- 759 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
medeniyetler savaşıyor(tamamı)
“Doğu Avrupa’da ve Amerika’daki Yahudilerin çoğunun Kafkaslar ve Volga arasında bin yıl önce hüküm süren Yahudi Hazar devleti ahalisinden geldiğini biliyorduk ;Hazarların aslında Yahudiliğe geçen Türkler olduğunu da biliyorduk.Bilmediğimiz şey Yahudilerin Türk olması kadar ,Türklerin de Yahudi olmasıydı.”
Kara Kitap O.PAMUK
“Kadehte bana da pay düşer,Çünkü ben sevgiliyi
Sevgili de beni arzular,
Kadehler nerede buluşsa
Gönlüm orada mest olur “
-Bir sefarad şairinden-
İkinci Milenyum
İkinci Yüzyıl-
Kardinal Hazretleri bu raporda bu ülkede yüce kurulu yeniden kurmak ve ulusun inancının ne durumda olduğunu araştırma görevini vermek yolundaki bilgece kararınızı takdir ediyoruz.
Bu amaçla keşişler görev yerlerine gönderildi,ek olarak düşmanın birliğinin temellerini atan Yahudi tabip Musa ile büyük imam Şems in buluşmalarını engellemek amacı ile üç ajan zaman tünelinde ortaçağa ulaştırıldı.Ajanlarımız gönderildiği bölgelerde devlet güçlerinin üst katmanlarına girdiler.Kardinal hazretlerinin belirttiği üzere keşişler Avrupa Hristiyan Birliği (ECU) için Tanrısal yeteneklerini kullandılar.Yüce büyüğümüz önünüzde duran rapor tüm ajanların elde ettiği bilgilerin özetidir.Raporu bölümlere ayırdık.Eğer kardinal hazretleri ortaçağda düzenlenmiş olan Konsül çalışmalarının bildirilerini okuyacak olursa bin yıl sonra bu problemlerin çok fazla değişmediğini fark edecektir.Para karşılığında birliğimizin gizli bilgilerini düşmana satmaya çalışanlara rastladık.Bazı din adamlarının açtığı iş yeri görünümlü mekanların arka odalarında ahlak dışı işler yapılmaktadır.
Muhafazakar inançlar konusunda din adamlarımızın Avrupa Hristiyan Birliğinin doktrinel belirsizlik özelliğini paylaştığını tespit ettik.Son olarak yine birinci milenyumda Türklerin büyükelçisi Fransada pek çok yahudiyi Türk vatandaşı oldukları gerekçesi ile soykırımdan kurtarıyor.Bu Yahudilerden biri ilerde kurulacak olan Türk –Yahudi İş Konseyine başkanlık yapacak.Bu nedenle sayın Kardinal Hazretleri ajanlarımızdan en deneyimli olanlar Türk Büyükelçi Behiç Erkin’i yok etmek amacı ile yola çıktı.
Bu sözlerden sonra baş keşiş oturmak için onay isteyen gözlerle karşıya bakmaya başladı.
Kardinal oldukça yorgun gözüküyordu,bu bilgilendirme toplantısının hemen bitmesini istiyormuş gibi hali vardı,uzun pelerini bir kadının oturmadan evvel eteğini toplamasına benzeyen bir eda ile toplayıp yerine oturdu,elini hafifçe kaldırarak başlanmasını emretti ve ekran açıldı.
İbnMeymūn (d. Kurtuba, Endülüs 30 Mart 1135 – ö. Fustat, Mısır 13 Aralık 1204)
Musevî filozof, hahambaşı, yasa koyucu, Talmud bilgini ve vezaret tabibi.
zekâsının buluşları arasında uyuşmazlığın olamayacağını, çelişmelerin görünüşte olduğunu ileri sürer. Ona göre, Tanrı’nın insana benzer nitelikleri olduğunu söylemek akılla bağdaşmaz. Tanrı bir bütün olarak bilinemez. İnsan, Tanrı’nın ancak olumsuz niteliklerini (sıfatı selbiyye) bilebilir. Alem bir bütündür, onda herhangi bir boşluk yoktur. Yeryüzü sularla, sular hava ile, hava ateşle, ateş de beşinci nesne (cisim) olan esîr ile doludur. Esîr, gök kürelerinin özünü kuran bir varlıktır. önce, yalnız Tanrı vardı, âlem sonradan yaratıldı. Bu yüzden, Tanrı kadîm, âlem hâdis’tir. Varlık, Tanrı’nın sonsuz iradesiyle yokluktan yaratıldı. Tanrı, ilk sebep (illet); alem, eserdir. Yaratılış zorunludur (vacib). İnsanda özel bir istem (iradetülcüziyye) vardır, Tanrı bir İradetülKülliye’dir (bütün varlıkları kuşatan istem). Bilginin kaynağı tabiattır. İnsanda Tanrı vergisi ilkeler, yetenekler vardır.
Temel ilkeleri :
1. Tanrı tektir.
2. Tanrı ruhtur ve asla temsil edilemez.
3. Tanrı ölümsüzdür.
4. Dua sadece Tanrı’ya edilir.
5. İsrail peygamberlerinin bütün sözleri doğrudur.
6. Tanrı, dünyanın yaratıcısı ve koruyucusudur.
7. Musa, peygamberlerin en büyüğüdür.
8. Yasa ve töre tanrıca Musa’ya verilendir bunun dışında hiçbir yasa ve töre yoktur.
9. Bu yasa ve töre asla değiştirilemez.
10. Tanrı, insanların bütün düşüncelerini ve eylemlerini bilir.
11. Tanrı, buyruklarını yerine getirenlere armağan verir ve getirmeyenleri cezalandırır.
12. Tanrı, peygamberlerin bildirdiği Mesih’i gönderecektir.
13. Tanrı, ölüleri diriltecektir.
“ Musevilerin aydınlanması için sinagogların kapılarını Sufi düşüncesine açan kişi doktor Musa olmuştur.bir sonraki yüzyılda onun öğretileri ve sufilik Yahudiliğe tamamen nüfuz edecektir.MusaFustat’da İslam geleneğine aşina olmasını sağlayan sıcak bir ortamda yaşadı,doktor Musa yazılarında İslami düşünceden etkilendiğini gizlemiyordu.Büyük İmam olarak tanımladığı Sufi Müslüman liderin dünyaya geleceğine inanıyordu.
Bir yazısında doktor Musa ,insanların gerçekler üzerinde yorum yapmadan kabul etmeleri gerektiğini belirtir.doktorMusanın İslam gizemciliğine olan açık fikirli yaklaşımı Yahudi maneviyatının gelişimine öncülük etmiştir.Musa ,İbranice terimleri islam inancına göre yeniden yorumlamıştır.Rehber isimli eserinde Sufilikten ilham almıştır.Bu eser sayesinde Yahudiler için sufilik kavramları yeniden canlandı.Bu çalışma hem Musevi hem İslam öğrencilere öğretildi ve yıllar sonra kurulacak olan Türk-Yahudi İmparatorluğunun temelleri atıldı”
Kardinal yeteri kadar dinlediğine karar verdi elini hafifçe yukarı kaldırdı,bu hareket panelin sona erdiğinin habercisiydi. Hristiyan Birliğinin tek rakibi olan bu imparatorluğun temellerini atan kişi doktor Musaydı,onun öğretileri büyük bir hızla nesilden nesile yayılmış iki din sufilik ismi altında birleşmişti,Türk Yahudi dostluğu Osmanlı döneminde İspanyadan ;Cumhuriyet döneminde Almanyadan kovulan Musevilere yardım eli uzatılması ile başlamıştı.İmparatorlukta Araplar ikinci sınıf vatandaşlardı,geçen yüzyılın süper gücü Amerika Birleşik Devletlerinin ekonomisi Yahudi lobisinin kontrolündeydi,ikinci milenyumun ikinci yüzyılında iki kutuplu dünyanın biri Musevilerin ekonomik gücü ve Türk devletlerinin tek bir yönetim altında toplanması sayesinde oluşmuştu.
Kardinal çözüm için kararını vermişti,doktor Musa yok edilmeliydi,bir suikast timi yaşadığı döneme gönderilecekti,aynı yöntem Müslüman sufiliğin kapılarını açan Tebrizli Şems ‘e de uygulanacaktı,doktor Musanın her fırsatta buluşmak istediği büyük İmam Şems bu yolculuğa çıkmadan yok edilmeli ,bu buluşma gerçekleşmemeliydi.Ek olarak Yahudi toplama kampında esir tutulan Yahudi esir İsak Bitran Türk büyükelçi Behiç ERKİN tarafından kurtarılmış,bu nedenle Bitran öncülüğünde kurulan Musevi iş adamları ilerde kurulacak olan Türk-Yahudi birliğinin ekonomik temellerini atmışlardı.Bu nedenle Şems yok edildikten sonra büyükelçi durdurulmalıydı.Böylece zaman çizgisinde kırılma olacak Türk – Yahudi birliğinin temelleri ortaçağda ve birinci milenyumda atılamayacaktı ,dünyada tek büyük güç Avrupa Hristiyan Birliği (ECU)olacaktı.
-Ortaçağ-
Dr.Musa-
Yoksulların,zenginlerin ,yolunu kaybetmişlerin,alimlerinkentidir,Cordoba.Dar ve kasvetli sokaklarında yalınayak esmer tenli donsuz gezen çocukların amaçsız koşturduğu ,aşıkların her köşe başında şiir yazmaya çalıştığı yerdir burası.Kadın yatağında yorgun yatarken kucağına verilen yeni doğmuş bebeğini sevgi ile bastırdı bağrına.Usulca başını bebeğinin minik boynuna götürüp doya doya içine çekti kokusunu.Usta ve iş bilen elleri ile elbisesinin ön düğmelerini çözüp süt dolu beyaz ğöğsünüçıkardı.Minik oğlan pek nazlı olacağa benziyordu.
Anne ve bebek odada uyurken evin diğer bir köşesinde oturmuş tütününü içerken karşısındaki yaşlı kadın ile sohbet ediyordu.
Yaşlı ebe eğilip keseyi alırken bebeğin babasına dua etmeye başlamıştı.Karısının yattığı odanın kapısını usulca açıp içeri girdi.Anne kapı sesi ile uyanıp usulca araladı gözlerini sevgi ile gülümsedi eşine.Adam eğilip oğlunu yataktan aldı.Kocaman elleri arasında bebek minik bir oyuncak gibi kalmıştı.Bebek o sırada gözlerini hafifçe aralayıp etrafını algılamaya çalışıyordu.Anne etine dolgun heybetli bir kadındı,Haham bin Yusuf ile evlenmiş hayatı değişmişti,ilk çocuğu Davut’u dünyaya getirene kadar pek anlamamıştı bu yeni yaşamı ama ikinci çocuk ile birlikte evlilik hayatına daha çok alışmış gözüküyordu.Çocuklarının da ilerde babaları gibi haham olacaklarını umuyordu.
Adı Musa olsun dedi adam .
O sabah evin ahşap oymalı kapısının kolu hızlı hızlı vuruldu.Evin hizmetçisi küçük Musa’yı uyandırırken babasının kendisini görmek istediğini anlattı.Bin Yusuf küçük Musaya ilk derslerini anlatmaya başlamıştı.Musa dersler konusunda çok istekliydi,yaşıtları gibi oyun oynamayı bilmiyordu.Neden böyle davrandığı sorulduğu zaman hep aynı cevabı verirdi:”Düşünüyorum”
-Bak ,Musa,anneni nasıl üzdüğünün farkında değil misin ,neden yemiyorsun,oğlum ?”dedi ibn Yusuf.
-Musa başını öne eğerek zorla birkaç kaşık aldı yemekten,cordoba’da hayat çoğu zaman sıkıcı oluyordu,soğuk kış aylarında karın sessizliğine bürünen Cordoba adeta ölü bir kent olurdu.Musa pencereden baktığı zaman beyazın etkisi ruhunda derin boşluklar oluştururdu.Erkekler günlük işleri ile meşgul olurken kadınlar tüm gün eve kapanıp çocukların peşinden koşardı.Onları eğlendiren tek şey çocuklarıydı,çocuklar baharın gelip karların erimesini sabırsızlıkla beklerdi.Bahar geldiğinde şehre gelen yabancılar yanlarında farklı şeyler getirirlerdi.çocuklar güneşi gördükleri anda soğuğa aldırmadan kendilerini dışarı atarlar,düşe kalka oyunlar ile akşamı ederlerdi.
Soğuk bir günde Musa evden çıktı ,kale surlarına doğru yürüdü ,annesinin ısrarı ile aldığı yün pelerini savura savura surlara tırmandı.Ufukta beliren kara bulutlar yağmurun geldiğini ifade ediyordu.Musa derin düşüncelerine dalmışken bir kuş sesi duydu.
Musa gökyüzüne bakıp kuşu izlerken,kuş gelip bir az öteye kondu.Bu arada dedesi sessizce arkadan yaklaştı,minik elini avuçlarına alarak eve doğru yola çıktılar.Yolda dedesi bu kalenin hikayesini anlattı küçük Musa’ya,vaktiyle ava meraklı bir hükümdar yine bir gün av için yola çıkmış ve kartallarından birini serbest bırakmış sonrada serbest bıraktığı kartalı izlemiş ve kartalın şu anda kalenin olduğu kayalıklara konduğunu görünce bu noktanın mükemmel bir savunma yeri olacağına kanaat getirerek bu kalenin inşaatına başlanmış,işte bir az önce gezdiğimiz kalenin öyküsü bu;ama şimdi sana kalenin hikayesinden daha önemli bir şey söyleyeceğim burada hayatımız tehlikede artık Cordoba’dan ayrılmalıyız dedi küçük Musa’ya ,inançlarını özgürce yaşama ihtimalleri tehlikeye girmişti.
Küçük Musa derslerinden arta kalan zamanını gezerek değerlendiriyordu.Amaçsızca sokaklarda dolaşarak insanları seyrediyordu,alışveriş yapan kadınların pazarlık etme gayretlerini ve eteklerini durmadan çekiştiren çocukların yorgun ve bıkkın surat ifadelerini ,erkeklerin alıcı gözlerle alışverişe çıkan kadınları izlemesini ve iç geçirmelerini dikkatle inceliyordu.İnsanların bu kadar kendilerinden uzak sahte güzelliklere aldanmış olmalarına bir anlam veremiyordu.
Kimi günler serin bir su kenarı bulup oturuyor,suyu toprağı tüm bedeninde hissetmek istiyor ,toprak ile bir olup beden denen hapishaneden kurtulmak isteği ruhunu işgal ediyordu.Doğa ile bütünleşerek ruhunu bedenini dinlendirmeye ,kötü duygu ve düşüncelerden arınmaya çalışıyordu.İnsanlar onun davranışlarını garip olarak nitelendiriyordu.
İlk hocası Hamse ile tanışma zamanı gelmişti.
-“Adın Musa’dır değil mi?”diye sordu Hamse.
Musa ilk kez okul görüyordu,etrafı incelemeye başladı,okul mimari olarak dikdörtgen bir alana oturtulmuştu,kalın taşlarla örülmüş duvarları ile içinde sakladığı eserleri korumak için yeterince güvenli görünüyordu.Kesme taşlar ile hünerli bir mimarın elinden çıktığı belli oluyordu.Okulun bahçesinin dört tarafı küçük kesme taşlar ile çevrilmişti.Yolun karşı tarafında çeşitli aralıklarla sınıflara açılan kapılar vardı.Musa okula geldikten sonra kapılarda ceviz ağacının kullanılmasının ses yalıtımı için gerekli olduğunu öğrendi.dikkatini çeken diğer bir husus ise okulun bahçesinde oturup dinlenecek hiçbir yer yoktu.Bahçeyi incelemeye başladı ..okulun bahçesi terk edilmiş görünüyordu.Tek güzellik tam ortadaki süs havuzuydu..bahçedeki ağaçların yarık gövdelerinde yer yer bal birikintileri vardı.Ağaçları incelerken arkasından bir ses duydu:
-“Gel bakalım,delikanlı,”
Arkasını döndüğünde öğretmeni Hamse’yigördü.Hamse ağır adımlarla önünde giderken giymiş olduğu uzun siyah cübbe yerlerde sürünüyordu.
Musa için en ilginç dersler elbette astronomi,felsefe ve riyaziyeydi.Cordobayı işgal hazırlıkları yapan Araplar özellikle cebir konusunda dikkat çeken çalışmalar yapıyordu.Tüm sayıların sadece birkaç tane “özel “sayıların çarpımından oluşması oldukça ilginçti.Bu özel sayılar kimi zaman bir artarken kimi zaman iki artıyordu;ki bunlara ikiz asallar deniliyordu,Öklidden bu yana sonsuz oldukları kabul ediliyordu ama kaç tane ikiz asal olduğu bilinmiyordu .Ne asal ne de bileşen olan bir sayısı ,sayıların “mihenk” taşı olan asallardan olmaması da Musa’nın kafasını karıştıran bir başka konuydu.
