- 1256 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖNCEKİLER
ÖNCEKİLER
“(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennet’e gireceğinizi mi sandınız?! Onlara yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve beraberindeki müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demişlerdi. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
Zaten bir gariplik olduğu başından belli idi.
İlk uyarıyı Foça’da aldım.
O gece televizyonda eski bir kovboy filmi izlerken sızıp kalmışım kanepede.
Sıcak mı sıcak bir Ağustos gecesi.
Tiger’ın ulurcasına havlaması ile uyandım.
Dört katlı bir evde oturuyorum.
İki köpek, bir kedi ve yirmi bir kaplumbağa ile huzurlu bir hayatım var burada.
Uyuya kaldığım kanepe ikinci katta bulunan salonda.
Sıcaktan, biraz olsun ferahlamak için, salon enince uzanan balkonun kapısını açık bırakmıştım.
Bulldog cinsi bir köpek olan Tiger, bir şeyler hissetmiş olacak ki, balkona çıkmış, başı yukarıda, gökyüzüne bakıp sürekli uluyor.
-Ne oluyor Tiger, ne var be?
Dışarısı zifiri karanlık.
Tiger’ın baktığı yöne bakıyorum.
Parlak kırmızı bir ışık, gökyüzünde.
Hızlı, hızlı yanıp sönüyor.
Ne bu demeğe kalmadan, şimşek hızıyla sola doğru kayıp, ilk gördüğüm noktadan bir hayli uzakta tekrar duruyor.
Tiger sürekli uluyor.
-Tiger sussana yahu.
Sus bakayım.
Susup, hırıldıyor Tiger.
Işık, on saniye aralıklarla, bir sarı, bir yeşil renkte yanıp sönüyor.
İki üç dakika, Tiger ile ışığa büyülenmiş gibi hareketsiz bakıyoruz.
Sonra birdenbire ileri geri kayarak ve adeta zikzak çizerek sürekli renk değiştiriyor.
Sabah şafak sökene kadar ışığı takip ediyoruz Tiger ile.
Bir oraya, bir buraya kayıp, rengârenk ışıklar ile adeta bizimle oyun oynuyor.
Salondaki “Big Ben” saatim beşi çaldığında, gök gürültüsüne benzer bir sesle aşağı yıldırım gibi kayıp 300 – 400 metre ileride karşımda duruyor.
Kalbim deli gibi atıyor.
Her yerimden soğuk terler fışkırıyor.
Tiger ayağa kalkmış, ön ayaklarını balkon korkuluğuna dayamış,
dayak yiyor gibi viyaklayan sesler çıkarıyor.
Filmlerde gördüğüm uçan dairelere benzeyen, mat koyu gri renkte bir cisim bu.
Takriben 1,5 metre yüksekliğinde, 100 metre çapında bir daire ve onun üzerinde de 3-4 metre yüksekliğinde bir kubbe.
Kubbenin daire ile birleştiği yerde, tahminen 1 metre aralıklarla pencereler ve aralarında da her biri ayrı renkte çakan ışıklar.
Adeta karşılıklı birbirimizi süzüyoruz uzun bir müddet.
Sonra birden gök gürültüsünü andıran bir sesle, şimşek gibi yukarı kayıp gözden kayboluyor.
Foça’ya indiğimde Ayfer abiye anlatıyorum yaşadığımı.
-En nihayet sana da göründüler demek dedi.
Kimseye söyleme gördüğünü.
Bana dedikleri gibi sana da kırdı kafadan bir tahtayı derler sonra.
Ayfer abi birkaç kere habersiz gitmişti Foça’dan.
Üç dört gün sonra ortaya çıktığında sitem etmiştim.
-İnsan habersiz gider mi be Ayfer abi.
Çok merak ettik seni.
-Haklısın ama yapabileceğim bir şey yoktu Ati.
-Götürdüler beni.
-Allah, Allah.
Kim nereye götürdü be abi?
Zorla mı götürdüler?
Çağırsaydın ya beni.
Ağzını burnunu dağıtırdım itlerin.
Zorla değil, bende istedim.
Meraktan istedim.
-EEE kim götürdü seni yahu?
Derin bir nefes aldı Ayfer.
Tek bir kelime döküldü ağzından.
-Öncekiler!
Bizlerden önce bu gezegende yaşayanlar.
İçimden, haklıymışlar, Ayfer kafayı kırmış dedim.
