- 517 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'intensity'
Balkonda oturmuş, yeni aldığım porselen bardağın içerisinde ilk kahve içimimi deneyimliyordum. Kendimi zorlamama gerek yoktu, annemin altılı fincan takımını bozup, o sevdiğim büyük fincanlardan biriyle zaten bu deneyimi tekrarlıyordum ama canım farklı bir şeyler yapmak istiyordu. İlk görüşte zaten rengine bayıldığım porselen bardak, kahve içimi deneyiminden başarıyla geçmişti. Alt yüzeyindeki ovallik yarım santim üzerinde yeni çocuk doğurmuş kadın kalçasını andırıyordu. Ön, yan ve üst yüzeyleri son derece çekici bir bardaktı. Zaten markette onu alırken de özel bir bardak olduğunu daha ilk dakikalarda hissettirmişti. Kasaya geldiğimde aldığım ürünler sırayla geçmiş, son olarak bu bardak kalmıştı. Kasiyer kız acemiydi, eli ayağına karışmış bir halde sağına soluna bakındı. Bandrolü üzerinde olmadığından bardağı cihazda okutamıyordu. O an ‘beş doksan’ diye fısıldıyordum ama onun duyabileceği bir ses değildi. Nihayet gözlerinin aradığı tecrübeli kasiyer bayan gelip, bardakla beraber reyona doğru hızlı adımlarla gidince, can sıkıcı saniyeler başlamıştı. Sırada bekleyen insanlar birken, iki, ikiyken dört olmuştu. Acemi kasiyer kız alt dişleriyle alt dudağını hafiften ısırıyordu. Kaygılıydı. Daha ilk günlerden böyle tatsızlıklar onu zorunlu olarak girdiği bu işten soğutuyor gibiydi. Tecrübeli kasiyeri beklerken aklıma gelen şey gülümsetmişti. Az para biriktirebilirsem alacağım çantayı hayal ediyordum. Bu gülümsememi farklı boyutlara taşıyabilecek insanların çevremde olabileceği endişesiyle derhal can sıkıntısı çeken yüz ifademe geri döndüm. Nihayet paketli haliyle bardak gelmişti. Uzun zaman sonunda nakitle alışveriş yapmanın gururuyla poşetleri kapıp, marketten dışarı çıkmıştım.
Canım bardağıma alışma sürecim hızla ilerlerken telefona bir mesaj geldi. Ağzımdaki sigaradan son kez çekip, onu ıslak bir mezarlığa gömerken, telefonu elime aldım. Mesaj Metin’dendi. ‘Cuma’ya beni misafir eder misin’ diyordu. ‘Tabi ki, gelmen onurdur benim için’ mesajı yollayıp cevabı bekledim. ‘Kız arkadaşım da olabilir yanımda’ diye mesaj atınca, önce duraksadım, sonra ‘ayrı ayrı yatarsınız sorun olmaz’ diye ben de mesajına tekrar karşılık verdim. Bulunduğum şehre iş icabı görüşme adına gelecekti. Sonraki birkaç mesaj da sürtüşme, küfürleşme gibi gayet doğal anksiyete belirtili bir yazışma geçince, durup kendi kendime düşündüm. Yaptığı işten kazandığı parayla iyi bir birikim yapmıştı. Beni acayip sinirlendiren mevzunun kendisi, uzun zamandır hal hatır sormadan, bir gün yine böyle iş için arayıp sorması olmuştu. Bu mesajlaşmamızda da ‘geldiğinde bana o zıkkımdan bahsetme’ deyince gerilmiş, ‘ben oradan ekmek kazanıyorum, bir daha birinin hizmet ettiği yere hakaret etme’ demişti. Hâlbuki inciteceğini bilerek, onu germek için çalıştığı kuruma ‘zıkkım’ demiştim. Hatanın tamamen bende olmadığına inanıyordum. Çünkü yaptığı işin eleştirilesi çok yanı vardı.