Musa bu konulara kafa yorarken Muvahhidler saldırılarını yoğunlaştırmıştı,bu nedenle ailesi ile Kahire’nin güneyine Fustat şehrine yerleştiler.Musa kendisini ilim ve felsefeye verirken kardeşi Davud ticarete yoğunlaştı.Ailenin ekonomik yönetimini yavaş yavaş babasının elinden almaya başlamıştı.Musa orta yaşlı sayılabilecek yaşlara geldiğinde babası haham ibnyusuf’ukaybetti.Babasının ölümü ile birlikte aile için zor günler başladı.Sarraflık yapan kardeşi çıktığı Hindistan yolculuğunda boğularak hayatını kaybedince Musa yalnız kalmıştı.Hayatında tek olumlu olay el kadı’nın şahsi doktoru olması ve nagid ünvanının verilmesidir.
-Ortaçağ-
Doktor Musa çalışma masasına geniş bir kahvaltıdan sonra oturdu,kitabına başlık bulmuştu,”Şaşkınlar için Rehber”ince uçlu kalemini alıp yazmaya başladı:”
Bizler çok karanlık bir gecede üzerine tekrar tekrar şimşekler çakan insanlar gibiyiz,içimizde sürekli aydınlık olanlar vardır,bu peygamberler arasında büyük olanın derecesidir ki onun için şöyle denir”Ancak sen ,Musa burada benimlesin”Tevrat 5:28
Sufinin istediği samimi ise gerçeğin ışınları kalbini aydınlatacak.Bu kısa süren ve yavaşça geri dönen ani bir şimşek patlaması gibi olacak.Geri dönerse kalıcı olur ve kalıcı olursa uzar ve devamlı aydınlanmalar gerçekleşir.Bilgi ikiye ayrılır birincisi nereden geldiği bilinmeyen bigidir ki buna ilham denir.Sufilikte Tanrı’nın herşeyden evvel var olan ışığı ilhamın temel aracıdır.”
Doktor Musa için ilham almak son derece önemliydi.Musa’nın islami düşünceleri Yahudilerin ilham olgusu ile birleştirmesi bu fikri değiştirdi.
“Tanrı göklerin ve yerin ışığıdır,
Onun ışığının sureti sanki bir niş gibidir,
Onun içinde bir lamba vardır,
Lamba bir camla çerçevelenmiştir,
Sanki kutsanmış ağaçtan yanan yıldız gibidir,
Işık üstüne ışık,Tanrı istediğine ışığını rehberlik ederek gösterir.”
Doktor’a göre bu ışığa girilince bu anlayışı yaymak mümkün olacaktı.Mükemmel insanların oluşturduğu güçlü bir toplum(İlahi birlik) oluşacak her birey tasavvuf yolundaki en yüksek makama ulaşacaktı.Manevi aydınlanma makamlarını halka öğretrmeliydi.Kitabında yeni bir sayfa açtı,kuş tüyü kalemini yavaşça hokkaya daldırarak yazmaya başladı:
1.Akılsız olanlar
Doğuştan aklı noksan olan insanlar ,sonradan deli olan insanlar,yeryüzündeki tüm hayvanlar kutsal birlikteliğin gerçekleşeceği şehrin dışında olacak
2.Kör İnançlılar:
Akıl sahibi oldukları halde olaylara çok yönlü bakıp muhakeme etme yeteneğinden yoksun olanlar kutsal birliktelik şehrinin içine girmeye hak kazanacak ancak sırtları hükümdara dönük olacak
3.Emirlere İtaat Edenler:
Bu şahıslar kutsal şehre girecek kutsal şehirdeki saraya da girecek ancak esas sarayın duvarını dahi göremeyecekler.
4.Felsefeciler:
Bu alimler sarayın yüksek duvarlarına tırmanabilecek
5.Tahminciler:
Bu adamlar sarayın duvarlarını aşmayı başaracak ancak kapıyı arayacaklar
6.Metafizikçiler
Esas sarayın kapısını bulmayı başaracaklar özel odaya girecekler ancak hükümdarı göremeyecekler
7.Peygamberler
Özel odaya girmeyi başarıp kralın tahtının yanında diz çökecekler
Herkesin bir manevi makamı vardırKur’an(37:164)Bu makamları on aşamalı olarak yazan ilk Müslüman Alidir.Ali hemen hemen tüm Sufi tarikatlarında son derece saygın bir konumda tutulduğu için düşünceleri Sufilikte kolaylıkla benimsenmiştir.En yüce varlığın varlığının bereketi onun taşmasına neden oldu ve daha sonra ardışık dokuz seviyeyi gittikçe azalan şiddette bu ilahi taşkınla doldurdu.Bu teori Müslüman filozof Farabi ninfelsefesidir.Bu düşünce doktor Musa için önemli bir feyz kaynağı oldu.Her geçen gün doktor geleneksel Musevi uygulamalarındaki dua düşüncesinden sufi ülkülerine doğru yön değiştirmeye başlamıştı.Büyük İmam dünyaya gelmişti bunu hissediyordu,manevi rehber Sufi geleneğinde çok önemliydi.Aslında Mısır’daki Musevi –Sufi hareketi ile eş zamanlı olarak Endülüstesufiler tüm toplumsal alanlarda rol almaya başlamıştı.Museviler Araplardan felsefe,gramer,şiiröğreniyordu.Musa ,Cordoba’da Musevilik yasaklanınca Fas şehrine yerleşmiş,orada aile dostları ebularab ‘ın yardımları sayesinde Kahirenin güneyine geçebilmişlerdi.
Musa ile Ebu’lArabın yakın dostluğu doktor’un İslam dinine daha da yakınlaşmasına sebep oldu,bu iki dinin temelde aynı olduğuna inanan doktor sufiliği temel alan ortak bir inanç oluşturmak için etkisi büyük olan bir öndere ihtiyaç duymaktaydı.Bu imam Tebrizli Şems idi.Bu mükemmel insan ile birlikte olmak felsefe konuşmak,Hayyam okuyup ,astronomi çalışmak kendisi için büyük bir fırsat olacaktı.Bu amaçla doktor Musa ona yazmaya karar verdi.
-Fas-
M. S 1150
-Şems-i Tebrizi hazretlerine;
“Biz İsrailoğullarına Kitap hikmet ve peygamberlik bahşettik.Onları hayatın güzellikleri ile rızıklandırdık ve onları dönemlerinin bütün diğer topluluklarına üstün kıldık “Kuran-ı Kerim (45:17)
Sevgili kardeşim Şems;
İslam’ın yükselişi biz Museviler için yeni bir başlangıca esin kaynağı oldu,bu yükselişle birlikte İbrani dininin yayılması için toplumsal zenginleşme teşvik edildi.Musevi ilim ve şiiri son derece zenginleşti .İslam’ın yükselişi Musevilere siyasi güçlerini açığa çıkarma fırsatı vermiştir.
Araplaşmış Museviler kadim dillerini bırakıp Arapçayı benimsemiştir ki bu yaşam tarzlarının ,kültürlerinin ve hatta dinlerinin bir bütün olarak yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynamıştır.İlmin toplum içindeki statüsü de İslami ortamdan etkilenmiştir.Arap dili Arap düşünce şeklini edebiyatını dini kavramlarını gramerini ve diğer kültürel yapı taşlarının kabülünü de beraberinde getirdi.Arapça Yahudiler tarafından sadece bilimsel ve la-dini amaçlar için değil her türlü edebi faaliyet için kullanılıyor;tüm bu tespitleri birleştirdiğimiz zaman şunu söylebilirimki;sevgili kardeşim senin gibi ilim sahibi bir büyük imam ve müridlerin ile birlikte Yahudi ve İslam tebaalarını ortak değerlerimiz sufilik temelli bir düşünce sistemi etrafında birleştirebiliriz.
Bir çok Müslüman için sufilik İslam’ın kalbi ve ruhu şeriate ve İslam’ın beş dayanağına hayat veren yürektir.Sufiler her insanın özünde gizli olan mutlak gerçek ,ilahi gizem ile ilgilidir.Müslümanlığın tüm yönleri gibi sufilik de Allah kelamından çıkmıştır.Sensufi tarikatının baş imamı ve mükemmel insan olarak benden daha iyi bilirsin ki;Sufilik Museviliğin tek ve önemli yenilenme kaynağı olmuştur.Hepimizin amacı Kuran-ı Kerim’in gizli anlamlarına gark olup zahiri yasanın ötesine geçerek yaratılmışın İlahi özde yok olmasıdır,ki muhterem şahsınız bunun en iyi örneğini vermiştir,müridiniz olmak isteyen bir zat –ı muhterem’e halkın arasında birlikte şarap içmeyi önererek siz onu öze yönlendirmeye çalıştınız.İslamın ilk günlerinde tüm Müslümanlar sufiidi,o günlere sizin de yüce yardımlarınız sayesinde ulaşacağımızı umuyorum.
Mektubumun size ulaşacağını ve önerimi düşüneceğinizi Allah’tan niyaz ediyorum.
En derin hürmetlerimle;
Dr.Musa bin İbn-i Yusuf
Doktor mektubunu tamamlayıp mühür için mumu yaktıktan sonra kuş tüyü kalemini ve okkayı masadan kaldırıp,yüksekçe bir yere koydu,güvenilir bir ulak bulması gerekti yada kervanlara başvurabilirdi.Musevilerin Arapça ile her alanda haşır neşir olmalarının neticesinde tıpkı doktor Musa gibi bir çok Yahudi arapçayazabiliyordu,bununla birlikte İbrani dili de bir Rönesans yaşıyordu.Musevi şair ve düşünürler Arapça çalışıyordu,bu çalışmalar sayesinde İbrani dilinin gelişmesinde büyük rol oynuyordu.İbranice ile aynı kökten gelen Arapça ,İbranicenin anlaşılmasında giderek daha önemli bir rol oynamaya başlamıştı.Anlamları tam olarak bilinmeyen bir çok İbranice kelime Arapça karşılıkları temel alınarak açıklanıyordu.Musevilerin İslam topraklarında yaşarken sahip olduğu kolaylıklar ve bunun neticesinde Musevi ve Müslümanlar arasında gerçekleşen kültürel etkileşim bazı koyu dindar Yahudilerin manevi bir yaşam ilhamı için neden bütünü ile Müslüman gizemcilere döndüklerini açıklamaktadır.Museviler giyimden yaşam tarzına ve hatta Kuran-ı Kerim’e kadar İslam olan her şeyin eğitimini alıyordu.Orta çağ Yahudileri sadece Musevi dininde değil ;Musevi Müslüman ilişkilerinin vakayinamelerinde de hiç bilinmeyen geniş bir bölüm açtılar.
İslam öğretisi bir bütün olarak tevhid ,varlığın birliği düşüncesi ile özetlenebilir.Tefekkür eden zihin “İlahi Birlik”düşüncesinin basitliğine ne kadar nüfuz ederse bu basitlik o kadar karmaşıklaşır;ve öyle bir noktaya ulaşılır ki bu düşüncenin farklı yönleri mantık ile çözülemeyecek bir hale gelir.
Bu ikilemler üzerinde tefekküre dalınması düşünceyi en uç sınırlarına götürecek ve bu şekilde zeka tüm biçimsel kavrayışın ötesinde bir senteze ualaşacaktır.
Bu hedefe ulaşıldığı takdirde eren kişi kendi benliğini yok eder ve kökleri Tanrı’da olan gerçekte var olarak Allah’ın tam idrakine kavuşur.Tam olmuş bir sufi diğer insanlar gibi ,formlar dünyasında hapis olduğunun farkındadır ancak o diğer insanlardan farklı olarak kendini özgür hisseder ; bu öyle bir özgürlüktür ki hapis olmanın yanında hiçbir şey ifade etmez.
,Formlar dünyasının sadece bir hayal olduğuna inanan gerçek sufi ,varlığın kalbindeki sessizlikte yer alır.Tam olmuş bir sufi alçak gönüllülük ile benliğinin arzularını dindirebilir.Benlik hiçliğe dönüşür ve kişinin içsel deneyimi, “İlahi hiçlik “ile temas kurar.Gerçek ,nefsimizin ölmesini sağlar ve bu ölüm yeniden hayat bulmamızı sağlar.
“Yeryüzünde bulunan her canlı ölümü tadacaktır”Kuran-ı Kerim(55:26-27)
“Ölmeden önce ölmek yeniden doğmak için ölmek demektir.Birbiri ile zıt kavramlar olan yok olmak ile var olmak kavramlarını düşünürken kadim bir gerçeğin olması var olmaktır.Kişi İlahi’nin tam olarak farkında olursa ve Tanrı haricinde her şeye karşı eşit mesafede durursa o zaman diğer insanların övmesi ya da sövmesinin bir önemi yoktur.İlksufi azizlerden İbrahim(ö.777-Suriye)yoğun yağış altında köye varır.Yamalı bohçası sırılsıklam olmuş ve bedeni ise soğuktan iyice üşümüştür.Bir camiye gider ama kabul edilmez ve daha sonra üç cami daha onu geri çevirir.Ardından ümitsizce bir hamama girer ve sobanın yanına oturur.Sobadan çıkan duman yüzünü ve giysilerini kapkara eder.O anda tamamen rahatlar,kendini doygun hisseder.O dinginlik ülküsüne ulaşmıştır.Eğer kişi başkalarının kendi hakkında ne düşündüğünü ya da kendine nasıl muamele yapıldığını umursamayacak kadar kendini arzularından arındırmışsa o zaman kişi kendini tamamen saflaştırmıştır.
Kendini Tanrı haricinde her şeyden arındırabilen kişiler öylesine yoğun bir deneyim yaşarlar ki,İlahi’nindeneyimi ile mest olan “sarhoş mistikler”olarak tarif edilirler.
Tanrı’nın varlığı ile dolan kişi sarhoş olur.Sufi geleneğinde Tanrı’nın tüm farkındalığına ulaşıp da İlahi’nin baştan çıkarıcı deneyiminden geri dönemeyen kalan bu tür gizemcilere ait öyküler vardır,birgün İranlı sufi Necip ,güçlü ilahi cezbeye tutulmuş ,camide yaşayan Cemaleddin adında garip bir adam ile tanışmış.adam Necip’e alimler aydınlar ve yazarlar ile hiçbir şekilde ilişkisi olamayacağını anlatmış.Nefsinin perdesi açılınca şuurunu kaybeden Celaleddin yerde yuvarlanmaya başlamış.
Sufilikte bu tür sarhoş mistiklere hürmet edilir.
Ortaçağ -
-büyük imam-
“Hayyam Nişaburludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimiMuvaffakeddinAbdüllatifibn el Lübad’dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah’ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk’ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah veNizamül-Mülk’ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. Ömer Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu’tezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslamkültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.”
-Beni dinliyor musun ,Hadel?dedi genç öğrenci arkadaşına,”rubaileri okumak ve derin anlamı çözmek istiyorum hem cebir ile ilgili eserleri de okumaya değer.
-“Birçokları geldiler ve sonunda dünyayı terk edip gittiler,matematik yerine gerçek ilim ile uğraşmalıydı “dedi Hadel.
-“İnsanın bazen bir yoldaşa ihtiyacı oluyor ,benim en iyi yoldaşım Hayyam’dır”
-“Aşk olsun,Şems ,ben arkadaşın değil miyim ?”
-Sen de benim yoldaşımsın evet ama Hayyam gibi şiir yazamıyorsun.
Hadel arkadaşının yatağının ucuna ilişti,sarığını düzeltti.
-“Yolculuğa çıkma fikrin hiç hoşuma gitmedi,gel sen bunu bir daha düşün “
-“Her gitme bir gelmenin başlangıcıdır,burada artık öğreneceğim kalmadı “dedi geleceğin büyük imamı.
Tebriz’den ayrılırken ilk görev yeri olarak kendisine Zagreb’i seçmişti büyük İmam,Gittiği her yerde merkezler kurarak güvenilir insanlar yetiştirdi.Sünnilik öğretimi altında sufiliği ve kendi görüş ve düşüncelerini yayıyordu,uğradığı her bölgenin halkı üzerinde etkili oluyor insanları eğitiyordu.Halka inmek konusunda hiç sıkıntı yaşamazdı.
-“Adım Şems’i Tebrizi ,bir tüccarın oğluyum ticaret için şehrinize gelmiştim ama yolda saldırıya uğradım. Biraz dinlenmek için Allah’ın evine sığındım”
-Geçmiş olsun,ben bu caminin imamıyım ,bunlar arkadaşlarım Sıddık ve Osman ,burada dilediğin kadar kalabilirsin,istersen şehrimizde birkaç tekke var ,baba Kemal isimli pek muhterem bir zat var onun tekkesi idealdir.Sind şehrinde herkes onu tanır.
Geleceğin büyük imamı sind şehrinde bir gün bir demirci atölyesine uğradı bir süre ter içinde çalışan demircileri izledi,usta onu karşıladı ve tanıştılar.
-“Şems güneş demektir,benim ismim de Sıddar, şehrimize hoşgeldiniz “dedi demirci ustası.Atölyede girişinde oturup sohbete başladıkları anda sokaktan elleri bağlı bir genç iki askerin arasında yürüyordu.