Eylül sonu bir gece balık kızarttım balkonda.
Mis gibi yeni rakı, bol buz, kavun, peynir vs.
Mutlu, güzel bir gece.
Tiger, Mina kedim hep beraber masa etrafındayız.
Karım ile eskilerden konuşup sohbet ederken, birden gök gürledi.
Hava açık.
En ufak bir bulut parçası bile yok.
Çakır keyif olmuşum.
Herhalde kafayı buldum dedim içimden.
Bu havada ne gök gürültüsü bu!
Gökte binlerce yıldız.
Enfes bir gece.
Birden bir ışık seli etrafı kapladı.
O kadar parlak ki bu ışık, insanın gözünde yüzlerce flaş patlamış gibi oluyor.
Çok değişik, çok hafif bir müzik sesi kulaklarımda.
O parlak ışık gittikçe soluklaştı ve daha önce gördüğüm uzay aracı ortaya çıktı.
Yine ilk gördüğüm uzaklıkta , yine rengârenk ışık çakaraktan.
Kafamda iyi ya.
Rakı bardağımı havaya kaldırıyorum.
-Şerefe öncekiler.
İnsenize aşağıya be.
Bahçe müsait.
Korkmuyorum sizden.
Hoş geldiniz.
Hadi be.
Gelsenize bahçeye.
Çok çok yavaş bir hareketle bahçe üzerine süzüldü.
Evin üçüncü katı hizasında durdu.
Sonrada, gümüş renginde, 10 metre çapında gibi silindir şeklinde bir ışık huzmesi aracın altından aşağı doğru adeta bir boru gibi uzadı ve çimleri aydınlattı.
Hah dedim.
Aynen filmlerde olduğu gibi şimdi alttan bir kapak açılıp aşağı doğru bir merdiven uzayacak ve bir takım yaratıklar bahçeye inecek.
Her şeyi göze alarak, ben önde Tiger peşimde, koşarak alt kata indim ve sokak kapısını heyecandan zor bela açıp bahçeye çıktım.
Işığa doğru koşarken bir yandan da bağırıyorum.
-Hadi be.
Çıksanıza dışarı be.
Ya siz gelin, ya beni de alın içeri.
Gümüş renkli ışık huzmesinin önüne gelmiştim ki uzay aracı fısıltı gibi tıslayan bir sesle yukarı fırladı ve siren adası istikametinde yok oldu.
Elim ayağım titreyerek eve döndüm.
Karım hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
-Neydi bu Attila?
Neydi bu yaşadığımız?
Aman kimseye anlatma.
Adımız deliye çıkar sonra Foça da.
O gece şafak sökene kadar balkonda oturduk.
Tiger da başı yukarıda, gökyüzüne bakarak sürekli inledi.
Hava aydınlanınca da, ben salondaki kanepede sızıp kalmışım.
Karımda üst kat yatak odasına çıkmış.
Öğleden sonra ancak kendime geldim.
Dün geceden her hangi bir şey kalmış mı diye bahçeye çıktım.
Gümüş renkli ışık huzmesinin bahçede aydınlattığı, 10 metre çapında bir dairedeki çimlerin, sırıl sıklam ıslak olduğunu, hayretle gördüm.
Bu tarihten sonrada bu dairenin içi hiçbir zaman kurumadı.
Mübarek, sanki burada sürekli su kaynıyordu.
Bundan sonrada, garip olaylar zinciri başladı.
Bahçedeki kaplumbağalarım sürekli bir V şeklinde toplanmaya ve bu formasyon da uyumaya başladılar.
V’nin başında bir adet ve iki bacağında da 10 ar kaplumbağa yer alıyordu.
Kaç sefer bir kaç tanesini kucağıma alıp, arka bahçeye taşıdıysam da, ne yapıp edip, dakikalarca yürüyerek gene ön bahçeye geldiler ve V’yi tamamladılar.
Bir türlü anlam veremedim bu davranışlarına.
Birkaç gün sonra, birden bir şimşek çaktı kafamda.
V’nin başı daima sağa, yani doğuya, yani uçan daireyi ilk gördüğümüz istikamete bakıyordu.
Düşüncemi kanıtlamak için kaplumbağaları tek tek taşıyıp sağa bakan V’yi sola batı istikametine bakar hale getirdim.
15 dakika içinde kaplumbağalar V’yi eski haline getirdi.
Sanki sürekli doğuyu gösteren canlı bir pusulam olmuştu.
