gidecek bir yer kalmayacaktı artık. Geriye dönüp bakacak ve bir yıldıza tutunup gidecekti gerçek boşluğa. Şimdilik yaşıyordu, bir dağın eteğindeki nehir kıyısında...
Sildi süpürdü evini her sabah, bugün de yaşanacak şeyler varmış, ‘ya nasip’ diyerek. Ne umudun elini bıraktı ne de eksik tuttu hayatı sevmeyi. Herkesin ruh ikizi olmazmış, o da yalnız gelenlerdendi, yalnız gidecekti…
Hatırladı doğduğu kenti, ilk gençliğini, ilk çırpınışlarını… Başını dayayıp ağladığı günlük ağacını hatırladı. Özledi sevilmeyi, hasretti bir kucakta ağlamaya, bir sandalla açılmaya uçsuz bucaksız sulara… Hatırladı Kiraz, gülümsedi inceden, deneyim tahtasına bir çentik daha attı. Bir de kahkaha patlattı, yetmez diye küçük bir tebessüm. Bir de Barış Manço açtı, bangır bangır, küçücük kulübede…
“Acıh da bağa vir, biraz da ona vir.”
Bizim Kiraz’a dert oldu, yuvasız kuşlar, susuz aç kediler, dostun baş ağrısı… Solan bütün çiçekler… Bir kendini soldurmamayı bilemedi. Olsundu be, nasılsa zirveden ötesi yoktu. Ne onun için ne başkaları… Tek yapacağı, oraya varınca bir yıldız seçmekti. Allı pullu gidecekti, en güzeli de onuruyla, kocaman yüreğiyle… Dağları delip yol açacak kimse, varsın olmasındı onun için. O kendi delerdi, hatta kıyamaz da delmeye tırmanırdı doruklara… Günü gelene kadar…