-Bu adam kimdir?dedi geleceğin büyük imamı.
Demirci:”bu genç bir canidir,geçen gün mübarek bir adamı öldürdü.
-“o çocuk cani değil,iyi bir insandır,o muhterem kişiyi beden denen kafesten kurtarmıştır”dedi Şems.-
Demirciden ayrıldıktan sonra Şems küçük bir caminin önünde durdu.Şadırvanda abdest alan iki adam vardı.Bunlardan birinin derviş olduğunu hemen anladı.Derviş ile tanıştıktan sonra sohbete başladılar.Şems ilahi aşktan söz etti,derviş ise ilahi aşkı bulduğunu iddia eden Bağdatlı Secasiden.
Bu konuşmadan sonra Şems Bağdata gitmek üzere yolculuk hazırlıklarına başladı.
Pir Secasinin yeri oldukça kalabalıktı.İnsanlar onun önünde diz çökmüş anlatılanları dinliyordu.Pir’in kızıl sakalları sinesine kadar uzamıştı.yaşının ilerlemiş olmasına rağmen sakalında tek bir beyazlaşmış tel yoktu.Genç bir derviş söz alarak Enel –hak” demenin kafirlik olup olmadığını sordu.
Pir Secasi delikanlıyı epey süzdükten sonra ,Allah katında kimin ne olduğunu kimse bilemez dedi.Bana göre “Enel- Hak “ diyenler kendi içlerinde Allah’ı bulduklarına inanırlar ,bu sözde amaç –haşa-şirk koşmak değildir.
Secasinin eğitim şekli farklıydı.Dervişlerden biri Şems’e buraya nasıl geldiğini sordu.Şems küçük bakımsız camiiyi ve tanıştığı dervişi anlattı.Daha sonra Şems müridi olmak isteyen Kirmaniye tek bir şart öne sürdü,büyük Bağdat pazarının ortasında şarap içmek!
Kirmani bunu yapamayacağını söyleyince Şems :
-“Benim dostluğum için dünyanın tüm müritlerini bir kadeh şaraba satmalısın”dedi.Bu konuşma tüm Bağdatta duyuldu,artık herkes Secasinin talebesi Tebrizli Şems’ten söz etmekteydi.
Şems yeni görevini alıp Erzurum’a geldiğinde artık gençlik yıllarını geride bırakmış saçlarında ve saklında beyazlıklar artmış ,şakaklarında başlayan kırlaşmalar tüm saçına yayılmıştı.Erzurum sert geçen kış aylarından birini yaşıyordu.Yarıya kadar karın altında kalmış ,tek katlı ,çoğunluğu taş evlerin bacalarından çıkan duman gökyüzüne bir yol oluştururken şehre girdi Şems.Kervansaraya yerleşip biraz dinlendikten sonra şehrin medresesine gitti ,medresenin içi dışı gibi kasvetli değildi.
Şems’in Kuran öğretmedeki ustalığı kısa sürede tüm Erzurum’da duyulmuştu.İnsanlar Şems’i görmek için akın akın medreseye geliyordu.Bu esnada Konya hükümdarı Celaleddinrumi isimli alimi eğitmek üzere kendisini Konyaya davet etti.Bu nedenle Şems yaniden yola çıktı.Yollar Şems’in hayatının bir parçasıydı.Ömrünün çoğunu bu yollarda geçirmişti.O kadar çok geziyordu ki onu tanıyanlar artık ona Şems’i Perende demeye başlamışlardı.Şems seviyordu yolları ,her dönemecin ardında ne göreceğini merak ederdi.Düz yollarda ise içi sıkılırdı Şems’in.Konya’ya varmadan önce Kırşehir’e uğrayıp eski öğrencisi Hacı Bektaşiyi görmeye karar verdi.Nihayet Bektaşi ile başbaşa kalmıştı Şems.Geçmiş günleri andılar sonra Şems söz aldı:
-“Konya’da Celaleddin Rumi isminde bir alim varmış ,bu adam hakkında ne biliyorsun?”
-“Vallahi Pirim,pek güven duyulacak biri olmadığı söyleniyor,aslı Afganistan’ın Belh şehrine dayanır.Babası Bahaddin Veled ünlü bir alimdir.Tasavvuf ağırlıklı bir eğitim almış.halkın sevgisini kazanmış ,devletin her kademesinde adamı varmış,eli kolu uzunlardan “dedi Bektaşi.
Şems eski öğrencisi ile helalleşip Konya yoluna düştü.
İkinci Milenyum
İkinci yüzyıl-
ECU yönetim binası-
-Kardinal-
Kardinal doğum yapmak üzere olan bir kadın gibi bacaklarını iki yana açmış yatak örtüsünün altında iki büklüm olmuş, kıvranıyordu.Hasta olduğu zaman bunu Tanrının bir cezası olarak gördüğünden ilk işi tamamen örtünüp geçmişteki günahları için af dilemek olurdu.Gözlerini kapattığında alnında biriken ter damlaları kirpiklerine damlıyor gözünün önünden karabasanlar,cinler geçiyordu.Cinler etrafında halka oluşturmuş kısık gözlerle gülüyordu.
Bu cinler halkasının ortasında “cezalandırıcı”cin vardı.Cezalandırıcı bedeninde tek bir tüy olmayan ayakları birbirine bakan gözleri yuvalarından dışarı çıkacak kadar büyük ve göbekliydi.Önünde göbeğin altında sarkan organlarından biri kıllarla kaplı arkasındaki organı ise yüzü gibi tüysüzdü.Kardinal hazretleri cezalandırıcıyı her görüşünde kösül üyelerine rakibinin çocuk tacizcisi olduğuna dair uydurduğu yalanı anımsardı,titremeye başlamıştı,cezalandırıcı kendisini çevreleyen halkayı delip geçti el ele tutuşan cinler liderini karşılayan halk gibi o yaklaşınca kusursuz çemberi bozdular,dimdik organı ile kardinal hazretlerine yaklaştı,parlak tüysüz bedenini ellerine sürttükten sonra diz çök dedi.Kardinal hazretleri göbeğin altında sertleşmiş organ ile bir karış uzaklıkta omuzlarında diğer cinlerin ağırlığı ile başbaşa kalmıştı.Organ yaklaştıkça kalp atışları hızlanıyor boğulacak gibi oluyordu.Bu esnada cinler ve iblisler topluluğu kahkalar eşliğinde dans etmeye başladı.İblislerin saydam derilerinden bakıldığında içleri gözüküyordu ama birden bire o saydamlık kıllarla kaplanıyordu,akbaba kanatlarına benzeyen kanatları vardı,kemiklerinin sivri eklem yerlerinin üzerine örtülmüş derileri cinlerin aksine dokununca elini siyaha çeviren kıllarla kaplıydı.Kardinal alnında biriken ter damlalarını eli ile sildi,
-“Yüce İsa beni kutsa!”
Ateşinin yükselmiş olmasına rağmen titriyordu.
Özel hizmetkarı kapıyı çalıp beklemeden içeri girince bedeni tamamen örtünün altında kalmış olan kardinale yaklaşarak son zamanlarda sıklaşan titreme nöbetlerine iyi gelen küp şeklindeki ısıtıcıları örtünün altına yerleştirdi.Kardinal özel hizmetkarını emrine verildiği ilk günden itibaren ilk önce bakışları ilerleyen günlerde sözleri ile taciz ettikten sonra eyleme geçmiş,bu konu hakkında konuşmamasını salık vermişti.Bacaklarını karnına doğru çekerek uyumaya çalıştığı bu yatakta hizmetkarına zorla sahip olmuş,işi bittikten sonra yaşananların tamamen unutulması gerektiğini aksi takdirde hizmetkarı günah çıkarma ayinine dahil edeceğini söylemişti.Kardinal titreme nöbetlerinde adeta refleks haline gelen günahları hatırlama huyundan vazgeçemiyordu,kılık değiştirip birlikte olduğu kadınlardan kendisini tanıyanları öldürttüğünü,erkek çocuklarını sarayın kuytu köşelerinde küçük organlarını okşayarak taciz ettiğini okulları kapatmak ve ortaçağdaki cahilliğe dönmek için elinden geleni fazlası ile yaptığını hatırladı.Bu esnada cezalandırıcı anlam veremediği cümleler kurarken küçük kızıl gözleri uzun kuyruğu ile yatağın etrafında dönmeye başlamıştı.Kardinal eğitime tamamen karşı değildi yüce İsa’nın yaşamının ,azizlerin kahramanlık hikayelerinin anlatılması gerekti.Laik misyonerlerin her fırsatta ilahiyat yerine mantık ve matematik denilen ve tam olarak ne işe yaradığı halen açıklanamamış ucubeye karşıydı.Zaman çizgisinde kırılmalar oluşturmak amacı ile üretilen ve ECU’nun hedefleri için çalıştırılan alet fizikçilerin eseriydi.Kara deliklerin gizemi ise astronomlar sayesinde açıklanmıştı.Felsefeci ve matematikçi denilen işsizler ordusu her fırsatta kilise hakkında tutarsız fikirler öne sürüp,çocuk tacizinin ileri boyutlara vardığını,ortaçağdaki Engizisyon mahkemelerinin geri getirilmeye çalışıldığını yazarak halkı isyana yönlendiriyordu.Gençler Cennette yüce Tanrı’nın sağ yanında yer almak istiyorsa felsefe denilen bu beyin afyonundan kurtulmalıydı.Tek düşmanımız sufiler ile ortak olan yanımız öğretilerde sağ tarafın kutsal; sol tarafın ise kovulmuş şeytanın tarafı olmasıydı.Zavallı gençlerin sonsuza dek kafirler için açılan çukurlarda cezalandırıcı ile başbaşa kalmalarını istemezdi,hele kimi genç erkekler yüce Tanrının bir mucizesi gibiydi,bedenleri ergenliği yaşamamış,süt beyaz tenleri ve küçük aletleri ile cennetteki bakirelere benziyorlardı.Kilise rönesansın intikamını almalıydı bu intikam için yaratılması gereken düşman Türk-Musevi birliğiydi.
Kardinal gözlerini kapatıp”Domine Deus”(Yüce Tanrım)diye fısıldadı.Ayinde olduğu gibi elini göğsünün üstüne koydu.
Birinci Milenyum-
-onuncu yüzyıl-
-Behiç ERKİN-
Alman başkonsolos sinirlerinin gerilmeye başladığını hissediyordu,Behiç Erkin’e dönerek;
-“Sabırsızlıkla Alman subayları ile olan münasebetinizi anlatmanızı bekliyorum” dedi.
Behiç Erkin anlatmaya başladı
-“Mahmud Şevket Paşa,İzzet Paşa ve Enver Paşa Türk ordusunun ancak Alman metotlarına göre teşkilatlandırılmasının en doğru yöntem olacağına karar vermişlerdi.Akdeniz’deGoben ile Breslau kruvazörü Çanakkale boğazından geçerek Karadeniz’e girmişti.Alman denizcilere fes giydirdik meselenin kapanacağını umuyorduk ancak gemiler gidip Rus limanlarını bombaladı.Ben de general Liman vonSanders ile çalışmak zorunda kaldım.Onunla yaşadıklarımı anlatayım.1916 senesinin Aralık ayında geç bir saatte beni çağırttı,Orduya emir veriniz ;bundan sonra Gregorien takvimi kullanılacaktır.
-Sene sayısı ne olacak ?diye sordum.
Burda sana ders anlatacak değilim yarın Enver Paşa ile görüşün dedi.General beni mutaassıp olarak tanımlamış ikinci olayı da anlatayım:
3 Ağustos 1917 günü Kazım İnanç Paşa bana Alman mareşalinin Demir haç nişanını getirmişti.Gelibolu yarımadasında ordumuzun insan ihtiyacı temin edildiğinden dolayı bu ödülü almaya hak kazanmıştım.Üzerimde bu madalya ile Cuma namazına gitmek üzere Harbiye nezareti merdivenlerinden inerken sahanlıkta generale rastladım.
-“Bu nişanı kim gönderdi?” dedi.
-“Haşmetli Alman İmparatoru “ dedim.
Ertesi gün Enver Paşa bana generalin bu olaya çok üzüldüğünü anlattı,kendisinin ödüllendirilmediğini bu nedenle bu durumun büyük bir mesele olduğunu ifade etmiş.
-“Sizin Yahudilere yardım ettiğiniz bilgisi doğru mudur?”diye sordu başkonsolos.
-“Bu bilgi yanlıştır efendim biz seneler önce buralara geçici olarak çalışmak için gelmiş olan vatandaşlarımızın hakları için görevimizi yapıyoruz “dedim.
-“Dasinteressiertmich ,nicht!
Elçiliğiniz tıka basa Yahudi doluydu”dedi Alman konsolos.
-“Elçiliğimden içeri Türk olmayan tek bir şahıs adım atamaz “dedim.Alman baş konsolos sinirden kıpkırmızı olmuştu.
Benim asıl derdim ,yaradılışım,ailemden aldığım terbiye ,ülkemin dini ,örf ve adetleri,beni vicdanlı ve sorumluluk sahibi bir insan yaptı.Bu sebepten bazen uykuya hasret kalıyorum biçare Yahudi tebamızın başına gelen haksızlıklardan dolayı.Hristiyanlar,Yahudinin canına ve malına göz koyuyor ve bir Müslüman onları engellemeye çalışıyor.Burada yaşayan vatandaşların canları bana emanettir.Elimden geldiğince her yolu ısrarla deneyeceğim.Nisan ayında Laval’ın tekrar iktidara geldi ve benimle görüşmek istedi.
Laval:“BiliyormusunuzBehiç bey beni iktidara kim getirdi?”
Behiç Erkin:Bilmiyorum.,
Laval:Beni buraya Roosevelt getirdi.
Behiç Erkin:Nasıl?
Laval:Benim tekrar iktidar olacağımı duyan Roosevelt bunu dostane bir davranış olmayacağını belirtmiş.Hitler ise ben Fransayı işgal ettiğim halde ülkenin iç işlerine karışmıyorum,Roosevelt karışıyor demiş.Bu nedenle beni desteklemeye karar vermiş.Netice olarak karşınızda iktidar temsilcisi olarak bulunuyorum.Laval ,aslında elçilikleri dolaşıp Almanlar için işçi arıyordu.
Ertesi gün elçiliğe Mandil isimli bir Yahudi geldi.
Sayın büyükelçim ben bir Yahudiyim ve bir ailem var ancak Fransızlar ,Nazilere hoş görünmek için hepimizi sürgün etmek istiyor,bu olanlar beni ziyadesi ile üzüyor ,kusura bakmayın bir an nefes alamadığımı hissettim.
-“Bay Mandil,burada ifşa etmeye çalıştığımız insanlık vazifesidir ve biz doğru olanı yaptığımızı biliyoruz.Aklınızdan çıkarmayın bay Mandil,biz insanımıza sahip çıkmasını biliriz.Behiç ERKİN sandığına yönelip kilidini açmaya başlayınca Salih ZEKİ ve Mandil gözlerine inanamadı çünkü bu sandık her zaman gizemli kalmıştı.Behiç bey bir mektup çıkardı sandıktan bu mektup Mustafa Kemal ‘e aitti.
Demiryolları Komiseri Kurmay Binbaşı Behiç Beyefendiye
Saygıdeğer beyefendi;
Günlük çalışmalarınız arasında elinize geçmek mutluluğuna erişeceğini ümit ettiğim iş bu kağıt parçası ,Ahzar dağının harp hayatına ait hisleri aksettireceği için işlerinizden birkaç dakikaya ayırmaya değer zannederim.
Selanik’ten İstanbul ve oradan Akdeniz ‘i geçerek Mısır’a ve bu ülkede 700 kilometrelik çölü geçerek mevkimize gelişimiz unutulmayacak bir tarihtir.
Muharebenin manevramızın bazı safhaları ile benzerliği vardı.Esasen 70 kişilik bir pusu kurulmuştu.İtalyanlar sabahleyin bu kuvvetle savaşa tutuştu.8-9 defa saldırı kırıldıktan sonra tüm İtalyan hatları geri çekilmeye başladı.Gecenin gelmesi savaşı neticelendirdi.O gün Derne’ye gelen iki Alman bir İngiliz subayı savaşın cereyanını anlamıyorlardı.Benzerlik kanat saldırımızdadır.
Hürmetimi arz ederim.
Derne Kumandanı
M.Kemal
Mektubu okuduktan sonra büyükelçiİsakBitran dosyasını eline aldı.
Eşi:Sarah BİTRAN
Dosya No:134
AÇIKLAMA:
Evinin yakınında 1 Ekim 1942 yılında yakalandı;Drancy toplama kampına yollandı.
Türk büyükelçiliği SS Yüzbaşısı HeinzRÖTHKE’yiİsakBİTRAN’ın Türk vatandaşı olduğu konusunda bilgilendirir ve Bitran’ın serbest bırakılmasını ister.Bu kişiye ait bir suç bulunamamışsa ,kendisini serbest bırakma nezaketini gösteriniz.