Esas beni korkutan, ellerimde oluşan manyetik bir güç oldu.
Başparmağımı şaklatarak televizyonu açıp kapatabiliyor elimi sola sağa sallamam ile de kanal değiştirebiliyordum.
Yine elimi kumanda panosuna uzatıp mikrodalga fırını dokunmadan çalıştırıp kapatabiliyordum.
Arka bahçedeki garaj kapısını da, kendi kumandasını kullanmadan, bir tek elimi kontrol panosuna doğru uzatmakla harekete geçirebiliyordum.
En hayret verici olayda, Mina kedime olandı.
Ön bahçem Mersinaki Caddesine bakıyordu.
Bilhassa yaz ayları trafik çok yoğundu.
İki ay evvel Mina kedi caddeye kaçmış ve o sırada geçen bir kamyonetin altında kalmıştı.
Sağ arka ayağı kalçaya yakın bir yerden ve kuyruğu da tam ortadan kırılmıştı.
Bostanlıdaki veterinerde dört kere ameliyat olmuş, hem ayağı ve hem de kuyruğu alçıya alınmıştı.
Bir ay sonra alçı açılmış ve Allaha şükür ki ayağı düzelmiş, fakat kuyruk kemiği maalesef kaynamamıştı.
Onun için, kuyruğu orta kısmından aşağı kıvrılıp yere sürtüyordu.
Öncekilerin ziyaretinden, aşağı yukarı 15 gün geçmişti.
Mina kedi ile bahçeye çıkmış, çimlere uzanmış güneşleniyorduk.
Mina birden yanımdan fırladı ve ıslak yuvarlağa doğru kaçan bir farenin peşine düştü.
Şimşek gibi hareket etmesine rağmen yakalayamadı fareyi.
Geri, döndüğünde de sırıl sıklam ıslanmıştı.
Söylene söylene kucağıma aldım Mina’yı.
Üst kattan havlusunu alıp iyice kuruladım kedimi.
Ertesi sabah demli çayımı alıp balkona çıktım.
Tam oturup bir yudum almıştım ki, Mina mırıldanarak yanıma geldi ve tatlı hırıltılara başını bacağıma sürtmeğe başladı.
-Dur be Mina.
Hele birkaç yudum çayımı içeyim be hele.
Biliyordum.
Başını okşamamı istiyordu.
Elimi aşağı uzatıp başını okşamağa başladığımda gözüm kuyruğuna ilişti.
Dimdik kamçı gibiydi.
Yere falan sürtmüyordu.
Orta kısmını parmaklarımın arasına aldım.
Kırık mırık kalmamıştı.
Bu garip durum ve olaylar, aşağı yukarı bir buçuk ay sürdü.
Sonra da her şey normale döndü.
Tek farkla.
Mina kedim kayboldu.
Bir akşamüstü bahçeye çıktı ve bir daha da eve dönmedi.
Ayfer abi götürmüşlerdir onu dedi.
Allah bilir….
Belki de.
Kafamda yatmıyor değil.
Belki de Ayfer ağabey haklı.
Yunan mitolojisindeki tanrılar.
Siren adasının denizkızları.
Küçücük bir tekne ile Foça’dan kalkıp, tee Fransa ya kadar gidip, Marsilya şehrini kuran Fokaililer.
Tepegözler, devler.
Kibele, Zeus, Apollon, Venüs, Afrodit gibi birçok tanrı ve tanrılar ve hep bu coğrafyada geçen gerçek veya mitolojik olaylar.
Bütün insanlığı etkileyen üç büyük din, peygamberler, evliyalar, Enbiyalar. Neden acaba hep bu yörelerde ortaya çıkmış.
Merakla incelemeğe başladım.
Erich Anton Paul von Dänikenin, ilk insan kültürleri üzerindeki dünya dışı etkiler hakkındaki iddiaları, en çok ilgimi çekenlerden biri oldu.
Daniken, 1968’de yayımlanmış Tanrıların Arabaları” adlı eseri ile “paleo-contact” ve eski astronotlar hipotezini ortaya atmıştı.
Daniken ayrıca, dünya dışı varlıkların dünyayı ziyaret ederek, ilkel insan kültürünü etkilediklerini iddia etmiş ve Mısırdaki piramitler, Stonehenge ve Paskalya Adası’nın Moai’si ve yapıldıkları zamanda mevcut olmayan yüksek teknolojik bilgileri yansıtan, insan yapımı eserler hakkındaki düşüncelerini yazmıştı.
