10
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1129
Okunma
Güneş Keşiş Dağı’nın arkasından karanlığı kırmaya başladığında ordumuz dağın batı yamacını çoktan geçmek üzereydi. Çiğ düşmüş ıslak çimler yürümeyi zorlaştırsa da, askerler gayet muntazam ilerliyorlardı. Tam bi sessizlik hakimdi. Sessizliği bozan tek şey bülbüllerin birbirleriyle yarışırcasına mest eden şakımalarıydı. O an belki de buradaki çoğu kişinin duyduğu son güzel şeyin bu bülbüller olacağını düşündüm. İster istemez acıyla gülümsedim. Sonuçta hükümdarından en düşük rütbeli askerine kadar tamamen kardeş kardeşe bir savaş olacaktı. İsa Çelebi’nin paralı askerlere ağırlık vermiş olmasını umdum.
Şehzade en önde mağrur bir şekilde ilerliyor yanında ben ve diğer beyler, ardımızda süvariler ve onların ardında da yaya askerler geliyordu. Önümüzde yürüyen rehber çoban yaya olmasına rağmen yorulmadan ve gayet çevik bir şekilde ilerliyordu. Söz verdiği gibi bizi bir günden az bir sürede dağın ardından dolaştırmış ve Nilüfer çayına ulaşmıştık. Ancak bahar aylarından olsa gerek ovada yoğun bir sis mevcuttu. Öyle ki çayın ötesini bir perde misali kapatmıştı. Şehzade bu durumu gördüğünde canı sıkıldı. Sisin dağılması öğle vaktini bulabilir, bu süre zarfında bütün planımız suya düşebilirdi. Şehzade’nin sıkıntılı halini görünce yüzüğü avucumun içine alarak dua etmeye başladım. Bir süre gözlerim kapalı bu şekilde dua ettikten sonra yüzümü okşayan serin bir rüzgarla gözlerimi açtım. Arkamızdan esen rüzgar sisi dağıtmaya başlamıştı. Gülümsemem Şehzade’nin içimi okumaya çalışan bakışlarıyla yarıda kaldı.
Sis kalktığında ise bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Karşımızdaki manzara karşısında Şehzade dahil herkes şaşkınlık içerisindeydi. Çünkü çayın hemen ardında bizimkinden üç kat fazla görünen bir ordu bekliyordu. Asıl şaşırtıcı olansa İsa Çelebi’nin sancağının yanı sıra Karamanoğlu Mehmed Bey’in ve Romalı paralı askerlerin sancağının da olmasıydı. Beyler homurdanmaya başladı:
-Beyim ağabeyiniz haber almış olmalı.
-Beyim çok önceden alınmış bir istihbarat gibi duruyor.
-Hemen geri çekilip biz de paralı asker desteği almalıyız beyim.
-Beyim..
"Susun!!" diye gürledi Şehzade. Beyler bu bağırışla afalladı. Daha önce Şehzade’nin sesini yükselttiğine şahit olmamışlardı.
-Efendiler, bana ne oluyor ki gözlerinizde korku emaresi görüyorum. Kaçmaktan çekilmekten bahsedersiniz, hem de bunca sıkıntıdan sonra.
Beyler mahcup şekilde boyunlarını büktüler. Şehzade sesini daha da yükselterek ordunun duyabileceği şekilde konuşmaya başladı:
-Günlerce yolculuk ettik, uzunca mesafe katettik, kimse sonunun kolay olacağını söylemedi. Burda ya ölürüz ya da muvaffak oluruz. Her halükarda Osmanoğlu yaşayacak. Buraya kadar gelip bizi koyup gidecek olan olursa, savaştan sağ çıkmamam için dua etsin.
Askerler kılıçlarını ve mızraklarını kalkanlarında şakırdatarak Şehzade’ye destek verdiler. Şehzade başıyla onaylayarak bana döndü:
-Ee Mirza Bey sen ne diyorsun?
-Karşımızda bizim üç katımızdan fazla bir ordu var beyim.
-Ne yani sen de mi korkuyorsun?