Behiç Erkin tel çerçeveli gözlüğünü yukarıya kaldırdı,gözleriniovuşturdu,Bitran’ın serbest bırakılacağına dair umudu azalıyordu,eşi Sarah için tek kurtuluş yolu kendisiydi.Bitran hedefleri bağımsız İsrail ‘i kurmak isteyen Yahudi lobisine üye olan geniş sermayeli bir tüccardı.Eşi Sarah için son umut Türk büyükelçiydi.Bu amaçla Sarah , Behiç ERKİN’e yazmaya karar verdi.
Türk Büyükelçiliğine
Behiç ERKİN’e elden teslim ediniz-
Aziz Behiç Bey, burada, yavaş yavaş ve titizlikle yapılan edebi bir eserin ikinci bölümünü meydana getiren taşların en çok emek verilenlerinden birini size sunuyorum; kitabımın başına sizin adınızı koyuyorum; ve bunu bir zamanlar hayatımı kurtaran bilgine karşı şükran borcumu ödemek için olduğu kadar, büyük bir dostu burada anmak isteğiyle de yapıyorum.
Bizler, sizlerin alınlarınızda bir kırışık belirdiğini görmemek ve en ufak bir ret cevabıyla keder-leniveren dudaklarınızdaki somurtkan anlamı silmek için mucizeler yaratarak mesafeleri aşar, kanımızı döker, geleceği ayaklar altına alırız. Bugün de geçmişimi öğrenmek istiyorsun. İşte onu sana veriyorum, al. Yalnız şunu iyi bilmelisin Senin bu isteğine boyun eğerken bazı dokunulmaması gereken anıları çiğneyip geçmem gerekti. Ama bazı bazı içimi mutlulukla dolduran o beklenmedik ve uzun hayallerden kuşkulanmanın yeri olmalı mı? Sessizlik anlarında sende beliren o enfes sevilen kadın öfkesi neden? Hem nedenlerini sormadan da yaradılışımın zıthklarıyla oynayamaz miydin sanki? Yoksa bağışlanmak için benim sırlarımın öğrenilmesini gerekli kılan sırların mı var senin de? Her neyse, işte çözmüş bulunuyorsun o sırları; hem sonra, belki de, daha iyi olacak her şeyi öğrenmen: evet, bir hayalet hâkim benim hayatıma, en ufak bir sözle ansızın ortaya çıkı-veriyor, kendiliğinden çırpınıp duruyor üstümde. Ruhumun derinliklerinde, sakin havalarda görülen ve fırtınanın dalgalarıyla parça parça kumsala atılmış deniz mahsulleri gibi nice nice büyük anılar var. Düşüncelerimi açıklamak için gösterdiğim çaba, birdenbire uyandıkları zaman bana acı çektiren bu eski coşkuları da içinde taşıyacaktır belki; ama bu içdöküşte seni kıracak taşkınlıklar olursa, beni çok sıkıştırdığın için isteğine uyduğumu aklına getir; istediğini yerine getirdiğim için beni cezalandırmayacaksın değil mi? Bana olan sevginin, sana içimi açtıktan sonra bir kat daha artmasını isterdim.
Dudaklarıyla bir memenin acımsı sütünü emen, gülücüğü sert bir bakışın korkunç ışıltısıyla sönen yavrunun acılarını hangi şair söyleyecek bize? Duyarlıklarının gelişmesi için çevrelerine toplanmış insanların baskısı altında ezilen bu zavallı kalplerin serüvenini anlatmak benim gençliğimin de gerçek hikayesi olacaktır. Ben, daha küçücükken, hangi gururu incitebilirdim? Bedenimde ya da ruhumda nasıl bir eksiklik vardı ki annem bana böyle soğuk davranıyordu? Yoksa ben rastlantı sonucu doğan, devamlı başa kalkılan bir görev çocuğu muydum acaba? Köye, sütanneye verilmiştim, ailem üç yıl unutmuştu beni; baba ocağına döndüğümde ise varlığıma o kadar az önem verilmekteydi ki, hizmetçiler bile acıyarak bakıyorlardı bana. Bu ilk gözden düşüşten ne gibi bir duygunun, hangi mutlu rastlantının yardımıyla kurtuldum, bilmiyorum; çocukluğum her şeyden habersiz, gençliğim ise hiçbir şey bilmeden geçmiştir benim. Ağabeyimle iki kız kardeşim kara bahtımı
yumuşatacakları yerde bana acı çektirerek oyalanıyorlardı. Çocuklara kabahatlerini saklamak hakkını veren ve daha o yaşlarda onlara onur kavramını esinleten antlaşmalar benim için hiç geçerli olmadı; üstelik bu yetmezmiş gibi, çok defa kardeşimin suçları yüzünden cezalandırıldım, bu haksızlığa karşı ağzımı açıp tek kelime söylemedim. Çocuklarda çekirdek halinde bulunan dalkavukluk eğilimi, kendilerinin de ödlerinin koptuğu bir anneye yaranmak amacıyla, kardeşlerimi bana uygulanan fena işlemlere katılmaya mı sürüklüyordu? Taklitçilik eğilimlerinin bir sonucu muydu bu? Yoksa güçlerini ya da merhametsizliklerini sınamak amacıyla mı böyle hareket ediyorlardı? Kimbilir, belki de bütün bu nedenler bir araya gelerek kardeşler arasında görülen sevgiden, tatlılıklardan yoksun bırakmıştı beni. Daha şu küçücükken sevgiden yana hiç şansım yoktu, hiçbir şeyi sevemiyordum, oysa tabiat beni sevmek için yaratmıştı! Durmaksızın kırılan bu duyarlığın sızıltılarını bir melek mi gelip dindirir acaba? Karşılık görmemiş duygular bazı ruhlarda kin haline gelir, bende ise öyle olmadı; yoğunlaştı bu duygular içimde, bir yer etti kendine, sonra da oradan hayatıma fışkırdı. Değişik yaradılışlara göre, titreme alışkanlığı sinirleri gevşetir, korkuyu doğurur, korku da her zaman boyun eğmek zorunda bırakır insanı. Kişiyi bozan ve onu bir tutsak haline getiren zaafın kaynağı budur işte. Ne var ki bu bitmez tükenmez sıkıntılar, harcandıkça çoğalan bir çaba, bir güç göstermeye alıştırdı beni; ruhumu manevi darbelere karşı hazırladı. Yeni darbeler bekleyen kurbanlar gibi hep yeni acıları bekleye bekleye benliğimi hüzünlü bir boyun eğiş kaplamıştı, çocukluk çağımın şirinliği; diriliği o boyun eğişin altında ezildi, herkesin bir ahmaklık belirtisi olarak tanımladığı bu tavır annemin uğursuz tahminlerini doğruladı. Açık açık uğradığım bu haksızlıklar, gururu, mantığın bu meyvesini, ruhumda vaktinden önce ol-gunlaştırdı; yetişme tarzımın yol açacağı kötü eğilimlerden kurtulmamda bunun bir rolü olmuştur kuşkusuz. Gerçi annem terketmişti beni, ama arasıra benim için kaygılandığı da oluyordu, hatta eğitimimden söz açıyor, bu işi üstüne almaya gönüllü görünüyordu; bense onunla günlük bir bağlantının yaratacağı yıkıntıları düşünerek dehşet içinde kalıyordum. Terkedilmişliğime şükrediyor, bahçede çakıllarla oynayabildiğim, böceklere bakabildiğim, göğün mavisini seyredebildiğim için mutlu buluyordum kendimi. Aslında beni hayale sürükleyen şeyin bu yalnızlık olması gerekirdi. Ama bendeki bu çevreyi gözleme merakı, size ilk mutsuzluklarımı açıklayacak bir serüvenden doğmuştur. Evin içinde öyle önemsiz bir varlıktım ki, dadı çok defa beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, bir incir ağacının altına büzülüvermiş, çocuklarda rastlanan ve bende vakitsiz beliren melankoliyle, bir çeşit duygusal zeka kazanmış bir merak tutkusuyla bir yıldıza bakıyordum. Kızkardeşlerim eğlenip bağrışıyorlardı; onların şamataları uzak ve düşüncelerime uygun düşen bir ezgi gibi geliyordu kulağıma. Sonra gürültü bitti, ortalığı karanlık bastı. O sırada annem, her nasılsa, yokluğumun farkına varmış. Bizim dadı, korkunç Mademoiselle Sylvie, azarı yememek için, benim evden nefret ettiğimi, kendisi özenle göz kulak olmasa çoktan bir yerlere kaçıp gideceğimi, aslında budala değil sinsi bir çocuk olduğumu söyleyerek annemin yersiz kanılarını haklı çıkardı; eline verilen çocuklar arasında benim kadar kötü eğilimler taşıyanına rastlamamışmış. Mademoiselle Sylvie, beni arıyormuş gibi seslendi, cevap verdim, sonra altında olduğumu bildiği incir ağacının oraya geldi. - Burada ne yapıyordunuz bakalım? diye sordu. - Bir yıldıza bakıyordum. - Yıldıza falan bakmıyordunuz, dedi o sırada yukarıda balkondan bizi dinlemekte olan annem. Sizin yaşta bir çocuk da astronomiden anlar mıymış? - Ah, madame! diye bağırdı Mademoiselle . Görüyor musunuz, deponun musluğunu açmış, bütün bahçe göl olmuş. Ve bir patırtıdır koptu evde. Oysa, musluğu suyun akışını görmek için kızkardeşlerim açmıştı; ama her yanlarını sırsıklam eden bir su sütununun üstlerine fışkırmasıyla şaşkınlığa düşmüşler, akılları başlarından gitmiş ve musluğu kapatamadan sıvışmışlardı oradan. Bu haylazlığı benim yaptığıma inandılar, suçsuz olduğumu söyleyince de yalancılıkla suçlandırdılar, ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama ne korkunç bir cezaydı bu! Yıldızlara olan sevgimle alay edilmiş, annem de akşamları bahçede kalmamı yasaklamıştı. Zorba yasaklar çocuklarda bulunan tutkuları büyüklerdekilerden daha fazla keskinleştirir; çocukların sadece
yasaklanan şeyi akıllarına takmak gibi bir üstünlükleri vardır büyüklere karşı; onların gözünde o şey karşı konmaz bir çekicilik kazanır. İşte ben de yıldızımın yüzünden bir sürü dayak yedim. Kimseye derdimi anlatamadığımdan, acılarımı yıldızıma söylüyor, bir çocuğun ilk düşüncelerini kekelediği, ilk kelimelerini hecelediği o güzelim iç şakıma içinde ona açılıyordum. On iki yaşımda, okulda da, anlatılmaz tatlar içinde seyrettim onu. Hayatın sabahında kaptığımız izlenimler ne derin çizgiler bırakıyor yüreğimizde. Benden beş yaş büyük olan İsak bugün ne kadar yakışıklı bir adamsa, o zamanlar da öylesine güzel bir çocuktu; babamın gözdesiydi o, annemin sevgilisi, ailemizin umudu, kısaca; evin kralı. Sağlıklı, gürbüz bir çocuk olduğu halde özel bir öğretmen tutulmuştu ona. Bense sıska ve çelimsiz olmama rağmen, beş yaşımda, gündüzlü bir okula verilmiştim; babamın oda hizmetine bakan bir uşak beni sabah götürüp akşam getiriyordu. Elimde, içinde pek bir şey bulunmayan bir sepetle evden çıkıyordum; oysa arkadaşlarım bol yiyecek getiriyorlardı. Benim yoksulluğumla onların zenginlikleri arasındaki zıtlık nice nice acıların kaynağı olmuştu. Günortasında, yani sabah kahvaltısı ile dönüşte evde yediğimiz akşam yemeği arasında, okulda yediğimiz yemeğin en önemli unsuru kızarmış ekmek olurdu. Bazı açgözlülerin pek önemsedikleri bu yiyeceğe Tours’da aristokrat sofralarda seyrek rastlanır, daha okula başlamadan önce sözünü çok duymuşsam da, bu kahverengi reçelin bir dilim ekmek üzerine benim için yapıldığını görmek mutluluğuna bir türlü ulaşamamıştım; ama okulda moda olmasaydı da iştahımı daha az çekecek değildi; çünkü benim için bir sabit fikir olmuştu bu; tıpkı Paris’in en kibar düşeslerinden birinin canının kapıcı kadınların yaptığı yahniyi çekmesi ve bir kadın oluşunun verdiği hırsla bu isteğini doyurması gibi. Siz bakışlardaki aşkı nasıl seziyorsanız, çocuklar da onlarda yanan şiddetli isteği hemen kavrayıverirler; işte bu zayıf tarafımı anlayan arkadaşlarım beni hemen tefe koydular, alay konusu oldum. Hemen hepsi de küçük burjuva ailelerinden gelen bu arkadaşlar getirip getirip bana nefis yemekler gösterirler, bunların nasıl yapıldığını, nerede satıldığını bilip bilmediğimi, benim sepetimde niçin bulunmadığını sorarlardı. Kendi yağında kızartılmış olan ve pişmiş mantarları andıran bu domuz kırıntılarının tadını öve öve bitiremezler, karşıma geçip yalanırlardı. Sepetimi inceden inceye araştırırlar, içinde olivet peynirinden, kuruyemişten başka bir şey bulunmadığını görünce, "Sende de yiyecek bir şey yokmuş!" diyerek kahrederlerdi beni. Kardeşimle aramdaki farkın ölçüsünü bu sözlerle anladım. Benim bırakılmışlığımla başkalarının mutluluğu arasındaki zıtlık çocukluğumun güllerini kirletti, yeşermekte olan gençliğimi soldurdu. Cömert bir duyguya kanarak hilekâr bir elin sunduğu o canımın çok çektiği yiyeceği almak için elimi uzattığım ilk seferde, beni alaya alan çocuk sonucu önceden bilen öbürlerinin gülümsemeleri arasında sunduğu şeyi geri çekivermişti. En ergin kimseler bile gurura kapılabildikten sonra, kendini aşağılanmış, alaya alınmış görüpde ağlayan bir çocuk niçin bağışlanmasın? Dediğim duruma düşen kaç çocuk açgözlü, sırnaşık olurdu, korkak olurdu, kimbilir? Bense, bana uygulanan kötü işlemleri savuşturmak için dövüştüm. Umutsuzluğun verdiği güçle, korkulan bir çocuk olmuştum. Ne var ki bir kin uyandırdım çevremde, türlü türlü hainlikler karşısında çaresiz kaldım. Bir akşam eve dönüyordum, içi taş doldurularak bağlanmış bir mendille sırtıma vurdular. Çocuklardan bunun öcünü fazlasıyla alan uşak, olayı anneme anlattığında şöyle bağırmıştı o: - Bu hınzır oğlan başımıza beladan başka bir şey getirmeyecek! Ailemde uyandırdığım nefret duygusunu bulmuştum bu sözlerde; içimde kendime karşı müthiş bir güvensizlik kabarmaya başladı. Okulda da evdeki gibi, içime kapandım iyice... İkinci bir kar fırtınası ruhumdaki tohumların filizlenmesini geciktirmiş oluyordu. Sevilen çocukların daha çok haylazlar arasından çıktığına dikkat etmiştim, gururum bu gözlemi temel aldı, yalnız kalmakta devam ettim. Zavallı yüreğimi şişiren duyguları açıklama olanaksızlığı sürüp gitti böyle. Benim hep kederli, hep yalnız olduğumu, çevremde hep tiksinti uyandırdığımı gören öğretmen de kötü yaradılışım hakkında ailemin beslediği haksız kuşkuya katıldı. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez annem beni ben yaştaki çocuklarla geri zekalı öğrencilerin alındığı koleje yolladı. Hiç kimseyi görmeden ve bir parya hayatı yaşayarak sekiz yıl kaldım orada. Bunun neden ve nasıl böyle olduğunu