Birçok kazı ve araştırmalarla ortaya çıkarılan, astronotların tasvirine, hava ve uzay araçları resim ve kabartmalarına, dünya dışı varlıklara ve karmaşık teknolojilere dair dünya üzerindeki eski sanat eserlerini açıklamaya çalışmıştı.
Dinlerin temelini, uzaylı ırkıyla ilişkinin tepkimesi olarak açıklamış ve eski ahit İncil’in bölümlerindeki yorumların incelenmesini önermişti.
En ilginci de Piri Reis haritaları.
Bu harita, dünyayı uzaydan görünüyormuş gibi çizilmiş.
Haritanın 1513 te çizildiği düşünülürse, muhtemelen dünya dışı varlıklar veya onların yardımları ile çizildiği pek olanaklı gözüküyor.
Haritada, Grönland’ın, Antartika’nın buzul altı topografik haritası da gösterilmiş.
Ayrıca günümüzde kullanılan enlem-boylamlar, yani paraleller ve iki kutuplu meridyenler ile hizalanması yerine, kilit noktalarda odaklanmış “enerji ızgaraları” ile hizalanmış.
Bu harita, 1513’te Avrupalıların sahip olduğundan çok daha fazla detay içeriyor. Mesela, O tarihte Peru henüz keşfedilmemişti.
Peki de, o zaman acaba Piri Reis Ant Dağları’nı nasıl biliyordu?
Güney Amerika kıyıları, 16’ıncı yüzyılda çizilen bir harita için oldukça detaylı görünüyor.
Enteresan bir noktada, eğer haritanın kaynağı dünya dışı uygarlıklarsa, o halde neden bazı yerleri çok detaylı ve bazı yerleri çok ilkel görünüyor?
Ayrıca Piri Reis’in haritalarının 1513 tarihinde çizildiği düşünülürse, koordinat çizgilerinden, topografik detaylara kadar, Piri Reis’in birçok sıra dışı bilgiye sahip olduğu bir gerçektir.
Arkeoloji ve paleoantropolji Profesörü Andrei Asimov, tarafından İran’da yapılan kazılar da 5 metrenin üzerinde boyları olan altı adet insan iskeleti bulunmuştu.
Bu insanlar kimdi?
Niye yalnız 5 tane iskelet var?
Diğerleri nerede ve ne oldu?
Tevrat ve İncil de verilen bilgiye göre, gökyüzünden dünyaya inen dev erkek melekler insanların arasından beğendikleri güzel kadınlarla birleşmiş,
ve neticede nephilim denen yarı melek yarı insan dev yaratıklar dünyaya gelmiştir.
İşte dünyanın birçok yerinde (güney ve kuzey Amerika, Afrika, Ortadoğu vs .) bulunan dev iskeletlerin bu nephilim nesline ait olduğu iddia edilmektedir.
Acaba gökten inen bu dev erkek meleklerin dünyayı ziyaret eden uzaylılar olmadığı ne malum?
Nitekim Meryem ana ve Hazreti İsa’yı resmeden birçok antik yağlı boya tabloların arka planında gökyüzünde ufolar yer almaktadır.
Foça’daki Athena tapınağının beheri 20 ton gelen sütunları nerede hangi alet edevatla yapıldı?
Bırakın onu tonlarca ağır bu mermer sütunların yapıldığı mermerler nereden geldi, Foça’ya kadar nasıl taşındı.
Aynı sorular Mısır ve İnka piramitleri için de geçerli.
Bu piramitlerin yapıldığı tonlarca ağır bu taşlar nereden geldi.
Bunlara nasıl şekil verildi?
Nasıl üst üste konarak bu yapılar inşa edildi?
Nasıl taşındı?
Yukarı metrelerce yükseğe nasıl kaldırıldı?
Nasıl, nasıl, nasıl…..
Nasıl be yahu?
Belki de bunları yapanlar bu Nephilim nesli idi.
İşte bütün bunlar, bizden önce, bizden daha ileri bir medeniyetin bu dünyada
yaşadığına, beni büyük bir ölçüde ikna etti.
Bir sebepten, belki de büyük bir nükleer savaştan veya yine çok büyük bir iklim değişikliğinden dolayı, burada yaşayanlar, bu dünyayı terk edip başka bir galaksiye gidip yerleştiler.
Belki de, öncekilerin istemleri dışında, bizler tekrar bu dünyada üredik.