-Haşa beyim, bir fikrim var. Kuzey tarafına bakarsanız nehrin sığlaştığı kısmı görürsünüz. Eğer erken davranıp orayı ele geçirirsek karşımızdaki ordunun üstünlüğünü büyük ölçüde kırmış oluruz. Zaten Romalı askerler ağır zırhlı, sığlıkta oldukça zorlanacaklar. Asıl endişe etmemiz gereken Karamanoğlu’nun okçuları. Onlar için bir süvari birliği ayırmalıyız.
Fikir Şehzade’nin hoşuna gitmişti. Hemen emirleri vererek orduyu sığlığa yönlendirdi. Bizim harekete geçmemizle karşımızdaki orduda da hareketlenmeler başladı. Şehzade elli kişilik bir süvari birliğini Karamanoğlu okçularının hareketlerini izlemekle ve buna göre hareket etmekle görevlendirdi.
Tam istediğim gibi az sayıda olmamız işe yaradı ve sığlığa önce vardık. Okçuları yerleştirerek mızraklılardan ilk darbeyi karşılayacak kalkanı oluşturduk. Süvariler ardları sıra bekliyor. Ayrıca ayrılan 50 süvari ise her an hızlıca harekete geçmek üzere fırsat kolluyordu. O sırada yaklaşan ordunun önünde Hürmüz ve adamlarını gördüm. Karamanoğlu Mehmed Bey ordunun başında Hürmüz’ü göndermişti. Hürmüz belli bir yerden sonra ilerlemedi ve orduyu yönlendirdi. Paralı askerler sığlığa giremediklerinden kuzey cenahta bekliyorlardı. İsa Çelebi’nin askerleri ortadan hızla geliyorlar, Karamanoğlu’nun askerleri ise güneyden destekliyorlardı. Karamanoğlu okçuları doğuda küçük bir tepeciğe yerleşmişler, uygun anı kolluyorlardı. İsa Çelebi’nin süvarileri mızraklı siperlerimize yıldırım gibi çarptı. Ancak sığlığı geçemediler. Ardından okçularımız süvarileri ok yağmuruna tuttu.
Süvariler kısa süreli bir dağınıklığın ardından tekrar hücuma geçtiler. Savunmada açtıkları gediklerden yaya askerler hücuma geçiyor, onlar da bizim yaya askerlerimizle göze göz dişe diş bir mücadeleye giriyorlardı. Bu esnada Hürmüz ve adamlarının garip şeyler yaptığını farkettim. Daha ne yaptıklarına anlam veremeden, askerlerin arasında dolaşan karaltıları farkettim. Bunlar duman şeklinde korkunç ifritlerdi. Hürmüz yine yapacağını yapmış savaşa kara büyü karıştırmıştı. İfritler çok hızlı hareket ediyor, askerlere musallat oluyorlardı. Savunma hattımız yarılmış, askerler dehşete kapılmışlardı. Ne kılıç ne de oklar ifritlere tesir ediyordu. Kaçınılmaz bir bozgun söz konusuydu. İfritlerden daha farklı ve daha korkunç olan bir tanesi hedefine kilitlenmiş gibi doğruca Şehzade’ye geliyordu. Şehzade çaresiz atını mahmuzlayarak ifrite doğru bir hamle yaptıysa da ifrit Şehzade’yi atından düşürerek bir yılan gibi sardı ve boğmaya başladı. Tüm bunlar saniyeler içinde olmuştu ve bakakalmıştım. Korkuyla titredim ve kendime geldim. Kılıcımı yüzük takılı olan elime alarak "Ya Allah!!" diye bağırarak ifrite saldırdım. o anda elim tıpkı Musa Peygamber’in beyaz eli gibi ışık saçmaya başladı ve ışık anında ifriti yuttu. Şehzade’nin şaşkın bakışlarını aldırmadan kendisini yerden kaldırdım ve diğer ifritlere doğru hareket ettim. Kılıcımı vurduğum ifrit yokoluyor, elimden çıkan ışık hüzmesi daha da güçleniyordu. Bunu gören Şehzade’nin askerleri, cesaretlerini toplayarak peşim sıra saldırıya geçtiler. Önce sırasıyla ifritleri yokettim, diğer süvarilerse yanımda at sürerek piyadeleri eziyorlardı. Ordumuzun dağıldığını gören paralı askerleri sığlığı geçmeye çalışırken yakaladık ve onları da oracıkta darmadağın ettik. Karamanoğlu okçularına ayırmış olduğumuz 50 kişilik süvari, paralı askerlerin dağılmasıyla hızla Karamanoğlu okçularını bozguna uğrattı. Hürmüz ve adamları bir anda savunmasız kalmışlar, gafil avlanmışlardı. Yanımdaki süvarilere onları işaret ettim ve üzerlerine gittik. Oracıkta Hürmüz’ün on adamının işini bitirdik ve Hürmüz garip bir şekilde yine ortadan kayboldu. Aramak için fazla oyalanamadık çünkü İsa Çelebi’nin ordusunun büyük kısmı hala duruyordu.