Cuma günü gelecekleri kesinleştiğinde onlar için yemek yapmam gerekiyordu. Her şeyden çabuk sıkılan biri olduğum için, şevkle yapmaya başladığım yemek hadisesinin daha ikinci dakikasında su koyuvermiştim. Çorba olarak tavuklu tarhana çorbası yapıyordum. Yemek olarak da hafif bir şeyler iyi olur diyerek fırında tavuk düşünmüştüm. Yağlı fırın poşetine altı tane baget tavuk koymam yeterli olacaktım. Çorba biraz zahmetliydi, yayla çorbası gibi ilk başlarda muntazam karıştırmak gerekiyordu. Çorbayı halledince sıra fırın yemeğine gelmişti. Önce patatesleri soyup, yuvarlak şekilde çok ince olmamak kaydıyla doğradım. Sonra sırayla, havuç, sivri biber, kırmızıbiber ve kabağı doğrayıp tavukların üzerine itinayla yerleştirdim. Bezelye de serpiştirdikten sonra poşetin kenarına üç diş sarımsak doğrayıp koydum. Metin’in arkadaşı İpek acı sever mi sevmez mi bilmediğim için, önce biber salçasıyla sos yapma konusunda kararsız kaldım. Metin için de aynı soru geçerliydi, en son beraber yemek yediğimizin üzerinden sekiz sene geçmişti. Bazı zevkler tartışılmazdır prensibince biber salçası tercihinden vazgeçmedim. Aslında bagetleri yumurtalı unlu sosla harmanlayabilirdim. Daha da güzeli baget çılgınlığına girmez, kemiksiz tavuk alır yemeğini yapardım. Sarma bu iş için biçilmiş kaftandı. Yapacak bir şey yoktu. Bagette nihayetinde iyi bir usta tarafından yapıldığında damakta güzel tat bırakabilirdi. Kendi açımdan bariz bir başarısızlık örneği olacak olsa, düşünmemem en iyisiydi. Ortaya küçük bir mevsim salata, yanına da yoğurt salatası –kesin özel bir adı vardır ama sırf Rus, İtalyan salatası gibi tanımlamalar kullanmama tercihine binaen- yaparsam ‘oh, mis gibi, yanında uyu lan’ tarzı bir menüm olacaktı. İftar olduğundan insanlar yine de pek bir şey yiyemediklerini göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Metin’in, İpek’in oruç tutup tutmaması elbette beni ilgilendirmiyordu. Zaten oruç tutmasa da, bazı insanlar kültür adı altında sağa sola iftar yemeklerine katılıp duruyorlar. Böyle şeyler de beni ilgilendirmiyor. Asıl benim canımı sıkan yine başıma çorap örmeye başlayan uyku problemimdi. Ayşe ‘sen de majör depresif bozukluk’ olabilir demişti. Majör sözcüğüne aşinaydım. Minör az, majör fazla mı neydi! Fransızca oldukları tipinden belli bu iki arkadaşın manaları bir yana, gerçekten de bende böyle bir problemin olup olmadığını merak ediyordum. Ayşe ‘baksana oğlum, bilfiil sosyal hayatında da mutsuzsun, kendi işini yapamaz hale geliyorsun bazen’ diye de ilave etmişti. Uyku problemlerimin sebebi de depresyon muydu? Sahi, ne moda bir kelime oldu şu meymenetsiz depresyon! Milletçe, hatta dünyaca bu kelimenin esiri gibi, ne zaman azıcık üzgün olsak ‘depresyondayım canım, bana elleşme’ diyebilir hale geldik. Fakat bir gerçek var ki depresif bir kişi olarak kendimi yorgun, tembel ve içime dönük hissettiğimde çoğu şeyden mahrum kalabiliyorum. Hiç olmadık saatlerde uyuyup, insanların mahcemallerini göremiyorum. Biraz araştırınca şu majör ruhsal sıkıntı hallerinin semptomlarında ilginç neticelere ulaştığımda, canım tekrar sıkıldı. Ne yani, kilo veremeyen, kısamayan, midesi sinirden kasılmayan insan majör depresif bozukluğa sahip olamaz mıydı?