Onlarda, devre devre bizi ziyaret edip yardımcı olmağa çalışıyorlar.
Belki de, başlarına bela olmayalım diye de, bizlerle yüz göz olmuyorlar.
Neyse fazla sıkmayayım sizi.
Öykümüze geri dönelim.
Bu olaylardan birkaç sene sonra, İşlerimin ters gitmesi neticesi evimizi satmak zorunda kaldım.
Eşimden boşandım.
Taygır hastalandı ve öldü.
Sanki üzerimde bir lanet var.
Ayfer Ağaeyide, beyin kanamasından kaybedince bayağı yalnızlık çekmeğe başladım.
Allahtan, bu arada bir tesadüf, çok sevdiğim bir kız arkadaşım Foça’ya uğradı.
Bodrumda yazlık bir ev almış.
-Hadi kalk iki araba gidelim.
Evim deniz kenarında bir sitede.
Bu yaz tatilini de beraber geçirelim.
Seneler oldu görüşemedik diye ısrar kıyamet.
Sağ ol Ayla’ çığım.
Benimde zaten moralim bayağı bozuk.
Değişiklik olur benim içinde.
Hadi Gidelim.
Ayla o gece bende kaldı.
Geç saatlere kadar demli çay ile Ankara’daki gençlik günlerimizi yad ettik.
Sabah erkenden yola çıktık.
Gayet rahat altı saatlik bir yolculuktan sonra geldik Bodruma.
Görmeyeli çok büyümüş şehir.
Adeta küçük bir İstanbul olmuş.
Ayla’nın evi Kadı kalesinde.
Bayağı büyük bir site içinde.
Üç katlı bir villa bu.
Kullanışlı ve rahat.
Plajı, lokantası, marketleri falan hepsi mevcut sitede.
Yüzlerce villa.
Hepsinin de kendi bahçesi var.
Memnunum geldiğime.
İki hafta kaldım Bodrumda.
Sınıf arkadaşım Alex’i gördüm bir sabah merkez Marinada volta atarken.
Çok sevindim.
On beş sene olmuş görüşmeyeli.
Sarıldık öpüştük.
Ziraat fakültesinden mezun Alex.
Burada güzel bir koyda, balık çiftliği kurmuş.
Beş sene kadar levrek üretip satmış.
Bulunduğu koya yerleşim çoğalınca, yasaklamış Belediye balık çiftliğini.
Bir ev parası harcadım çiftliğe Ati diyor Alex.
Geniş ve uzun bir iskele, iki üç küçük ofis binası, atölye, mutfak, depo falan yapmış.
Vallahi 300 bin harcadım hem inşaat, hem de elektrik ve su bağlatmak için diyor.
Bir müddet direnmiş balık çiftliğini kapatmamak için.
Ancak Belediyeden sürekli ceza yiyince mecbur kalmış çiftliği kapatmaya.
Tesadüf işte.
Çok eski bir kız arkadaşına rastlamış bir akşam.
Fikri o verdi diyor.
Çiftliği plaj – lokanta haline getirmişler.
Ortak olduk diyor.
Adresini veriyor bana lokantanın.
-Yarın sabahtan gel.
Hem denize girersin, hem de rakılarız balık ve salata ile.
Tamam diyorum.
Yarın görüşürüz inşallah.
Enfes bir gün geçiriyorum Alex ile.
Deniz, güneş, doğa ve enfes bir levrek ızgara.
Bol rokalı, domatesli bir salata.
Ve de Yeni Rakı.
Oh be.
Yemede, içmede, yanında yat.
Akşam, demli çayımızı da aldık masamıza, hem güneşi uğurluyor, hem de sohbet ediyoruz.
Bizim sınıfın yarıdan fazlası burada Bodrumda yaşıyor diyor Alex.
Ayrıca, bir sürüde okul arkadaşımız burada.
-Boş ver artık Foça’yı Ati.
Sana ister bir ev satın alalım, istersen de kiralayalım.
Gel yerleş buraya diyor.
Bir düşüneyim dedim Alex’e.
-Haber ver bana karar verince.
Sarılıp, öpüşüp, ayrılıyoruz.
Dün akşam Koray ile tanıştım.
Aliağa da çalışmış emekli olana kadar.
Ayla’nın Ankara’dan arkadaşı imiş.
Yeni mahallede oturmuş gençliğinde.
Birçok ortak arkadaşımız çıktı mahalleden.