anlatayım: Cep harçlığı olarak ayda üç frank veriliyordu bana, o da kalem, çakı, cetvel, mürekkep, kağıt gibi gerekli şeylerin alınmasını karşılıyordu ancak. Kendime ne ayaklık*, ne Ayaklara takılıp cambazlar gibi yürünen bir alet. atlamak için ip, ne de kolej eğlencelerinin gerektirdiği herhangi bir şey alabiliyor, bu yüzden de oyunlara sokulmuyordum. Bu oyunlara alınabilmem için zengin çocuklarına dalkavukluk etmem, ya da sınıfımızın güçlülerine yaranmam gerekiyordu. Oysa çocukların kolayca katlandıkları bu türlü düşüklüklerin en ufağı bile benim yüreğimi yerinden hoplatmaya yetmekteydi. Bir ağacın altına oturuyor, kederli düşler içinde kaybolup gidiyor, kitaplık memurunun aydan aya dağıttığı kitapları okuyarak vakit geçiriyordum. Ne acılar, ne acılar gizliydi bu korkunç yalnızlığın içinde! Ne kederlerle dolup taşıyordu bu terkedilip kalmışlığım! En önemli sayılan armağanların, Latinceden Fransızcaya, Fran-sızcadan Latinceye çeviri armağanlarının ikisini birden aldığım gün duygulu varlığımın ne hale gelmiş olabileceğini düşünün bir. Çalgılar ve alkışlar arasında bu armağanları almak için sahneye doğru ilerlerken ne annem, ne babam vardı orada beni kutlayacak; oysa bütün arkadaşlarımın büyükleri salonu doldurmuşlardı. Usule uygun olarak armağan dağıtan zâtı öpecek yerde kucağına kapandım onun, hıçkıra hıçkıra ağladım. Akşam da kazandığım armağanları sobaya atıp yaktım. Armağan dağıtımından önceki hazırlık haftası boyunca ana babalar şehirde kalıyorlar, bu yüzden bütün arkadaşlar daha sabah der demez sevinç içinde çıkıp gidiyorlardı; bense, ailem çok çok birkaç kilometre ötede oturduğu halde aileleri adalarda, ya da yabancı ülkelerde bulunan ve "denizaşırılılar" denen öğrencilerle birlikte bahçede kalıyordum. Akşamları, dua sırasında, gündüzü dışarıda geçirmiş bu insafsızlar, aileleri ile yedikleri güzel yemekleri anlata anlata bitiremezlerdi. Girdiğim toplum çevrelerinin genişliği oranında mutsuzluğumun da büyüdüğünü göreceksiniz. Beni böyle her zaman bir başıma, içime kapanarak yaşamaya mahkum eden alınyazımı değiştirmek için ne çabalar göstermedim! İçimde ruhsal atılımlarla nice nice umutlar büyüdü de sonra bir gün içinde yıkılıp gitti. Annemle babam gelsinler diye duygularımı belki de biraz fazlaca abartılı bir şekilde anlatan mektuplar yazıyordum, ama bunlar üslubumu alaycı bir dille eleştiren annemin yakınmalarına yol açmalı mıydı sanki. Gelmelerini sağlamak için gücümü yitirmiyor, onların ileri sürdükleri şartları bir bir yerine getireceğime söz veriyor, karşılık almaksızın, doğum ve isim günlerinde kız kardeşlerime kimsesiz çocuklara vergi bir özenle mektuplar donatıyor, boş bir ısrarla onların bana yardımcı olmalarını istiyordum. Hele armağan günü yaklaştıkça yalvarılarımı daha da arttırıyor, kazanacağımı sezdiğim başarılardan bahsediyordum. Annemin babamın mektuplarıma cevap vermeyişlerine aldanıyor, büyük bir coşku içinde onların yollarını gözlüyor, geleceklerini söylüyordum arkadaşlarıma; hele öğrencilerin aileleri bir bir gelmeye başladığında çocukları çağıran yaşlı kapıcının ayak sesleri bahçeden duyuldukça hasta bir çarpıntı gelip şurama dayanıyordu. Bu yaşlı adamın ağzından bir kere bile çıkmadı benim adım. Kendimi hayatı lanetlemekle suçlandırdığım gün, kilisede günahımı çıkaran papaz, sözleriyle vadettiği ve hurma dallarıyla bezenmiş göğü gösterdi. Böylece ilk günah çıkarışım sıralarında çocukların hayal güçlerini sarıp sarmalayan dini düşüncelere kapılarak duaların gizli derinliklerine attım kendimi. Ateşli bir inançla canlanmıştım, Tanrı’ya Martyrologe’da okuduğum o sihirli mucizeleri benim için de göstermesi için yakarıyordum. Beş yaşımdayken kendimi bir yıldıza uçuyor görürdüm, on iki yaşımda ise gidip tapınağın kapısını çalmaya başladım. Coşkunluğum, tarifsiz düşler yarattı bende; bunlarla hayal gücüm zenginleşti, sevecenliğim arttı, düşünme yeteneğim kuvvetlendi. Çoğu zaman bu yüce görüntülerin ruhumu ilahi bir kadere hazırlamakla görevli meleklerden geldiğini düşünüyordum; ruhuma eşyada gizli manevi tarafları görme yeteneği verdi bu Ne mutlu acı çekenlere! hayaller; duyduğu şeylerle gerçeği, elde ettiği önemsiz şeylerle istediği şeyleri kıyaslayabilme gücüne eriştiği zaman şairi mutsuz kılan büyülü duygulara hazırladı yüreğimi; anlatmam gereken şeyleri yazan kitabı kafama koydu, konuşurken yaratmanın ateşini yaktı dudaklarımda. Eğitim sisteminin değerinden kuşkulanan babam gelip beni Pont-le-Voy’dan aldı, Paris’te, Marais’de bulunan bir kuruma yerleştirdi. On beşimdeydim o sıralar. Bilgi durumum yönünden yapılan sınav sonucunda, üçüncü sınıfta okumaya layık olduğum anlaşıldı. Evde, okulda, kolejde çektiğim acıları Lepitre okulunda kaldığım süre içinde de çekecektim. Çünkü babam hiç para vermemişti bana. Büyüklerime göre işte yediriliyor, içiriliyor, giydiriliyordum, kafam Latince ve Grekçe’yle tıka basa doldu-ruluyordu, yeterdi bunlar, başka şeylerin ne gereği olabilirdi ki. Kolej hayatım boyunca aşağı yukarı bin kadar arkadaşım oldu, ama benim gibi ailesi tarafından ihmal edilen bir başkasına rastlamadım aralarında.
Okulumuz eskiden Joyeuse adıyla tanınan bir konaktı ve bütün eski beyzade barınaklarında olduğu gibi burada bir kapıcı odası vardı... Öğretmen yardımcısının bizi Charlemagne Lisesine götürdüğü saatten önceki teneffüste zengin arkadaşlarımız gider, Doisy ile öğle yemeği yerlerdi. Monsieur Lepitre, kapıcının gizliden gizliye çevirdiği bu ticareti bilmiyor, ya da göz yumuyordu; öğrenciler de dalaverecinin biri olan Doisy ile iyi geçinmek zorundaydılar; çünkü bütün suçlarımızın gizli kahyası, geç gelişlerimizin sırdaşıydı bu adam, okunması yasak kitapları kiralayanlarla bizim aramızda aracılık ediyordu.
Ailelerde şeker ve kahve kullanmak bir lüks sayılıyordu ya, biz çocuklar için de gururu okşayan bir çeşit üstünlük oluyor, sanki taklit eğilimlerimiz, oburluğumuz, moda salgınlarımız yetmiyormuş gibi bu da büyük bir tutku doğuruyordu bizlerde. Doisy kredi açardı hepimize, bunu yaparken hepimizin nasıl olsa onurunu koruyacak, borçlarını ödeyecek bir kız kardeşi, ya da halası olduğu düşüncesinden hareket ederdi. Ben kapıcının odasındaki bu büfe zevklerine karşı uzun zaman direndim. Beni yargılayanlar bu çekici şeylerin insanı baştan çıkarma gücünü, ruhumun nasıl kahramanca karşı koyduğunu, bu uzun karşı koyma sırasında öfkelerimi nasıl bastırdığımı bilselerdi bana böyle kan ağlatacakları yerde gözyaşlarımı silerlerdi. Ama, ben daha neydim ki o sıralar, başkalarının bizi hor görmesini küçümseyecek ruh büyüklüğünü gösterebilir miydim? Hem sonra büyük isteğimle gitgide artan birçok toplumsal kusurun benliğime sızmakta olduğunu da duymuşumdur belki. İkinci yılın sonlarına doğru annemle babam Paris’e geldiler. Geliş günlerini bana kardeşim Charles haber verdi: Charles Paris’te oturuyordu ama bir kerecik olsun gelip beni yoklamamıştı. Kız kardeşlerim de katılacaklardı bu yolculuğa, hep birlikte Paris’i görecektik. İlk gün Theatre-Français’ye yakın diye akşam yemeğini Palais-Royal’de yiyecektik. Aklımın ucundan bile geçiremediğim bu eğlence programı çok sevindirmişti beni, ama felaketlerle iç içe yaşamaya alışmış olanları derhal gelip bulan bir fırtına ile örselendi bu sevincim. Kapıcı Doisy hazretlerine yüz frank borcum olduğunu söylemek zorundaydım, Doisy eğer ben söylemezsem annemle babama gidip parayı kendisinin isteyeceğini belirtiyor, beni tehdit ediyordu. Kardeşimin Doisy tarafından gönderilmesini, yaptıklarından dolayı pişman olduğumu bildirmesini, bağışlanmam için aracılık etmesini tasarladım. Babam hoş görmeye yatkın bir tavırla karşıladı olayı. Ama koyu mavi gözlerini üstüme dikerek beni donduran annem çok insafsız davrandı, geleceğim hakkında korkunç kehanetlerde bulundu: Ne demekti bu? Daha on yedi yaşımda bu gibi hareketlere girişirsem ileride neler yapmazdım acaba? Gerçekten onun öz evladı denebilir miydi bana? Ailemizi batırmak için mi çalışıyordum? Benden başka çocuk yok muydu evde? Benim onurunu kırdığım ailemin yüzünü ağartan kardeşim Charles’in seçtiği meslek, kendisine ayrıca maddi bir yardımda bulunmalarını gerektirmiyor muydu? Kız kardeşlerim drahomasız mı evleneceklerdi? Paranın ne demek olduğunu, onlara kaça mal olduğumu bilmiyor muydum? Bir çocuğun eğitiminde kahvenin, şekerin ne faydası olabilirdi? Böyle hareket etmek, her türlü kötülüğe açık olmak demek değil miydi? Benimle kıyaslanınca, Marat bile bir melekti. Ruhuma binlerce dehşet tohumu eken bu sel baskınına uğradıktan sonra, kardeşim beni alıp pansiyona götürdü; Freres Provencaux’daki akşam yemeğinden ve Talma’nın Britannicus’teki oyununu seyretmekten yoksun kalmıştım. On iki yıllık bir ayrılıktan sonra annemle görüşmem böyle oldu işte.
Liseyi bitirdikten sonra babam beni Monsieur Lepitre’nin vesayeti altına bıraktı; Yüksek matematik öğrenmem, bir yıl hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Artık bağımsız bir pansiyon odasında oturduğumu, sınıfların havasından kurtulduğumu görünce sefaletle ilişkim de bitecek diye düşündüm. Ama babam, on dokuz yaşında olduğum halde, belki de on dokuz yaşında olduğum için-vaktiyle beni ilkokula yiyeceksiz yollatan, ortaokulda harçlıksız bırakan, lisede Doisy’ ye borç yapmaya iten eski düzenin uygulanmasında devam etti. Pek az bir para geçiyordu elime. İnsan Paris’te parasız ne yapar? Üstelik özgürlüğüm de ustaca kısıtlanmış bulunuyordu. Monsieur Lepitre beni Hukuk Okuluna bir öğretmen yardımcısıyla yolluyor, profesöre teslim ettiriyor, dersler bitince aynı şekilde aldırıyordu. Beni fenalıklardan koruma konusunda annemin duyduğu kaygılarla beslenen bu tedbirler, bir genç kız için düşünülenlerden bile fazlaydı. Paris haklı olarak korkutuyordu bizimkileri. Erkek öğrenciler de, tıpkı pansiyonlardaki kızlar gibi gizli gizli bazı şeyleri takmışlardı akıllarına; ne yaparsanız yapın, kızlar hep sevgililerden bahsedeceklerdir, erkekler de kadından. Ama o sıralarda Paris’te arkadaş topluluklarındaki konuşmaların merkezini Palais-Royal’in doğu ve saray zevkleri evreni meydana getirirdi. Paranın oluk oluk aktığı bir aşk Eldorado’ suydu Palais-Royal... En bakir kuşkular orada sona erer, ateş içindeki meraklarımız orada yatışabilirdi. Palais-Royal ve ben, aynı düzlem içinde yanyana akıp da birbirine bir türlü kavuşamayan iki çizgi gibi uzayıp gittik. Bakın, kader benim gösterdiğim bütün çabaları nasıl engelledi. Babam beni Saint-Louis adasında oturan bir teyzeme takdim etmişti; perşembe ve pazar günleri gezmeye çıkan Monsieur Lepitre ya da karısı tarafından teyzemin evine bırakılır, öğle yemeğini orada yerdim; akşam gezinti dönüşü yine onlar oraya uğrayarak beni alırlardı. Doğrusu çok tuhaf bir tatil oluyordu benim için. Teyzem, Markiz de Listomere, teşrifat meraklısı bir büyük hanımdı, bana bir kere bile çıkarıp bir kuruşçuk vermeyi aklına getirmedi. Bir katedral kadar yaşlı, bir minyatür gibi boyalı, muhteşem elbiseler içinde, sanki kral XV. Louis hâlâ hayatta imiş gibi, konağında yaşayıp gidiyor ve aralarında bulunduğum zaman kendimi bir mezarlıkta, fosilleşmiş bedenlerden meydana gelmiş bir toplulukta
sandığım yaşlı kadınlardan, aristokrat erkeklerden başka kimseyle görüşmüyordu. Burada hiç kimse benimle konuşmuyor, ben de söze ilk başlamak cesaretini kendimde bulamıyordum. Bu toplulukta bir ben gençtim, bu yüzden soğuk ve düşman bakışların üstümde toplandığını gördükçe genç olmamdan utanıyordum. Bir gün, yemek biter bitmez, kimsenin bana aldırış etmediğine güvenerek Galeries de Bois’ya sıvışmaya karar verdim. Bir kere kağıt oynamaya dalmasın, teyzem beni unutur giderdi nasıl olsa. Oda uşağı Jean’ın da Monsieur Lepitre’e pek aldırış ettiği yoktu; ama ne yazık ki şu olmayası yemek bir türlü bitmek bilmiyor, ihtiyarların çenelerinin güçsüzlüğü ve takma dişleri yüzünden uzadıkça uzuyordu. En sonunda bir akşam, saat sekizle dokuz arasında merdivenin başına ulaşmayı başardım, kalbim Bianca Capello’nun kaçış günündeki kalbi gibi küt küt atıyordu; ama kapıcı kordonu çekip de bana kapıyı açtığı zaman Monsieur Lepitre’in arabasının sokakta durmuş olduğunu gördüm, adamcağız kısık sesiyle beni çağırıyordu. Tesadüf, böyle üç kere, kaçınılmaz bir şekilde, Palais-Royal cehennemi ile gençliğimin cenneti arasına girdi. Yirmi yaşında hayat karşısındaki cahilliğimden utandığım gün her türlü tehlikeyi göz almaya karar verdim; Kral XVIII. Louis gibi şişman olan ve topallayan Monsieur Lepitre güç bela arabaya binmeye çalışırken kaçıp gitmeye yeltendim. Ama tam benim sıvışacağım anda ne olsun istersiniz!
Annem posta treni ile çıkagelmez mi? Onun bakışları beni olduğum yere çivileyiverdi, yılanın karşısındaki kuş gibi büzülüp kalakaldım oracıkta. Hangi rastlantı onu karşıma dikmişti böyle? Aslında çok tabii bir nedenle gelmişti annem.