Hayal kırıklığı fevkiyle düzeltilmediğinde başa büyük belalar açabilme potansiyeli taşıyabilir. Bu konularda tecrübeleri olan Fatma’ya bu konuyu açtığımda, ‘oğlum bırak tedaviyi filan, ilaç verir durur doktorlar, kendine keyif alabileceğin şeyler üret’ demişti. Öncelikle potansiyel enerjisi yüksek biriyim, buna ant içer, büyüklerim ellerinden öperim. Yok, bazen tiksindirici oluyorlar gerçekten de. Takip ediyorum, tuvaletten çıkıyor ve elini yıkamadan geçip kanepeye oturuyor. Sonra da evden dışarı çıkarken, ‘haydi Allah’a ısmarladık’ demeden önce, elini öpmem gerekiyor. Ne gerek var ki, hayır, gerçekten o pis eli öpünce saygıdeğer bir kişilik mi olacağım? Lanet olsun bu tür şeylere elbette ama mecburen filmlerden gördüğüm üzere alın değdirerek bu işin üzerinden de başarıyla çıkabiliyorum. Fatma tek tek majör depresif hastalığın belirtilerini söylüyordu:
-Uykuya dalmakta güçlük çekersin. Yani uykudan uyansan dahi uyumamış gibi hissedersin. Ne bileyim, uyursun ama uyumamış gibi, ben öyleydim şahsen.
-Tamam canım, anladık, e, başka?
-İştahta ciddi azalma oluyor. Ben o ara epey kilo vermiştim.
-Bunu es geçelim.
-Enerjin düşük olur. Öyle ki, televizyonda kanalı değiştirmek için göğsüne koyduğun kumandaya elin uzanamaz bir türlü.
-Bak bu güzeldi örneklemesi. Başka?
-Hareketlerde ciddi yavaşlama olur. Dediğim gibi, enerjin düşük, mal gibi ortalıkta gezersin. Huzursuz olursun, kendinden şikâyet etmeye başlarsın. Bazen ben ne derdim biliyor musun?
-Ne derdin?
-Ya, Fatma, kızım, gülme, manyak mısın ya da hapşırma, öksürme gibi aptalca şeyler.
-Anladım, başka?
-Ayıptır söylemesi yani, onda da azalma olur.
-Bak o konuda haklı olabilirsin. ( Fatma’ya yalan atmamın bir bedeli olamazdı)
-Ama dediğim gibi, koş, yüz, ne bileyim, sinemaya git, eğlenmene bak. Gez dolaş, kafanı dağıt.
-Tek başına olmuyor be kızım!
-Onu da ben mi sana söyleyeyim! Çevre edin kendine, insanlarla kaynaş. Tabi, öyle gidip uzaktan çiçek filan gönderme tanımadığın kıza. Sonra itin biri çıkar, sevgilisidir filan, başın belaya girer.
-Yok ya, tövbe, bir daha asla… ( Fatma kasiyer kıza çiçekli mektup gönderme olayımdan bahsediyordu)
-Hadi iki çay getir de sigara içelim. Camel vereyim sana, kaçak içip durma.
-Tamam.
Fatma elinden geleni yapmış, aklında kalan bilgileri paylamıştı. Neyse ki, Metin zeki bir çocuktu. Akılla zekâyı ayıran insanlardan olduğum için, akıllı demiyorum, bahasus zeki olması anlama kapasitesinin yüksek olduğunu gösteriyor ki, inecekleri yeri tarif ettiğimde hemen anlamıştı. Onları alacağım yere giderken, dönüşte fırından ekmek almayı da unutmamak için fırının önünden geçerken yere tükürdüm.
İpek’le ilk karşılaşmamızdı. Resmini gördüğüm kız oydu, evet, hafif daha yaşlıydı resimdeki haline göre. Yüzündeki makyaj ilgimi çekmişti. Metin de sonra derece cool takılıyordu. Aralarında onları lunaparka götüren dayı gibi kaldığımın farkındaydım ama hiçbir şey düşünmeden, hafiften muhabbet ederek yürümeye başladık.
İpek etrafa bakınıyordu. Metin daha çok hafızasında tarama yapıyor, benimle olan geçmiş dostluğuna karşılık anımsadıklarını sıralıyordu. İpeğin etrafı gözlemlediğini rahatça görebilirim ama Metin’in bu hafıza tarama hadisesine sezerek ulaştım. Öyle ki, Metin’in beni kendi evimden dışarı gönderip, sevgilisiyle sevişme isteğini dahi hissedebiliyordum. Bu şeytanca sezgilerin canı cehenneme! Tükürük kurumak üzereydi ki, fırının önüne gelmiştik. ‘Az bekleyin, ekmek alıp geleyim’ dedikten sonra tükürüğüme basıp, fırına girdim.