Bende gençliğimde Petkim de çalıştığımdan,
Oradan da ortak tanıdıklarımız olduğunu gördük.
Gün doğana kadar sohbet ettik balkonda.
Sanki senelerce tanıdığım, çok eski bir arkadaşımı bulmuş gibi oldum.
İki kızı bir oğlu varmış Koray’ın
Oğlunu, dokuz yaşındayken, bir kazada kaybetmiş.
Büyük kızını evlendirip İstanbul’a uğurlamış.
Beş sene evvel, eşini de kaybetmiş.
Küçük kızının da çalıştığı bankanın Bodrum şubesine tayini çıkınca,
Bodruma taşınmış.
Taşındığının senesine de, kızı evlenmiş Bodrumda.
Konacık da yalnız yaşıyorum diyor Koray.
Nasıl diyorum, memnun musun Bodrumdan?
-Hayrola, neden sordun?
-Yahu Koray, birçok okul arkadaşım buraya yerleşmiş.
Bana da ısrar ediyorlar sende taşın buraya diye.
Foça’daki dostlarımın çoğu ya İstanbul’a göçtü, ya da öldü.
Deniz kenarına inmek için evden çıkınca moralim bozuluyor, neşem kaçıyor.
Küçük yer Foça.
Ölen dostlarımın evlerinin veya iş yerinin her önünden geçişte başlıyorum kendi kendime söylenmeye.
Allah rahmet eylesin Ayfer abi,
Huzur içinde yat Aykut cum,
Nur içinde ol İdris Abi …….
Böylece devam ediyorum yürümeye.
Üzülmek istemiyorum artık.
Ne yapayım be.
Öldü hepsi.
Sürekli moral bozukluğu içindeyim.
Cidden takıldı aklıma.
Acaba taşınsam mı?
-Valla Ati, ben memnunum burada yaşamaktan.
Gördüğün gibi.
Doğa çok güzel.
Her yerden denize girebiliyorsun.
Arada sırada balığa da çıkıyorum.
Ben memnunum Bodrumdan.
Keşke sende buraya yerleşsen.
-İyide Koray.
Mali durumum berbat.
Ev satın alamam.
Kiralık ev arayıp bulmam lazım.
Foça’ dan nasıl yaparım ev aramayı?
Ayşe bir hafta sonra dönecek Ankara’ya.
Otel veya pansiyonda kalıp da ev nasıl ararım?
Astarı yüzünden pahalıya gelir.
-Dert değil be Ati.
Bende kalırsın bir müddet.
Beraber ev ararız sana.
Aliağa da tanıdığım bir nakliyat şirketi var.
Benim evi de buraya onlar taşımıştı.
Ehven bir fiyata eşyanı da taşıtırız.
Hele bir karar ver.
Foça’ya döndükten iki hafta sonra, kiralık ev aramak için tekrar Bodruma gittim.
Koray ile beraber başladık aramaya.
Eş, dost, tanıdık, gazete ilanları, emlakçılar derken bir 10 gün geçti.
Bulduğumuz yerler, ya merkeze çok uzak, ya da uçuk kiralı mekânlar.
Tam pes edip dönmeye karar vermiş idim ki Koray’ın ev sahibine rastladık yemek yediğimiz lokantada.
Kiralık ev aradığımızı söyledi Koray.
-Valla abi benim evlerden boşalan yok bu ara.
Ancak, bir tanıdığımın tam aradığınız özelliklerde bir evi var ama kiralar mı bilemem.
Üç senedir satmaya çalışıyor ama istediği fiyatı veren biri şimdiye kadar çıkmadı.
Bir sorayım.
Belki satmak dan vaz geçmiştir.
Belki de boş duracağına kiralamak işine gelir.
Tamam dedik,
Müspet, menfi ara bizi.
Orası olmaz ise, en azından köpeklerin içinde dolanabilecek büyüklükte bahçesi olan,
kiralık bir ev denk gelirse, mutlaka haber ver bana dedi Koray.
İki gün sonra telefon geldi Sacit’ten.
-Merhaba abi ben Sacit.
Görüştüm arkadaş ile.
Bir baksınlar.
Beğenirlerse görüşürüz dedi.
Ev Gümbet mahallesinde bir sitede imiş.
Sacit ile Konacıkta buluşup gittik.
Kısmete bak.
Tam benim istediğim gibi.
Bakkala dolmuşa çok yakın.