Annem beni Tours’a götürmeyi düşünüyordu, çünkü düşman ordusunun ilerleyişini, dikkatle izleyenlere göre, Paris yakında birtakım tehlikelere uğrayabilirdi. Tam orada benim için uğursuz bir rol oynayacağı sırada birkaç dakika içinde Paris’ten alınıp götürüldüm. Geri tepilmiş isteklerle sürekli olarak uyarılan bir hayalgücünün acıları, ardı arası kesilmeyen yoksunluklarla
kedere batmış bir hayatın sıkıntıları beni, kara bahtlarından bırakarak bir manastıra kapanan insanlar gibi, durmadan, dinlenmeden okumaya itti. Büyük bir tutku haline gelen bu çalışma eğilimi, ömrümün ilkbaharının gerektirdiği çekici güzelliklere yöneleceğim bir çağda benim için ölümcül bir tehlike, bir mahpushane oldu. İçinde sayısız hüzün bulunduğunu sezdiğimiz bir gençliğin gelişigüzel tasvirini yaptım size, bu dönemin geleceğimin üstündeki etkilerini açıklamak için zorunluydu bu. Birçok hastalıklı etken sızmıştı varlığıma, bu yüzden yirmi yaşımı geçtiğim halde hâlâ, cılız, kavruk ve solgundum. İsteklerle kaynaşan ruhum, görünüşte cılız bir bedenle çırpınıp duruyordu, ama Tours’daki yaşlı bir hekimin dediği gibi o ruh bu cılız bedende demirden bir mizacın hamuruyla yoğruluyordu. Beden yönünden çocuk kalmama karşılık düşünce bakımından ihtiyarlamıştım, o kadar çok okumuş, o kadar çok düşünmüştüm ki, geçitlerindeki çapraşık güçlükleri, ovalarındaki kumlu yolları öğreneceğim bir çağda hayatı yüksekten ve metafizik bir açıdan kavrıyordum. Bilinmedik rastlantılar, ruhta ilk coşkuların düğümlendiği, ruhun kapısını tutkulara açtığı ve her şeyde bir tat, bir tazelik bulduğu o güzel çağda bırakmıştı beni. Bütün zamanımı çalışmaya verdiğim için uzamış bulûğ çağım ile yeşil dallarını salmakta gecikmiş erkeklik çağımın arasında bulunuyordum. Hiçbir delikanlı duymaya, sevmeye benim kadar hazırlanmamıştır. Hikayemi daha iyi anlamak için dudaklara henüz yalanın değmediği, isteklerle çatışan sıkılganlığın ağırlaştırdığı gözkapaklanyla örtülü de olsa, bakışların henüz riyasız olduğu, insan zekasının dünyadaki cizvitliğe boyun eğmediği, yürekteki korkunun ilk hareketinin cömertlikleri kadar şiddetli bulunduğu o güzel yaşı aklımıza getirin. Paris’ten Tours’a kadar annemle birlikte yaptığım yolculuktan hiç bahsetmeyeceğim. Onun soğuk tavırları kalbimdeki sevginin gücünü hiçe indirmişti. Her yeni konaktan hareket ederken konuşmaya niyetleniyordum; ama bir bakışı, kullandığı bir kelime söze başlamak için özenle kurduğum cümleleri darmadağın etmeye yetiyordu. Orleans’da, tam yatacağımız sırada, annem hiç konuşmadığımdan dolayı bana çıkıştı. Ayaklarına kapandım, hıçkıra hıçkıra dizlerine sarıldım, sevgiyle dolup taşan yüreğimi açtım ona; sevilmeye susamış bir savunmanın be-lagatıyla ve bir üvey annenin kalbini yerinden oynatacak sözlerle onu duygulandırmaya çalıştım. Ama o rol yaptığımı söyledi. Beni terk edişinden şikayet ettim, soysuzlaşmış bir çocuk olduğumu söyledi. Bu sözler üstüne yüreğim öyle daraldı ki, artık dayanamayarak Blois’da kendimi Loire nehrine atmak için köprünün üstünde koşmaya başladım. Ne var ki parmaklıkların yüksek oluşu yüzünden intihar edemedim. Beni hiç tanımamış olan kız kardeşlerim, Tours’a geldiğimiz zaman sevgiden çok şaşkınlık belirtileri gösterdiler; yine de sonraları başkalarıyla kıyaslayınca onların yüreklerinin bana karşı sevgi dolu olduğu kanısına vardım. Üçüncü katta bir oda verilmişti bana. Annemin, bana, yirmi yaşına gelmiş bir delikanlıya, pansiyondaki sefil çamaşırlarımdan, Paris’teki elbiselerimden başka şey yapmadığını söylersem ne açması bir durumda olduğumu anlarsınız. Yere düşen mendili alıp vermek için odanın bir ucundan öbür ucuna seğirtecek olsam, bir kadının ancak hizmetçisine lütfedebileceği soğuk bir teşekkür fırlatıyordu yüzüme. Yüreğinde, sevgi dallarından birkaçının uzanabileceği elverişli noktalar olup olmadığını anlamak için onu incelemek zorundaydım; ancak gözlemlerimin sonunda annemin Listemere ailesinden gelen, drahomaları ölçüsünde küstah, bencil, kuru, oyunbaz, ince bütün yüksek hanımlar gibi olduğunu gördüm. Hayat, onun gözünde, yerine getirilmesi gereken birtakım görevlerden ibaretti; rastladığım bütün soğuk kadınlarda bunu görmüşümdür: hepsi de görevi bir din haline getirmişlerdi; işte annem de bizim gösterdiğimiz sevgi ve saygıyı, kilisede buhurdandan çıkan kokuyu bir papaz nasıl karşılarsa öyle karşılamaktaydı; sanki yüreğinde zaten pek az bulunan annelik duygusu büyük kardeşim tarafından tüketilmiş bulunuyordu. Kalpsiz insanlara vergi bir silah olan, o alaycı ve kırıcı sözlerle bizi aşağılıyor, bizlerse buna karşı tek kelime söylemiyorduk. İçgüdünün yarattığı duyguların öyle fazla kökleri vardır ki ve kendisinden bir türlü umudu kesemediğimiz bir annenin esinlettiği o bir çeşit saygılı dehşetin bağları öyle kuvvetlidir ki, bütün bu dikenli engellere rağmen, sevgimiz hakkında düştüğümüz büyük hata hayatta daha çok yol aldığımız ve kesin bir şekilde yargıladığımız güne kadar sürüp gitti. O dediğim gün, artık çocukların misillemeleri başlar; ve onların geçmişteki hayal
kırık-lıklarıyla beslenmiş, getirdikleri pis tortularla kabarmış ilgisizlikleri mezara kadar sürüp gider. Annemin üstümde kurduğu bu müthiş baskı, Tours’da çılgınca doyurmak istediğim şehevi istekleri söküp atmıştı içimden. Umutsuz bir şekilde babamın kitap-lığınasaldırdım, henüz bilmediğim kitapları okumaya başladım. Gerçi bu uzun çalışma saatleri annemle her türlü temastan uzak tutuyordu beni, ama ruhsal durumumu iyice bozmaktan da geri kalmıyordu. Akrabamız Marki de Listomere’le evlenmiş olan ablam bazı bazı beni teselli etmeye çalışıyor, ama pençesinde kıvrandığım sinirliliği bir türlü yatıştıramıyordu. Ölmek istiyordum. O sırada yabancı kaldığım büyük olaylar hazırlanmak-daydı.
yeni bir ruh, rengarenk kanatları olan bir ruh kozasını delip dışarı çıkmıştı. Çocukluğumun sevgili yıldızı, o tutkunu olduğum gökyüzü bozkırlarından düşmüş, aydınlığını, ışıltısını, serinliğini yitirmeden bir kadın haline girmişti. Aşkın ne olduğunu bilmeden birdenbire sevivermiştim. İnsandaki bu en cabbar duygunun ilk defa böyle birdenbire kabarıvermesi ne tuhaf şeydir değil mi? Gerçi teyzemin salonlarında bazı yakışıklı erkeklere rastlamıştım, ne var ki bunların hiçbiri bende en ufak bir etki uyandırmamıştı. Tutkunun bütün cinselliğimizi kavradığı zamanlar, yalnız bir tek hedefe yönelmiş bir tutku yaratmak için, yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların birleştiği, bütün erkekler arasından yalnız birinin belirdiği özel bir an mı var acaba?
Sevdiğim erkeğin Touraine’de yaşadığını düşünerek havayı hızla içime çekiyor, göğün maviliğinde hiçbir yerde görmediğim bambaşka bir renk buluyordum. Gerçi ruhsal yönden mutluydum, ama halimden ağır şekilde hasta olduğum sanılıyordu; öyle ki annem pişmanlıkla karışık korkular geçirdi.Isak bitran’u-ın Yahudi olması onun için bir kabus gibiydi.
Hastalığın yaklaştığını sezen hayvanlar gibi, çaldığım öpücüğü hayallemek için gidip bahçenin bir köşesinde büzülüyordum. Annem, mezuniyet balosundan birkaç gün sonra artık kitap okumayışımı, sert bakışlarına karşı ilgisizlikle cevap verişimi, alaylarına aldırış etmeyişimi, kederli tavırlarımı, ben yaştaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlarla yorumladı. Kır havasının, tıbbın çare bulamadığı dertlerin o en eski dermanı olan kırların, içine düştüğüm uyuşukluğa karşı tek deva olduğu kanısına varıldı. Annem, Montba-zon’la Azay-le-Rideau arasında, İndre suyu kıyısındaki Frapesle şatosunda oturan bir dostunun yanına gidip birkaç gün geçirmemi uygun buldu; o dostuna benim hakkımda gizli
birtakım öğütler de vermişti tabii.
Kırlara açılma hakkına kavuştuğum gün aşk okyanusunda öyle bir güçle yüzmüştüm ki, bir baştan bir başa aşıp geçmiştim onu. Yabancının adını bilmiyordum, nasıl ortaya çıkaracak, nerede bulacaktım onu? Hem ondan kime bahsedebilirdim ki? Sıkılgan yaradılışım, aşkın ilk günlerinde genç kalplere çöken karanlık korkuları daha da çoğaltıyor, umutsuz sevgilerin ardından gelen melankoliyle işe başlatıyordu beni. Tarlalar arasında dolanmaktan, koşmaktan başka bir şey istemiyordum. Hiçbir şeyden yılmayan, çocuklara özgü o bir çeşit şövalye cesaretiyle, yürüye yürüye çıkıp gitmeyi, önüme çıkan her güzel kule karşısında "İşte buradadır!" diye içimden geçirerek Touraine’deki bütün Yahudi cemiyetlerini araştırmayı tasarlıyordum. Bu fikirle, bir perşembe sabahı, Saint-Eloi kapısından çıkarak Tours’dan uzaklaştım, Saint-Sauveur köprülerini geçtim, başımı kaldırıp bütün evlere baka baka Poncher’e kadar geldim, oradan da Chinon yolunu tuttum. Ömrümde ilk defa hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadan, bir ağacın altında durabiliyor, ister hızlı, ister yaya, canım nasıl isterse öyle yürüyebiliyordum. Ağırlığını her gencin üstünde duyuran türlü baskılarla ezilmiş zavallı bir yaratık için, çok ufak şeylerde de olsa, ilk defa kendi keyfince hareket etmek, tuhaf bir genişlik getiriyordu ruha. Bugünü harikaların dolup taştığı bir bayram haline getirmek için bir sürü sebep bir araya gelmişti. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde şehirden birkaç kilometreden fazla uzaklaşma-mıştım. Pont-le-Voy dolaylarında olsun, Paris’te olsun, çıktığım gezintilerde içim fazla bir coşkunlukla dolmamıştı. Yine de hayatımın ilk anılarından, o pek içli dışlı olduğum Toıırs’un manzarasından bir güzellik duygusu kalmıştı bende. Bir sanatın nasıl uygulandığına yabancı oldukları halde, daha baştan onun amaçlarıyla kafa yoran kimseler gibi, ben de, güzel manzaralara sinmiş şiirle henüz yeni yeni bir yakınlık kurmama rağmen, farkında olmadan aşırı bir titizlik içindeydim. Atlı olsun yaya olsun, herkes Frapesle Yahudi kasabasına gitmek için Cher havzası ile İndre havzasını birbirinden ayıran yaylanın üstünde bulunan ve Champy’de yapılacak bir kestirmeyle varılan Charlemegne arazisi adlı kıraç topraklardan geçmeyi tercih eder. Sizi aşağı yukarı bir fersah boyunca hüzünden hüzne götüren bu düz, kumluk topraklar, ufacık bir koru ile Frapesle’in bağlı olduğu Sache bucağına giden yola kavuşur. Ballan’dan oldukça ötede, Chinon’a doğru uzanan yola bitişen bu yol, dalgalı bir vadi boyunca, önemli bir engebeye rastlamadan küçük Artanne bölgesine kadar uzanır. Burada, Montbazon’da başlayıp Loire’da biten, bu çifte tepelere kurulmuş çiftliklerin altında insana fışkırıyormuş izlenimi veren bir vadi belirir; dibinde İndre ırmağının yılan gibi kıvnla kıvrıla süzüldüğü zümrütten bir kadehtir bu ova.
Bu manzara karşısında yol yorgunluğunu ve çıplak araziden içime düşmüş sıkıntının da etkisiyle, haz dolu bir şaşkınlığa kapıldım. "Bu adam cinsinin bu ender çiçeği, dünyanın bir yerinde oturu-yorsa, o yer muhakkak burasıdır," dedim kendi kendime. Bunu dedim ve bir ceviz ağacına yaslandım; o günden sonra sevgili vadime ne zaman gitsem bu ağacın altında durur dinlenirim. O çıkıp gittiğim son günlerden beri akan zaman boyunca uğradığım değişiklikleri düşüncelerimin sırdaşı olan bu ağacın altında bulup çıkarmaya çalışırım kendi kendime. Evet, o burada oturuyordu, duygularım beni yanıltmamıştı; çorak bir tepenin yamacında gördüğüm ilk ev onun barınağıydı. Ceviz ağacımın altında oturduğum zaman, çatısının ve pencerelerinin camları öğle altında fark ettiğim beyaz nokta elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz bir şey bilmediğiniz halde anlamışsınızdır herhalde: bu vadide çiçeklerini gökyüzü için veriyor ve erdemlerinin kokusuyla dolduruyordu orayı. Şöyle bir görülüp de ruhumu dolduran bir nesneden başka besini bulunmayan bu sonsuz aşkın, güneşin altında iki yeşil tepe arasından akan bu uzun su şeridiyle, kıpırdak dantelalarla bu aşk vadiciğini süsleyen sıra sıra kavaklarla, bağlar arasında uzanıp giden meşe korıtlarıyla, bir zıtlık içinde uzaklara kaçan gölgeli ufuklarla yaşamaya başladığını, anlamlandığını görüyordum.
Tabiatı bir nişanlı kız gibi güzel ve bakir görmek isterseniz bir ilkbahar günü oraya gidin; yüreğinizde kanayan yaraların acısını dindirmek isterseniz bir güz günü oraya gidin yine; ilkbaharda aşk olanca hızıyla göklere kanat açar orada, güz günlerinde insan bu dünyadan göçüp gitmiş olanları düşünür. Hasta ciğer şifalı bir serinlikle dolar, bakışlar kendi sessiz yumuşaklıklarını ruha geçiren altın rengi otların yumağı üstünde dinlenir. O sırada, İndre ırmağındaki çağlayanların üstüne kurulmuş değirmenler, bu ürpertili vadiye bir ses kazandırı-
yor, kavaklar gülerek sallanıyordu; araşan tek bulut bulamazdın gökyüzünde; kuşlar ötüşüyor, ağustosböcekleri cırlaşıyordu; her şey, her şey baştanbaşa ezgiydi burada. Touraine’i neden sevdiğimi artık sormayın bana ne olur? Benim oraya karşı beslediğim şeyi, insanın beşiğine karşı duyduğu ya da çölde vahaya karşı duyulan cinsten bir sevgi değil; bir sanatçının sanatına tutkun olması gibi bir şey bu bendeki; gerçi sizi sevdiğim kadar seviyor değilim orayı, ama Touraine olmasaydı belki ben de olmazdım, yaşamazdım belki. Nedenini bilmeden, gözlerim gidip gidip o beyaz noktaya geniş bahçesinin ortasında, yeşil fundalar arasında saklanmış bir gündüzsafası çiçeğinin dokunsanız hemen mahvolacak çanı gibi parlayan bu kadına takılıyordu. Coşkular içinde, bu çiçek sepetinin dibine indim, birden bir köy çıkıverdi karşıma az sonra, içimden taşan şiirin etkisiyle eşsiz, benzersiz bir yermiş gibi geldi burası bana. Bir su çayırının ortasında incelikli çizgilerle şekillenmiş ve ağaç kümeleriyle taçlanmış adalar arasında üç değirmen getirin gözünüzün önüne; su çayırı dedim, ırmağın üstüne halı gibi serilen, onun üstüne fışkıran, onunla birlikte dalgalanan, onun heveslerine uyan, değirmen çarkları ırmağı kamçıladıkça sularla birlikte çırpınan o dipdiri, o renkli su bitkilerine başka ne diyebilirdim ki? Suların, üstlerinde gün vurmuş parıltılı parçalar yaratıp yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyor şurada burada. Kıyıları en güzel örtüleriyle süslenmiş nergisler, nilüferler, suzambaklan, sazlar... Ayaklarına çiçek bürünmüş, gür otlarla kadife yosunlarla kaplı korkulukları ırmağa doğru sarktığı halde bir türlü yıkılmayan çürük kirişli, sallantılı bir köprü; epeski kayıklar, balık ağları bir çobanın monoton türküsü, adalar arasında yüzen ya da Loire’in getirdiği kralın kumlar üstünde tüylerini temizleyen, silkelenen ördekler, katırlarına yük vuran, başlıkları kulaklarına kadar geçirilmiş değirmenci çırakları; bütün bu ayrıntıların her biri şaşırtıcı bir saflık kazandırıyordu manzaraya. Köprünün ilerisinde çiftlik düşünün, bir güvercinlik düşünün, kumrular düşünün, bahçelerle, hanımeli, yasemin, filbaharlar çitleriyle birbirinden ayrılmış otuz kadar eski, küçük ev düşünün bir de; sonra her kapının önünde; üstünde çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavuklar, horozlar düşünün;
işte Pon de Ruan köyü burasıdır, üst yakasında Haçlı Seferleri zamanından kalma ve bir sürü özelliğiyle ressamların tablolarına sokmak için can attıkları cinsten bir kilise yükselen o güzel köy burasıdır. Bütün bunları yaşlanmış ceviz ağaçlarıyla, uçuk altın rengi yaprakları olan genç kavaklarla çevrelerseniz, sıcak ve buğulu bir gök altında alabildiğine uzayan çayırların ortasına zarif binalar kondurursanız bu güzelim yerin binlerce görünümünden biri hakkında bir fikir edinmiş olursunuz. Karşı kıyıya kurulmuş tepelerin ayrıntılarına baka baka, ırmağın solundaki yoldan yürüdüm. En sonunda yüzyıllık ağaçlarla süslü bir parkın önüne gelmiştim, Frapesle şatosunun hemen yakınında olduğumu belirleyen bir işaretti bu. Tam o sırada çan öğle yemeği vaktini bildirmek için çalıyordu. Yemekten sonra ev sahibim, Tours’dan o kadar yolu yürüye yürüye geldiğimi hiç düşünmeden, toprağını gezdirdi bana; böylece vadiyi her yanından ve bütün biçimleriyle gördüm: Oradan bir parçasını, buradan bütününü seyretmek olanağını buldum; gözlerim Loire’in güzel, altın yüzeyine gidiyordu sık sık, ırmağın üzerinde ağlar arasında rüzgara kapılmış yelkenler garip şekiller çiziyordu. Bir yamacı tırmanırken, Azay Şatosunu gördüm, çiçeklerle örtülü temel kazıklarının üstünde yükselen, göz göz yontulmuş, İndre ırmağıyla oraya kakılmış bulunan bu elmasa ilk defa hayran olmak fırsatını elde ettim. Sonra aşağılarda bir yerde Sache şatosunun romantik bedenini gördüm; kişide melankolik duygular uyandıran bir yerdi burası, yüzeyde yaşamaya alışmış kimseler için fazla sıkıntılı görünebilirdi, ama ruhlarında acılar birikmiş şairlere çok elverişli geleceği de muhakkaktı. İşte ben de bu yüzden, sonraları, bu şatodaki sessizliği, çevresindeki çıplak ağaçları, ıssız düzlüğüne yayılmış anlaşılmaz esrarı sevdim! Ama vadiyi ilk gördüğümde dikkatimi çeken ve şimdi komşu tepenin yamacında bulunan ufak şatoya baktıkça bakacağım geliyordu. Benim yaşımdaki gençlerin her zaman büyük bir saflık içinde belirttikleri o alevli isteklerden birini gözlerimde okuyan ev sahibim: - Bakıyorum, dedi. Av kokusu almış bir köpek gibi gelecekteki mutluluğun varlığını hemen seziyorsunuz. Bu "av" kelimesi hoşuma gitmedi, ama şatonun adını ve kime ait olduğunu sormaktan kendimi alamadım.