Okçularımız sığlığı geçerek, İsa Çelebi’nin kalan birliklerini ok yağmuruna tutmaya başladılar. İsa Çelebi kaçanları tekrar toplayarak bu kez orduyu kendi kumanda ederek hücuma geçti. Ben de süvarileri üstlerine sürdüm. Bir yandan süvarilerimiz daha fazla olsaydı keşke diye hayıflanıyordum. Tam o anda savaşın kaderini değiştiren olay meydana geldi. Önce büyük bir uğultu ardından büyük bir toz bulutuyla Keşiş dağından inen büyükçe bir geyik sürüsü gördük. Yüzlerce, binlerceydi ve başlarında boynuzlarından oldukça yaşlı olduğu anlaşılan diğerlerinin en az iki katı büyüklükte bir erkek geyik liderlik ediyordu. Şaşkın bakışlar arasında sürü İsa Çelebi’nin kalan ordusunu bozguna uğratarak aynı hızla yollarına devam ettiler. Biz de hiç vakit kaybetmeden üzerlerine giderek kalanları esir almaya başladık. Saatler içerisinde savaş kesin bir yenilgiden bizim galibiyetimize dönmüştü. Ancak İsa Çelebi de elimizden kaçmıştı.
Şehzade kalan askerlerle yanımıza gelerek savaş meydanını ve esirleri kontrol ediyor. Az önce gördüğü manzaraya bir anlam vermeye çalışıyordu. Nehir kenarından duyulan bağırışlarla hemen kontrol etmeye gittik. Hürmüz sazlıkların arasından sıvışırken yakalanmıştı ve tehditler savuruyordu. Şehzade ağzı dahil heryerinin bağlanmasını emretti. Şehrin meydanında idam edilecekti.
Savaş meydanından ganimetler toplandıktan sonra şehre hareket ettik. İsa Çelebi’nin bozguna uğrayıp kaçtığını duyan şehir halkı direnmeden kapılarını açmış, bizi büyük bir kalabalıkla karşılamışlardı. Zaten Şehzade’nin arzusu da şehre zarar vermeden girmekti. Tam istediği gibi olmuş hükümdar gibi karşılanmıştı. Vakit ikindiden akşama dönerken şehrin meydanına Hürmüz’ün idamı için bir sahne kurulmuştu. Ben de bu arada ailemi sağ salim bularak hasret giderdim. Öldüğümü düşünüyorlardı, birden kanlı canlı karşılarına çıktığımda sevinçten çıldıracaklardı. Bir müddet hasret giderdikten sonra Hürmüz’ün idamının gerçekleşeceği yere gittim. Halk toplanmış Hürmüz yüksekçe bir sahneye çıkartılmış, yanında cellat baltasını biliyordu. Birazdan akşam ezanı okunacak, Şehzade’nin arzu ettiği gibi namaz Ulu Cami’de kılınacaktı. Şehzade Hürmüz’e sordu:
-Her ne kadar bir ateşetapan, adi bir büyücü olsan da son sözünü soracağım. Bize söylemek istediğin bir şey var mı?