Köpeklerinde gezinebileceği küçük bir bahçesi var.
Fiyatta da anlaşınca tuttum evi.
Koray’ın tanışı nakliyeciler ile de taşındım makul bir fiyata.
İşte böylece Bodrumlu oldum.
Evi ancak 10 gün içinde kabaca yerleştirebildim.
Ama tam istediğim gibi olması bir ayımı aldı.
Sıkıldım Yahu!
Biraz da çevreyi dolaşıp tanımak istedim bu yöreyi.
Neden bu mahallenin ismi Gümbet?
Manası nedir?
Bana yakın bakkala sordum.
-Kimi Gümbet, kimi de Kümbet der dedi.
Su sarnıcı demekmiş.
Görmedin mi abi bunlardan?
Bodrum’un, hemen hemen her yöresinde var.
500 senelik olan bile var bu sarnıçlardan.
Kışın çok şiddetli yağar yağmur Bodrumda.
Adeta kova kova yağar mübarek.
Yazın da çok sıcak ve kurak geçer.
Turizm daha buralara uğramadan önceleri, Bodrumlu büyük ölçüde su ihtiyacını bu sarnıçlardan karşılarmış.
-Peki, var mı bu yakında bir tane görebileceğim?
-Olmamı be abi?
Buraya en yakını, Konacığa doğru ara yol üstünde.
Hani o meşhur türkücünün Oteline bitişik.
En az 1700 senelerinden kalma var bir tane.
Bence en büyük olanı Gümbet- Bitez yolu üzerinde.
Bardakçıdan inen yol başında da var bir tane.
Tesadüf bu ya.
İlk Gümbeti, perşembeleri Bitez de kurulan Pazar yerine giderken gördüm.
Gördüm ve adeta şok oldum.
Allahtan, arkamdan gelen bir vasıta yokmuş.
Ani bir fren ile tam önünde durdum.
İlk defa Foça’da gördüğüm uçan daire, sanki yol kenarında karşımda duruyordu.
Aynen, gördüğüm uçan daireye benzeyen, bir yapı bu.
Metalik bir renkte değil ama beyaz renkte boyalı.
Takriben 1,5 metre yüksekliğinde, 100 metre çapında bir daire ve onun üzerinde de 2-3 metre yüksekliğinde bir kubbe.
Kubbenin daire ile birleştiği yerde, tahminen 1 metre aralıklarla pencere boşlukları ve aşağı süzülen yağmur damlalarının içeri akması için 20-30cm eninde bir çember çıkıntı.
Kubbeden aşağı süzülen yağmur bu çember etrafında dönerek küçük pencere boşluklarından içeri akıyormuş.
Gümletin dar bir girişi var.
Bilemedin 50 santim eninde 120-150 cm yüksekliğinde oval bir giriş bu.
Tahta bir kapı ile kapatmışlar kapıyı.
Bildiğimiz basit bir çengel kilit görevi görüyor.
Arabayı iyice kaldırıma yanaştırıp park ettikten sonra, torpido gözünden el fenerimi aldım.
Kapıyı açınca aşağı inen beş basamaklı bir taş merdiven var.
Bu merdivenlerle tahminen 6-7 metre derinliğinde bir kuyuya iniliyor.
Kuyu merdivenin 4. Basamağına kadar su dolu.
Yağmur süzülme deliklerinden gün ışığıda girdiğinden içerisi oldukça aydınlık.
Tam karşımdaki duvarda ise şöyle bir kabartma yazı var.
Adrosis os non amplius iure avus.
Arkeolog arkadaşlarımdan bu dilin Latince olduğunu öğrendim.
“Artık dedelerinizin kemiklerini kemirmeyin” demekmiş.
Bana ilginç gelen bir başka şey de bu gümbetlerin, Eskimoların buzdan yaptıkları “igloo” yani Eskimo kulübelerine de ne çok benzediğini düşündüm.
Anadolu nere, kutuplar nere.
İnsanlar bu yapı formatını nerede gördü.
Nasıl oluyorsa, on binlerce kilometre uzakta yapılan bu yapılar, bu kadar birbirlerine benziyor?
Geçen akşam Koray’a anlattım Foça da başıma gelenleri.
Buradaki kümbetleri görünce şok geçirdim adeta.
Sarnıçların şekli, bilsen o kadar benziyor ki abi, gördüğüm o uzay gemisine.
Kafayı taktım.
500 sene önce insanlar, acaba bu gemilerimi görüp de mi örnek aldılar?