Eve yaklaştıkça İpek’in şaşkınlığı artıyordu. Bu sözlerine de yansıyordu:’ Ne güzel bir yerde yaşıyorsun ya!’ ‘Hı hı’ son derece modern ve şık bir cevaptı. Modern demişken bir ara ortalığın ergenlerini ağlatan, kitap okumayı sevdiren Melissa Panarello’yu anımsadım. Sahi, ne kutsal bir kitap olmuştu birdenbire! Uyuz, romantik geçinen, edebiyat namına kalitesiz ve aptalca olan kitaplardan daha iyi bir kitap olduğu kesindi. En azından açık açık kızın biri çıkmış, başından geçen seks maceralarını anlatmıştı. Bunu modern Avrupa’nın çizmesinde kitaplaştırarak, farklı dillere de çevirerek post-modern facianın en kapitalist pazarlamasının nasıl olabilirliğini de ortaya koymuşlardı. Gerçekte kız çıtı pıtı, kısa boylu, tatlı yüzlü, derinlere bakan gözleriyle fotoğraflar çektirir olmuştu. Herhangi bir eğitimi olmasa, bu kitap yazarlığından iyi para kaldırmamış olsa, genç bayan arkadaşımız için görünen yol Avrupa’nın o son derece ferah ve modern genelevleri olacaktı. İnsanın hayıflanası geliyor, izbe yerler harici, adamların genelevleri bile modern. Bar taburesine oturmuş birbirinden bombastik yavrular, müşteri bekliyorlar. İpek beni daldığım fenalıktan uyandırdı:’ Daha gelmedik mi?’ ‘Sola dönünce İpekçim’ dediğim an, gözlerim birbirinden uzaklaşmaya başladı. Nötr durumda olan zıt kutuplar olmaktan çıkmış, yanlarına yaklaşan bir zıt kutuplu yüzünden iyice acayip bir şekle bürünmüşlerdi. Metin’in yüzüne baktığımda, alakasız bir tebessüm görünce rahatladım. Hayır, o ‘çim’ kısmını birkaç sonraya saklayabilirdim tabi ama ben rahat bir insanım, demesem içimde kalırdı, o çim büyürdü, büyüdü, halı saha olurdu.
Merdivenler ikisini de yorsa da, nihayet daireden içeri girebilmiştik. İftara yarım saatten az bir zaman vardı. Geçen sene yol kenarında çöpün az ötesinde atılmış halde gördüğüm masayı salonun ortasına koymuştum. Masanın üzerine de pazarda kullandığımız tezgâh örtüsünü sermiştim. Bu benim küçük bir sırrımdı aslında, o örtüyü yıkamış, tertemiz bir şekilde muhafaza ediyordum. Egzotik bir ortam vardı salonda. Sandalyelerin ikisi aynı, biri değişikti. İddia ediyorum ki ipek bilerek bu soruyu sormuştu:’ Yalnız mı yaşıyorsun?’
‘Hayır İpek hanım, birazdan size bu egzotik sofrayı hazırlayan güzellik odadan çıkıp gelecek. Güzel bir şeyler giyinmesini tembihledim, bizimki aslında hiçbir şey giymeden de güzel ama o güzelliğini az örtmek adına elbise giymesini istiyorum. İki bayram evvel güzel bir elbise almıştım kendisine. Hiç giydiğini görmedim, belki bu sefer onu giyer. Hu hu, hayal hanım, gelin artık isterseniz.’
Bunları demedim. Gülümseyip, ‘belli olmuyor mu’ diye cevap verdim. ‘Vallahi aslında olmuyor. Metin’de böyle zaten, siz ikiniz boşuna eski arkadaş değilsiniz. İkinize de bravo’ derken, bu beğenme ve benzetme tarzı pek hoşuma gitmemişti. ‘Siz oturun, ben servisi hazırlayayım’ dedim. Yardım edelim gibi mırıldanmalar duysam da, ‘a, olmaz, yolcusunuz, dinlenin az’ deyip kıçlarının bir süreliğine daha kanepede oturmalarını sağladım.