- Clochegourde şatosudur burası, dedi ev sahibim. Kont de Mortsauf a ait güzel bir barınak; Kont de Mortsauf, Touraine’ in tarihi bir ailesinin temsilcisidir; ününü ve armalarını hangi maceraya borçlu olduğu, adından da anlaşılan bu ailenin parlayıp yükselişi daha XI. Louis çağında başlamıştı. Kont, dara-ğacından dönmüş bir adamın soyundan geliyor; bu yüzden Mortsaufların armalarında sarı zemin üstüne işlenmiş haçlar vardır, bunların çevresinde sehpalar ve tam orta yerde altın rengi bir zambak bulunur. Armanın sembolü de "Tanrı kralımızı korusun" sözleriyle hak edilmiştir. Kont muhaceret dönüşü gelip yerleşmiştir buraya. Karısı Madam Mortsauf a ait bir şato. Yakında tarihe karışacak bir aileden, Lenoncourt-Givry ailesinden gelir Madam Mortsauf; yakında tarihe karışacak dedim, çünkü Madam Mortsauf bu ailenin tek çocuğudur. Ailenin ünüyle elinde tuttuğu servet arasında öyle büyük bir tezat vardır ki, gururdan mı, yoksa zorluktan mı bilmem, hep şatoda oturmayı, kimseciklerle görüşmemeyi âdet haline getirmişlerdir. Şimdiye kadar, bu yalnızlıklarını Bourbon’lara bağlılıklarıyla açıklamak mümkündü, ama ben kralın tahtına yeniden dönmesiyle de hayatlarında bir değişiklik olacağını pek sanmıyorum. Geçen yıl, buraya yerleştiğimde, bir nezaket ziyareti yaptıydım onlara, onlar da bize geldiler ve bizi yemeğe çağırdılar; sonra araya kış girince, birkaç ay görüşmedik: siyasal olaylar da bizim buraya gelişimizi geciktirdi; şunu da söyleyeyim, daha yeni geldim ben Frapesle’a. Madam Mortsauf, nereye gitse orada baş köşeyi alabilecek bir kadındır. - Tours’a sık sık gelir mi? - Hiç gitmez, dedi ev sahibim, sonra ekledi: Yalnız geçenlerde Due d’Angouleme’in geçişi dolayısıyla ayrılmıştı buradan;
Ama yorgun değilseniz, ırmağı geçer, Clachegourde’a kadar uzanabiliriz; hem de sözünü ettiğimiz omuzları da görüp tanırsınız belki. Kabul ettim, ama hani zevkten ve utançtan kızarmadım da değil. Nicedir gözlerimle uzaktan okşayıp okşayıp durduğum küçük şatoya saat dörde doğru vardık. Çevresindeki manzaranın içinde kişiyi iyice etkileyen bu barınak aslında oldukça sade bir yapıdır; ön kısmında beş pencere vardır, güneye bakan cephe kısmının pencereleri ise aşağı yukarı iki kulaç ileri çıkar, eve güzellik katan bir mimarlık hüneridir bu: iki ayrı bina izlenimi uyandırır insanda; ortadaki pencere kapı olarak kullanılır; iki yanlı bir merdivenle buradan iner, İndre suyu kıyısına kadar uzanan dar bir çayıra bitişik set set bahçelere inersiniz. Akasyalar, japonyıldızları dikili bir bucak yoluyla o çayır son setten ayrılmıştır, ama bahçeye aitmiş gibi görünür; yol çukurda kalmaktadır, çünkü; bir yanında set, öbür yanında çitler yükselir. İyi düzenlenmiş setlerle şato ile su arasında bir mesafe yaratılmıştır, böylece hem suya yakın olmanın güzelliğinden yararlanılmakta, hem de aynı yakınlığın yaratacağı türlü sakıncalar ortadan kaldırılmaktadır. Evin altında arabalıklar, ahırlar, sandık odaları, mutfaklar bulunur, kemerli kemerli kapılarla çıkılır buralardan. Köşelerine güzel biçimler verilmiş damlar, oymalı pervazlı pencereler de, tepelerine dökülmüş kurşun demetleriyle süslenmiştir.
İhtilal sırasında-pek tabii olarak- ihmal edilmiş bulunan çatının yüzeyi, güneye bakan evlerin üstünde bittiği görülen kızıl ve düz yosunlarla örtülüdür. Merdivene açılan camlı kapının üstünde küçük bir çan kulesi vardır. Blamont-Chauvry’lerin arması hâlâ durur burada: açılmış ve renklerle belirtilmiş iki el, uçları tepede birleşen iki mızrak yukarıdan aşağı olmak üzere, ortada uzayan bir çizgi; ve herkes görsün, ama kimse dokunmasın! sözleri; çok etkiledi beni bu sözler. Ağızları altın zincirli biranka ve bir ejderden yapılmış ayaklıklar armaya daha hoş bir görünüm vermekteydi. İhtilal, dukalık tacı ile altın meyveli yeşil bir hurma dalından meydana gelen sorgucu hasara uğratmıştı. Kamu Kurtuluş Komitesi sekreteri olan Senart, 1781’den önce Sache’de/ krallık yargıcıymış. Bu hasarların nedenini bu küçük bilgiyle açıklayabiliriz. Bütün bu söylediğim şeyler bir çiçek gibi titizikle işlenmiş olan ve insanda sanki toprağa dayanmıyormuş izlenimi uyandıran bu şatoya çok güzel bir görünüm kazandırıyor. Vadiden baktığınız zaman zemin katı birinci kat gibi görürsünüz; ama avlu tarafından aynı kat çiçek kümeleriyle canlandırılmış bir çimenliğe giden
geniş ve kumluk bir yolla aynı seviyededir. Sağda ve solda, bağlar, meyve bahçeleri, ceviz ağaçları dikilmiş birkaç tarla, sık bir yaprak örtüsüyle evi kuşatır ve yeşillerindeki ince ayrımları tabiatın kendi titiz elleriyle yaratılmış ağaç kümeleriyle süslenen İndre kıyılarına uzanırlar. Clochegourd’un bitişiğindeki yolu tırmanırken özenle yerleştirilmiş bu ağaç küme- lerine hayran oluyor, ciğerlerime mutluluk dolu bir hava çekiyordum. Madde dünyasında olduğu gibi ruhsal dünyada da birtakım elektrik akımları, ısı değişimleri mi var yoksa? Havanın iyi olacağını sezip de keyiflenen hayvanlar gibi, kendisini artık tamamen değiştirecek gizli olaylara yaklaştıkça kalbim hızlı hızlı atıyordu. Hayatımda onca büyük izler bırakacak olan o gün, kendisini karşılama törenleriyle kutlayan hiçbir güzellikle yoksun kalmadı. Tabiat, sevgilisini karşılamaya çıkan bir kadın gibi süslenmişti; ruhum ilk defa işitmişti onun sesini, gözlerim, kolej günlerindeki hayallerim kadar bereketli ve değişikliklerle dolu bir şekilde görmüştü; bu hayallerimden daha önce elverişsiz bir iki kelimeyle bahsetmiş, üstümde uyandırdıkları etkileri anlatmıştım; kaderimi önceden bildiren bir Apokalips’ten başka bir şey değildi sanki bu hayaller: mutlu ya da mutsuz, her olay, tuhaf görüntülerle, yalnız ruh gözüyle görülebilecek birtakım bağlarla gidip gidip hep ona, çocukluk hayallerine bağlanıyor. Çevresinde çiftlik işleri için kurulmuş binalar, bir ambar, bir şaraphane, ahırlar ve tarlalar bulunan bir avludan geçtik. Bekçi köpeğinin havlamalarını işiten bir uşak yaklaştı yanımıza.
Kaçmak istedim oradan; ne var ki olan olmuştu artık, kaçacak vakit yoktu, kapının eşiğinde göründü ve gözlerimiz karşılaştı. O mu, ben mi daha fazla kızarmıştık, bilmiyorum. Tek kelime söyleyemeyecek kadar şaşırmıştı, oturmamız için uşağın iki koltuk yaklaştırmasından sonra o da bir gergefin önündeki yerini aldı; susmasına bir özür bulmak için
Mendilini çıkardı, , sonra başını uysal ve gururlu bir tavırla Mösyö de Chessel’e doğru kaldırarak bu ziyareti hangi mutlu rastlantıya borçlu olduğunu sordu. Benim böyle birdenbire ortaya çıkışımın nedenini merak etmesine rağmen, ne benim ne de Mösyö Chessel’in yüzüne bakıyordu, ırmağa dikmişti gözlerini; ama dinleyiş tarzına bakarak sözlerin fark edilmez vurgularının arkasında bulunan ruh çırpınmalarını tıpkı körler gibi anlıyor derdiniz. Ve zaten öyleydi bu. Mösyö de Chessel, adımı, kim olduğumu söyledi: birkaç ay önce gelmiştim Tours’a, savaş Paris’i tehdit etmeye başlayınca ailem beni oradan alıp eve getirmiştir. Touraine’i bilmeyen bir Touraine çocuğuydum, aşırı çalışma yüzünden sağlığım bozulmuştu, belki biraz dinlenir, oyalanırım diye Frapesle’e gönderilmiştim ve işte kendisi de ilk defa gördüğüm topraklarını gezdirmişti bana. Tours’dan buraya kadar yaya olarak geldiğimi ancak tepenin önünde söylemiştim Mösyö de Chessel’e, o da bunca bozuk olan sağlığımdan kaygılandığı için biraz dinlenmeme izin verileceğini düşünerek Clochegourde’un kapısından girmeyi akıl etmişti. Söyledikleri doğruydu Mösyö de Chessel’in, ama mutlu rastlantılar bazen yanlış yorumlanmaya öyle elverişli olur ki, Madame Mortsauf pek inanmadı bu sözlere, dik dik ve soğuk soğuk baktı yüzüme; ben de bir türlü anlam veremediğim bir alçalış duygusuyla olduğu kadar, kirpiklerimin arasında tuttuğum gözyaşlarını da saklamak için indirdim gözkapaklarımı. Saygıdeğer ev sahibesi alnımın ter içinde kaldığını gördü, gözyaşlanma da dikkat etti belki, çünkü heyecanımı yatıştırarak konuşabilmemi sağlayan ince bir tavırla su serpti içeme; böylece ihtiyacım olan şeyi verdi bana. Kabahat yapmış bir genç kız gibi kızarmıştı yüzüm; bir ihtiyarınki gibi titrek bir sesle, olumsuz bir teşekkürle karşılık verdim. - Bütün dileğim, buradan kovulmamak! dedim. Yorgunluktan öyle bitkinim ki, iki adım atacak halim yok. Bunları söylerken, bir anda, şimşek gibi, gözlerimi ikinci defa onun gözlerine dikmiştim.
- Güzel memleketimizin konukseverliğinden niçin şüphe ediyorsunuz? dedi. Sonra komşusuna döndü: Akşam yemeğini Clochegourde’da yemek şerefini bizden esirgemezsiniz değil mi? dedi ona. Koruyucum Mösyö de Chessel’e öyle yalvarış dolu bir bakış baktım ki, adamcağız nezaketen yapılmış ve söyleniş tarzı bir red cevabını gerektiren bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Sosyete hayatıyla haşır neşir oluşu Mösyö de Chessel’e bu cinsten incelikleri sezme yeteneği kazandırmıştı, ama benim gibi toy bir genç, güzel bir kadının sözleriyle düşünceleri arasında bir uyumsuzluk olabileceğini aklına getirebilirmiydi hiç?
Bu yüzden akşam dönerken o bana şu sözleri söylediği zaman çok şaşırmıştım. - Siz kalmak için can atıyordunuz da onun için yemeğe kaldım orada; şimdi siz durumu düzeltmezseniz, komşularımla aram açıldı demektir belki de. Bu durumu düzeltmezseniz sözü aklıma takılmıştı. Madam de Mortsauf benden hoşlanıyorsa, beni evine getiren kimseye de kızmaması gerekirdi. Demekl bende onun ilgisini çekecek bir güç buluyordu; böyle düşünmüş olması da zaten o gücü bana vermesi demek değil miydi? Bu yorum, yardıma muhtaç olduğum bir anda umudumu kuvvetlendirdi. - Yemeğe pek kalamayız gibi geliyor bana! dedi Mösyö Bitran; çünkü Madam bekler bizi. - Her zaman zaten onunla birliktesiniz,Hem haber de verebiliriz kendisine. Yalnız mı? - Hayır. Peter Quelus var yanında. - Tamam işte, çıngırağı çalmak için ayağa kalkarken. Yemeği bizimle yiyorsunuz. Mösyö Bitran bu kez onun samimi olduğuna inanmıştı, tatlı bakışlarla baktı bana. Bu akşam, bir süre, bu çatının altında kalacağımdan emin olur olmaz, sonsuz bir şey gelip durdu şurama. Birçok mutsuz kimseler için boş ve anlamsız bir kelimedir yarın, işte ben de yarına karşı hiçbir inanç besleme-yenlerden biri oluyordum; birkaç saatlik bir mutluluğu elde edince, bu birkaç saat içinde haz dolu bütün bir hayat yaşadım. Madam de Mortsauf, o bölge üstüne, ürünler ve bağlar üstüne benim yabancısı olduğum bir ev hanımının böyle yapması onun görgü noktasını ya da konuşmanın dışında kalmasını istediği birine karşı beslediği küçümseme duygusunu gösterir; ama şaşırmıştı kontes, ne yapacağını bilemediği için böyle davranıyordu. İlkin bana çocuk muamelesi yapmaktan hoşlandığını sanmıştım.
benim hiç anlamadığım ciddi konularda konuşabilirle imtiyazı vermesine imrendim, her şeyin ona göre olduğunu düşünerek kızgınlığa kapıldım; ama aradan birkaç ay geçtikten sonra susuşunda ne anlamlar bulunduğunu, böyle dağınık ve sereserpe konuşmanın ne düşünceler gizlediğini de öğrenecektim. İlkin koltuğumda şöyle rahat bir şekilde yerleşmeye çalıştım; sonra kendimi işitmenin tatlı büyüsüne bırakarak, içinde bulunduğum durumun ne kadar elverişli bir durum olduğunu saptadım. Notaların bir flütün içindeki dillere ayrışması gibi, onun ruhunun sesi de ağzından çıkan kelimelerine dağılıyordu; insanın kulağında dalga dalga yansıyordu bu ses, bakıyordunuz ki kanınız daha hızlı dolaşmaya başlamış, "i" harfiyle biten kelimeleri hecelerken kuş gibi şakı-yordu sanki, "ş" harfleri ise birer okşayış gibi çıkıyordu. Böylece, hiç farkında olmadan kelimelerin anlamlarını genişletiyor ve ruhunuzu insanüstü bir evrene doğru çekip götürüyordu. Kaç kere, bitirebileceğim bir tartışmanın sürüp gitmesine razı olmuşumdur! Kaç kere, insan sesinin bu konserlerini dinlemek için, ruhuyla’yüklü bir şekilde dudağından çıkan havayı içime çekmek için, bu söz halinde hecelenen parıltılı Kontesi canımın içine sokarcasına yüreğime akıtmak için, kaç kere, kendimi azarlatmışımdır! Hele bir gülebilsin, ne sevinçli bir kırlangıç türküsü çıkardı ortaya! Ya acılarından konuştuğu zaman? O zaman eşini çağıran bir kuğununkinden farksız olurdu sesi! Ev sahibinin sesi bana dikkat etmez görünüşü kendisini incelememe olanak verdi.