Ha, ne dersin be abi?
İlahi Ati.
Gel seni bir yere götüreceğim.
İnan ki çok şaşıracaksın.
Kızılağaç diye ormanlık bir yere götürdü beni.
Yem yeşil çok güzel bir yer.
Yol boyunca büyük, küçük onlarca gümbet sıralanmış.
Sanki uzaylılar istila etmiş gibi geldi bana.
Aklıma Foça da yaşadıklarım geldi.
Bayağı huzursuz oldum.
Seni Süleyman ile tanıştırmak istiyorum dedi Koray.
Enteresan bir adam.
Dil tarihte felsefe okumuş Ankara da.
Marinadaki Cafe de tanıştım geçen ay ben de.
Zevk işte.
Elinde gitarı, her sabah dip de ki Cafe ye gelir.
Sesi de fena değil hani.
Gençliğimizin pop parçalarından, Amerikan balatlarından çalar söyler.
İlk önce para için çalıyor zannettim.
Tanıştıktan sonra anladım ki adamın zevki bu.
İsmi de enteresan.
Süleyman Menderes.
Hayatımızda önemli yer tutmuş iki şahıs.
Arabayı yol kenarına park ettikten sonra ağaçlar arasından dik bir yamacı tırmandık.
Eski Taş bir Rum evinde oturuyor Süleyman.
Çakır gözlü, top sakallı 45 – 50 yaşlarında bir arkadaş.
Uzun bir müddet öğretmenlik yapmış Ankara’da.
İki sene evvel ağır bir depresyon geçirdim diyor.
Zaten emekliliğim de gelmişti.
Eşimden ayrıldım ve buraya yerleştim diyor.
Aklımdan geçenleri anlattım Süleyman’a.
Acaba bu yöre, bizden öncekilerin uzaydan gelip, bir müddet yaşadıkları yerler miydi?
Bu kümbetlerin benzerini Anadolu da gördüğümü hiç hatırlamıyorum.
Neden bu sarnıçlar uçan dairelere benziyor?
Bu formatı kim akıl etti acaba?
500 seneyi aşkın eskilikte gümbetler de olduğuna göre, ilk Bizanslılar mı bu formatı tatbik etti?
Nephilim denen yarı melek dev yaratıklardan bahsettim Süleyman’a.
Acaba bu fikri onlar mı vermişti bu yöre insanına.
Birden yüzü kıpkırmızı oldu, gözleri büyüdü Süleyman’ın.
Size bir şey göstermek istiyorum dedi.
Ancak yemin edeceksiniz önce.
Hiç kimseye, hiç bir şekilde bu gördüğünüzü anlatmayacaksınız diye.
Yemin edeceksiniz.
İkimizde yemin ettikten sonra bayır yukarı tekrar tırmanmaya başladık.
Neredeyse 500 metre kadar tırmandıktan sonra çam ağaçları arasına adeta gizlenmiş bir Gümbetin önüne geldik.
Yapıyı meydana getiren taşların yıpranmışlığından, en aşağı bir 5-6 asırlık olduğunu tahmin ettim.
Giriş kapısı, kalın odun ve kaya parçaları ile adeta örülmüş gibi.
Girişi açmak, nereden baksan, yarım saatimizi aldı.
Gümbetin etrafındaki çam ağaçları büyük ölçüde gün ışığına mani olduğundan pek aydınlık değil içerisi.
Yapıyı çevreleyen su giriş pencerelerinden, çok az ışık giriyor içeri..
Tam karşımdaki duvarda kabartma harflerle “Adrosis os non amplius iure avus” yazılmış.
“Artık dedelerinizin kemiklerini kemirmeyin”
İçeride su var mı diye baktığımda ise şok geçirdim.
Kuyunun dibinde, takriben 2,5 metre uzunluğunda, 2 metre eninde, yan yatmış bir kuru kafa ve bir yığın anormal büyüklükte kemik, zemini kaplamıştı.
Tahminen 8 metre boyunda bir nephilim devin iskeleti idi bu.
Bu olayı yaşayalı sekiz buçuk ay oldu.
Her hafta sonu Korayla beraber Süleyman’ı ziyarete ve nephilimi görmeye gidiyorum.
Biliyorum.
Eninde sonunda gelecek ziyarete öncekiler.
Geldiklerinde de, bu sefer beni de beraberlerinde götürmeleri için yalvaracağım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.