Servisi başarıyla yaptığım için kendimle gurur filan duymamıştım, bu alışkın olduğum bir şeydi. Asıl mesele şimdi yedikten sonraki kısımdı. Büyük bir eksik vardı, tatlı almayı unutmuştum. Neyse ki bunu da ‘yemekten sonra termosa çay doldurup, sahile gidelim, çerez, çikolata alır yeriz’ diyerek geçiştirmiştim. Bilmiyorum, bu alışkanlığı pek sevmiyorum. Öyle ki, ben de yemeğe gittiğim her yer de tatlıyı bekler hale geliyorum ama hayır, iyi bir şey değil bu. Değişmesi lazım. Tatar Ramazan gibi biri girip, çekip çift sulanmış bıçağını… ‘Ulannn’ demeli! Televizyon kapalıydı ama ben ayna gibi görüntüyü yansıtan ekranda tatar ramazan oynuyormuş gibi bakıyordum. İpek tepki verme konusunda son derece rahat biriydi. ‘Mımm, ne güzel ne güzel bu çorba, of, kızarmış nar gibi tavuk’ gibi söylemleri iç gıdıklayıcıydı. Bazen sandalye de oturur, göğüs kıllarımı çekiştiririm. O an hafif bir acı hissederim. O acının kendisi misafir olmuşta, kasıklarımın üzerine oturmuş gibiydi. Berbat huylarımdan biri de, tek olamadım mı tuvalet sıkıntısı yaşıyor olmamdı. İstesem de o büyük sıkıntından azledilemiyordum. Boşaltım sistemimi de kendime benzetmiş, yalnızlığı sever hale gelmişti. Yemekler afiyetle yenince az gururlanır olsam da, hafiften kabızlık yolunun gözüktüğü ilk dakikalar da Metin’in ‘sigara nerede şey ediyoz’ demesiyle ayağa kalkıp boşları mutfağa götürdüm. İpekte yardım ediyordu. Bunu gören Metin’de işe dâhil olunca, boşlar bir gidişle hallolmuştu. Bir tek içecekler ve bardaklar kalmıştı. İpek, nazik bir Nazi subayı gibi ‘Würden sie bitte, ich werde damit umgehen!’ dese şaşırmazdım. Belki de Yahudi’dir kendisi, öyle oyun oynuyor tüm tümene filan… Saçmalıyor ve haddinden fazla geriliyorum bazen. İpek’e elbette bulaşıkları bırakmak istemiyordum. Bırakamazdım da ama ucundan kıyısından yardım etme talebinin onda rahatlama getireceğine inancını fark edince, ‘tamamdır, sen hallet o zaman, biz erkek erkeğe sigara içelim’ dedim. Metin’le balkona çıkmıştık. ‘Evin içinde içmiyor musun’ diye sordu. ‘Balkon gibi nimet varken, gerek yok kokutmaya etrafı’ dedim. Hak verircesine başını salladı, ‘bende mutfakta içiyorum evde sadece’ dedi. Biliyorum der gibi ben de göz kırptım. Konuşmadan aslında anlaşabilirdik. İki eski okey eşi gibiydik aslında. Gözlerimizle ‘biteyim mi?’, ‘okey var mı?’, ‘taşlamaya devam et’ tarzı ifadeleri çok rahat bir şekilde göz hareketleriyle birbirimize anlatabilirdik.
Sahilde biraz yürüdükten sonra hep oturmak istediğim ancak kalabalıklar için üretildiğine inandığım piknik masasının birinde oturmuştuk. Ortama benim sessizliğim hâkimdi. İpek ile Metin iş muhabbeti yapıyorlardı. Çerez, cips, çikolata da beyaz naylon poşetin içerisindeydi. Çayları evden getirdiğim çay bardaklarına koyduktan sonra, birden ikisi beraber aynı anda bana seslendiler. Sonra hafif bir gülüşme sonrası, ‘sen mi, hayır ben mi yoksa’ tarzı absürt bir sorgulama içerisinde debelendiler. Mevzu işleri konusunda beni aydınlatmalarıydı.
-İpek, müsaade edersen ben anlatayım. Kardeşim, yaptığımız iş konusunda slayt olarak sana bilgilendirilme de yapmıştım. Hatırlarsan bu çevre içerisinde senin de olmanı istediğimi söylemiştim.