Hürmüz pis pis sırıttı. Tüm kalabalığı baştan aşağı süzerek gözleriyle beni buldu ve seslendi:
-Ooo Mirza Bey, görüyorum ki yine yerini sağlama almışsın. Ama üzülme er ya da geç o yüzük elinden alınacak. Senin gibi zavallıların taşıyabileceği bir şey değil o. Vaktin varken tadını çıkar...
Şehzade’nin el işaretiyle Hürmüz’ün sözü bitmeden cellat kafasını bedeninden ayırdı. Ardından tüm beylerle birlikte Ulu Cami’nin yolunu tuttuk. Yüzük bilgisinin ortaya çıkmasından rahatsızdım. En azından Hürmüz tarafından. Ben uygun bir fırsat bulduğumda herşeyi açıklayacaktım Şehzade’ye ama böylesi daha kötü bir sonuç doğurabilirdi. Bir şeyler sakladığımı öğrendiğinde Şehzade beni hoşgörmeyebilirdi. Bu düşüncelerle akşam namazını kıldıktan sonra cemaat dağılırken Şehzade bana kalmamı söyledi. Muhafızlarına da dışarıda beklemelerini emretti.
-Mirza Bey sanırım neden kalmanı istediğimi tahmin ediyorsun.
-Hürmüz’ün söyledikleri..
-Doğru değil mi?
- Evet beyim doğru, hep uygun bir an kolladım anlatmak için ama bir şeyler engel oldu, bunun için çok müteessirim.
- Yani seninle karşılaştığımdan beri yaşadığımız tüm o gariplikler..
-Evet beyim bu yüzük sayesinde, bir çok kez benim hayatımı da kurtardı. Hürmüz’ün söylediğine göre Süleyman Peygambere ait bir emanet.
-Yani mühr-ü Süleyman öyle mi?
-Evet beyim, sizinle karşılaştığımızda bunu Emir Timur’a götürüyordum. O an en iyi seçenek o gibiydi ancak sizi tanıdıktan sonra bunun size ait olabileceğini düşündüm ve hizmetinize girdim. Bunun da yardımıyla rakiplerinizi alt edebilir, kardeşlerinizi bir araya toplayabilirsiniz. Osmanoğulları tüm dünyaya hükmedebilir. Hem de sizin gibi dirayetli ve adaletli bir hükümdarın hükmü altında altın bir çağ yaşayabiliriz. Bu yüzük Allah’ın bir lütfu, bu küffardan bizim elimize geçmesi tesadüf değil beyim.
Bunları anlatırken yüzüğü Ulu Cami’nin ortasındaki şadırvanın taşına koydum. Şehzade’nin yüzü gülüyor, gözleri parlıyordu. Anlattıklarımın hayalini kuruyor gibiydi. Yüzüğe odaklanmıştı ve büyülenmiş gibiydi. Ben anlatmaya devam ediyordum. Sonra yüzüme baktı, ciddileşmişti.
-Mirza Bey, çok güzel bir hediye sunuyorsun bana ve bununla tüm bu karmaşaya son verebilirim. Allah’ın adını dünyanın dört bucağına ulaştırıp, adaletle hükmedebilirim. Ama hayır, hayır efendi Mirza, bu bizim için çok ağır bir emanet, bizim gibi sıradan insanların elinde bulunmamalı, hele ki tekrar yanlış ellere geçtiğini düşünmek bile istemiyorum. Biz Allah’ın izniyle arzumuza çalışarak, çabalayarak, savaşarak, kan ve ter dökerek, gerekirse kurbanlar vererek ulaşacağız. Öylesi daha kıymetli olacak emin ol ve doğru yoldan ayrılmayacağız, insanı yaşatacağız ki devlet yaşasın, bu anlayıştan uzaklaşmadığımız müddetçe evvelallah dünyaya bu yüzük olmadan da hükmederiz.
Bunları söyleyerek şadırvanın kenarından aldığı gürzü şaşkın bakışlarım arasında büyük bir hızla yüzüğe indirdi.
Son