Gözlerim ona dikilmişken, birden bakar da görüverir diye ödüm kopuyordu. Bu korku içimdeki ateşi büsbütün körüklüyor, kendimi tutamıyordum, gözlerim ona takılıp kalmıştı.
Mezuniyet balo gününden beri her
akşam, hayatları düz, hayallare yangınlı gençlerin uykularına karışan karanlıklar içinde parıldayıp durmuştu bu ben. Ne olursa olsun, onun dikkati çekmesine sebep olan belli başlı hatlarını çizebilirim size; ama en iyi yapılmış resim, en sıcak vurulmuş renk de onu tam olarak belirtmekten acizdir. Benzetilebilmesi için, içte yanan ateşlerin yalazlarını canlan dırabilen, bilimin inkar ettiği, kelimelerin eksik kaldığı, âmâ bir âşığı görebildiği şu aydınlık buharı yansıtabilen usta bir ressam elini gerektiren yüzlerdendir onun yüzü. İnce ve aklanmaya yüz tutmuş saçları sık sık üzüyordu onu; bu üzüntüleri, başa doğru vuran kanın tepkileri yaratıyordu elbet. Yuvarlak ve La Jaconde’ unki gibi çıkık alnı açıklanmamış düşüncelerle, bastırılmış duygularla, acı sularda boğulmuş çiçeklerle dolu gibiydi. Koyu noktalarla harelenmiş yeşilimsi gözleri hep solgundu; bahtlarına boyun eğmiş insanların hayatında ender rastlanan büyük sevinç ve acı anlarında, hayatın kaynaklarıyla tutuşuyor ve bu kaynakları kurutuyor gibi görünen bir ışık saçardı aynı gözler; şimşekten bakışları beni müthiş bir aşağılama ile ezdiği zaman, yaşlar akmaya başlardı gözlerimden; en gözüpek kimseler bile başlarını önlerine eğerlerdi bu ışığın önünde. Phidias’ın elinden çıkmış olan ve zarifçe kıvrılmış bir ağıza çifte kavisle bağlanan yunani burnu, ince yüzüne ruhani bir ifade veriyordu; beyaz kamelyaların dokusunu andıran yüzü, yanaklarda güzel pembeliklerle kızanyordu.
arada sırada gülümsediği oluyor, bu gülümsemeleri onun olduğunu anlatıyordu. Şuhluğu, esrarlı bir niteliğe blürünmüştü; çoğu erkek gibi kadının isteğini kışkırtmak yerine onu hayale daldırırdı; ilk sıralardaki alevli tabiatını, ilk mavi düşlerini fark ettirirdi şöyle bir, gökyüzünü bulutlar arasından seçer gibi olurdunuz
. Kendiliğinden yaratılan bu esinler, bağırlarında arzuların ateşiyle kurumuş bir damla gözyaşını duymamış olan kimseleri düşüncelere sürüklerdi. Hareketlerinin, hele bakışlarının ender oluşu, itiraflarıyla onurlarını tehlikeye atanların takındıkları tavır içinde bir şey yapsa ya da anlatsa, o şeye inanılmaz bir büyüklük kazandırıyordu.
Sevgili büyükelçi
Onun bana yazdığı bir mektubu eklemek istiyorum,belki ilişkimizin nasıl başladığını ve ne zorluklarla ilerlediğini farklı dinlere mensup olduğumuz için evlilik aşamasında ne çok problemler yaşadığımızı hissedersiniz.
Sevgili Sarah;
O gün üstünde çizgili bir elbise geniş kenarlı bir yaka vardı, siyah bir kemer takmış, aynı renkte ayakkabılar giymiştin. Saçların sade bir sekide başının üstünde toplanmış, sedef bir tarakla tutturulmuştu. Size çizmeyi vadettiğim portrenin taslağı bu işte.
Tabii ki çok eksik bir taslak bu. Ya ruh yönün, ya çevrenizdeki insanlara sürekli olarak yaydığın o hava, güneşin ışığını dağıtışı gibi dalga dalga yayılan o besleyici iksir; sonra o içten yaratılışı, sevinçli saatle-rindeki halleri, kederli saatlerindeki boyun eğişi; bir mizacı belirleyen bütün bu iniş çıkışlar, gök olayları bir beklenmedik ve süreksiz durumlardan ileri gelmektedir; ancak, aynı kaynaktan geldikleri için birbirlerine benzeyen bu durumların tasviri de ister istemez bu hikayenin olayları içine karışacaktır; gerçek bir aile destanıdır bu hikaye; halk, tragedyayı nasıl büyük görürse, bilge de öyle büyük görür onu; içine benim karışmış olmam kadar kadın kaderlerinin çoğuna benzemesi de ilgilendirecektir sizi.
Bir lamba vardı konsolun üstünde. Şöminenin karşısında bir tavla takımı duruyordu. Saçaksız, beyaz perdeleri pamuklu iki geniş kordon tutmakdaydı. Kenarları yeşil şeritle işlenmiş gri örtüler koltuklan, sandalyeleri kaplıyor, kontesin gergefinin üstündeki işlemeli örtü de eşyasının neden böyle saklı olduğunu yeterince anlatıyordu. Bu ihtişama varıyordu bu sadelik. O zamandan beri gördüğüm evlerin hiçbiri,bu salondan daha verimli ve derin izlenimler bırakmadı üstümde; hayatın gibi sakin ve içe dönüktü burası, işlerindeki manastırlara özgü düzgünlük seziliyordu içinde. Fikirlerimin çoğu, hatta bilim alanında olsun, politik alanda olsun en cüretli düşüncelerim, kokuların çiçeklerden dağılması gibi, hep orada doğmuştur; çünkü benliğime verdiği tozunu serpen meçhul bitki orada yeşeriyor, erdemlerimi geliştiren, kusurlarımı kurutan güneş ısısı orada parlıyordu. Pencereden bakan gözleriniz çayıra hâkim evin, daha ileride kilisenin, bucağın ve Sache köşkünün süslediği karşı yamaçtaki girintileri, çıkıntıları kovalayarak Pont-de-Ruan’ın yayıldığı tepeden Azay Şatosuna kadar bütün vadiyi kucaklıyordu. Aileden gelenler dışında coşku tanımayan ve içinde bulunduğu durgun hayata uygun olan bu yerler, kendi huzurlarını insanın ruhuna da iletiyordu. Onu ilk defa o göz kamaştırıcı balo tuvaletleri içinde göreceğim yerde,şimdi aşkımın geleceğini yıkmasından korktuğum için içimi pişmanlıkla dolduran o çılgın öpücüğü çalar mıydım? Hayır, beni bahtsız kılacak böyle kötü bir durumda, onun önünde diz çöker, iskarpinlerini öperek üstlerine birkaç damla gözyaşı bırakır, sonra gidip İndre ırmağına atardım kendimi.
Ama teninin taze yaseminini kokladıktan, bu aşk dolu kadehin içindekini içtikten sonra içimde insanüstü haz-ların tadı ve umudu belirmişti.
Bir vahşinin öç alma saatini beklediği gibi, yaşamak ve zevk saatini beklemek istiyordum ben de; ağaçlara asılmak, bağlara tırmanmak, Indre’in sularında uzanıp kalmak istiyordum; ısırmış olduğum o nefis elmayı bitirebilmek için, gecenin sessizliği, hayatın yorgunluğu, güneşin sıcaklığı bana suç ortaklığı etsin, istiyordum. O, benden türkü söyleyen masal çiçeğini ya da insan kasabı Morgan’ın arkadaşları tarafından gizlenmiş hazineleri de istese, sahip olmak için çırpındığım o gerçek zenginlikleri ve o sessiz çiçeği elde etmek için, getirip önüne sererdim istediği şeyleri. Tanrıçama gözlerimi dikerek içine daldığım düş hali biterken bir uşak gelip kendisiyle konuşmuştu, Anlatılmaz önsezileri vardı içimde, insanı onursuz kılan el sıkışmalardan çekmiyordum, en çetin iradelerin bile parça parça körlendikleri o içinden çıkılmaz güçlükleri daha şimdiden sezinliyordum; bugün toplumsal hayattan tutku dolu ruhların aradığı sonuçları çıkarıp atan uyuşukluğun gücünden korkuyordum.
Yemek odası Tours işi beyaz taşlarla döşenmişti, duvarlar yerden bir metre yüksekliğe kadar tahta kaplanmış, daha yukarısı ise üstlerinde çiçek ve meyve resimleri bulunan parlak kağıtlarla örtülmüştü; pencerelerde kırmızı şeritlerle süslü perkal perdeler vardı; büfeler Boule mamulatı eski şeylerdi; elde örülmüş kumaşlarla kaplı sandalyeler ise oymalı meşedendi. Bol yemek bulunmasına rağmen, lüks bir görünümü yoktu sofranın. Biçimleri birbirine benzemeyen parçalardan meydana gelen aile gümüş takımı, o zamanlar henüz yeniden moda olmamış Sax porselenleri, sekiz köşeli sürahiler, sapları akikten bıçaklar ve şişeler altlarında Çin lakesinden yapılmış yuvarlak altlıklar; ama parlak ve diş diş kenarları yaldızlı kovalara çiçekler konmadan da edilememişti. Bütün bu eski şeyler çok hoşuma gitti, hele duvarları kaplayan
Reveillon* kağıtlarına, bunların çiçekli çiçekli kenarlarına bayıldım. Sevinçten içim içime sığmıyor, yalnızlığın ve yeknesak bir hayatın onunla benim arama koyduğu içinden çıkılmaz güçlükleri göremiyordum. yanında, sağında oturmuştum, bardağına şarap koyuyordum. Evet, ne umulmaz, beklenmedik bir mutluluktu bu! Elbisene sürünüyordum ekmeğjni yiyordum sofrasında. Şu yanyana geçen üç saatin sonunda hayatım onun hayatına karışmıştı artık!
Kısacası, o müthiş öpüşle, karşılıklı utancımız olan o bir çeşit sırla bağlanmıştık. Şerefli bir alçaklık içindeydim: o da bütün dalkavukluklarımdan hoşlanıyordu; köpeği okşamalı, çocukların en ufak isteklerini yerine getirmeye hazır olmalıydım, çemberler, akik bilyalar getirmeliydim onlara, at gibi binebilirlerdi de üstüme, bana kendilerine ait bir şeymiş gibi bakıp, istediklerini yaptırmadıkları için kızıyordum onlara. Aşkın da sezgileri vardır dehanınki gibi; sertliğin, asık suratlılığın, düşmanca tavırların bütün umutlarımı suya düşürebileceğini hissediyordum. Bütün yemek benim için iç sevinçlerle dolu olarak geçti. Kendimi evinde gördüğüm için, gerçekten soğuk tavırlarını da annenin nezaket perdesi arkasında saklanmış ilgisizliğini de fark etmeme olanak yoktu. Hayat gibi aşkın da bir bulûğ çağı vardır, o çağ boyunca kendine yeter. Tutkunun gizli fırtınalarıyla uyumlu olan, ama hiç kimsenin aşk hakkında hiçbir şey bilmeyen onun bile, anlayamayacağı bazı acemi cevaplar verdim. Bir rüya gibi geçti bundan sonrası. Ve bu güzel rüya, sıcak, kokulu bir akşamüstü, ayışığı altında çayırları, kıyıları ve tepeleri süsleyen beyaz dekorlar ortasında İndre suyunu geçerken, sona erdi; bilimsel olarak nasıl adlandırıldığını bilmediğim bir yeşil kurbağanın belli zaman aralıklarıyla söylediği o duru, hüzün dolu ve tek şarkı vardı kulaklarımda. O zamana kadar duygularımın çarpa çarpa köreldiği bu mermer duygusuzluğunu, bir süre sonra başka yerde de olduğu gibi, orada anladım; hep böyle mi olacak, diyordum kendi kendime; kaçınılması olanaksız bir etki altında gibiydim.
Sevgili Sarah;.
babam da birçok gizli muhalifler gibi hak etmediği derecede suçlamalara uğrayarak taşranın ve aile hayatının sakin havasına sığınmıştı; ya hep ya hiç diye ortaya çıkarak siyasal hayatın orta yerinde boy gösterdikten sonra devrilen büyük kumarbazların kaderi buydu sonunda. Ailemin serveti hakkında, geçmişi, geleceği hakkında hiçbir bilgim olmadığı için, kaderin özelliklerinden de habersizdim. Yine de, aile adımızın eskiliği, insanın birinci erdemi olan soyluluk, beni iyi karşılamana sebep olmuştu, ama bu iyi karşılamanın gerçek nedenini ancak sonraları öğrenebildim. Bir an için, bu ani değişme rahatlık vermişti içime. Mezuniyet balosunda seni gördüğüm andan sonra hayatımı paylaşabileceğim kişinin sen olduğunu düşünüyorum,senin için –o tatlı bakışların için-ailemin servetinden yada inancımdan vazgeçmeye hazırım bu evlilik için ailenin onayladığı bir eş adayı olmak için bu kararı almamda bir sakınca görmüyorum.
Behiç ERKİN hiçbir gerekçe gösterilmeden sadece Yahudi olduğu için tutuklanan bu adamı kurtarıp bu evliliğin yaşaması gerektiğini düşünmeye başlamıştı.Bir Hristiyan ile bir musevinin aşkını bir Müslüman kurtaracaktı!
-Mevlana-
Mevlana Celaleddin-i Rumi ağaçları çok severdi,yıllara meydan okumalarını,toprağa derin kök salmalarını sıkı sarılmaları onu etkilerdi.Ağaçlar bir insanın yaşamındaki zorluklara karşı ğöğüs germesi gibi doğanın zor şartlarına yıllarca meydan okuyordu.Son günlerde bir sıkıntısı vardı Mevlana Celaleddin-i Rumi ‘nin,düşünceleridarmadağındı,çocukları her zaman ki gibi kendi hayatlarını yaşıyordu,sağlığıyerindeydi,halk kendisine karşı itibar gösteriyordu,yeniden ağaçları izlemeye başladı,her gün Konya eşrafinden önemli ziyaretçileri oluyordu.
Oğlu Alaaddin’i düşünürken geçmişe gitti,aklına ilk eşi Gevher hatun geldi.Gevher hatun kendisine iki erkek çocuğu vermişti.Kendisini vefat eden karısına karşı suçlu hissediyordu.Rahmetli eşinin emanetine yeteri kadar iyi bakamadığı için kendisini yetersiz görüyordu.
Hayatındaki eksikliğe neden olan belki de düzendi.Her olay kusursuz bir düzen içinde ilerliyordu.Saray tarafından kendisine din hocası olarak atanacak kişiyi merak ediyordu.O gün Mevlana Celaleddin-i Rumi Cuma namazını kıldırıp uzun bir vaaz verdikten sonra dergaha döndü.Dergahta işlere başlamadan önce karısı Kerra ‘yı ve kızı Kimya’yı ziyaret etti.
Misafirler ile görüşmeye başladığı anda siyah cübbesi içinde kapıda bekleyen geleceğin büyük imamını görünce birden afalladı Mevlana Celaleddin-i Rumi ;ayağa kalkarak onu karşıladı sarayın gönderdiği hoca gelmişti.Dergahın baş müridi Pervane ilk gördüğü andan itibaren saray tarafından gönderilen bu alimi sevmedi.Pervane bekar bir adamın Mevlana Celaleddin-i Rumi ‘nin evinde kalmasının doğru olmadığını ifade etmişti.Bu sorunun tek çözümü bu büyük alim ile kızının evlenmesiydi.Şimdiye kadar hayatına kadın olarak sadece annesini kabul eden geleceğin büyük imamı böylece Kimya hatun ile evlendi.Kimya kısa sürede evlilik hayatına alıştı.
Dergah kalabalık bir misafir grubunu ağırlıyordu,kılınan akşam namazından sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi salona gelip her zamanki yerine oturdu,Şems de onun sağ tarafında yerini aldı ve sohbet başladı.Mevlana Celaleddin-i Rumi uzun uzun dinin kurallarını anlatıp ibadetin önemine değinirken odanın arka tarafında oturmuş üç kişi Şems’in dikkatini çekmişti.Sohbetten sonra soru cevap kısmına geçildi,tartışmaların soruların cevapların giderek artan bir tartışma ya döndüğü anda siyah cübbeli üç kişi birden öne fırlayıp büyük imam’ı hançerledi.
-SON-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.