-Sahi, doğru, hatırlıyorum, yapmıştınız bir bayanla beraber.’
-Evet, işte zeki birisin sen, tekrar başlangıca gitmeye gerek yok. Ben senin de bu birlikteliğin içinde olmanı istiyorum.
İpek’te, Metin’de üzerimde garip bir baskı oluşturuyorlardı. O an gözümde zengin olma hayalleriyle dinamik düşünce safsatalarını birbirine satan iki vatandaştan başka bir şey değillerdi. Kitap okumaz olan arkadaşım Metin bu işle beraber kişisel gelişim kitapları okur hale gelmişti. Network furyasının acısını bizden çıkarmaya iddialı kapitalist bir holding sıcak para kaynaklı büyürken, altta pek çok insanı kendisi adına yıpratmaktan başka bir şey bilmiyordu. Elbette, kendi açılarından, inandıkları yönüyle haklı olabilirlerdi ama ben kendime bile çoğu zaman katlanamıyorken, kaldı ki başkası da para kazanırken ben network zırvası adına uğraş vereceğim… Peh!
-Beni dinliyorsun değil mi kardeşim? Bak bu iş dünya çapında bir gelişim… Tekrarlamaktan çekinmiyorum tabi ki…
-Dünya çapında milyonlarca insanın canını yakan uygulama diyecektin…
-Canını yakan mı? O, bak şimdi olmadı, yanılıyorsun dostum. Ben sana ne demiştim, hatırlıyor musun? Babama bu iş sayesinde araba aldım.
-Metin, seni çok dinledim kardeşim. İpek Hanım, siz de bu iş içindesiniz. Öncelikle beni dinleyin lütfen. Bana kızacaksınız ama 750 dolar böyle bir iş için yatırmam. Dahası böyle bir birikimim de yok. Bana kişisel eğitim verecek kişiden başlayayım mı? Kim bu? Örneğin sen Metin, bana gelişim dersi mi vereceksin? Beni nasıl geliştireceksin? Bana üstten akılla beraber süregelmiş kapital yöneticilerinin sözleriyle iş ahlakı mı vereceksin? Sonra birkaç otelde organizasyon yapıp, gaza getirme aşamaları… Ben bu yaştan sonra gaza gelip Dubai’de gökdelen gökdelen dolaşacak biri miyim? Motivasyon zırvaları, satılan ürünün boşluğu, kişisel gelişim absürtlüğü… Her şey bir yana bana internet sitesi satmak için aslında bu parayı istiyor bu tür şeyler. Kalkıp, basit bir şekilde yüz liraya bile site açtırırım kendime. Problem şahsi bir site açtırmaksa, sen bile demiştin sana site yaparım. Ne için peki? Kendi şiirlerini, yazılarını paylaş demiştin. Dostum, haklısın, internetin aktif olduğu bir dönemdeyiz ama faşistçe ve irticacı bir gayret olarak göze batabilir ama kitap meta kaynağı olmasın! Yanlış anlamayınız ama bu işi boş beleş insanlar yapıyor.
-Ne demek istiyorsun dostum?
-Bak, durun dedim, önce dinleyin beni. Siz para kazanmış olabilirsiniz, size bir şey demiyorum. Bu yola girmişsiniz ve beni de çağırıyorsunuz. Ben kendi fikrimi paylaşıyorum. Ha, boş beleş birinin daniskasıyım ama idrak ettiğim bazı noktalar var. Sizin bağlı olduğunuz şirketin amacı web sitesi satmak mı?
-Doğru ama eksik bilgi var, hayalleri gerçekleştirmek adına bir fırsat da sunuluyor. Balık vermiyoruz, balık tutmayı öğreniyoruz.
-Site kurmayı mı öğreteceksiniz?
-Tabi, işin ucunda webmaster olma yolu var.
-Zekâmın sınırlarını bilen biriyim, bu tür taraklarda benim beyin işlemiyor. Kodsuz, direk çalışıyor benimki!
İpek birden konuşmaya girince, bir dal çektim paketten.
-Hayır, bakınız burada herkes sizin gibi düşünüyor ilk başta. Yanılıyorlar, yanılıyorsunuz, yapabilirsiniz, neden olmasın!
Gülümsedim. Metin’in de konuşmasını bekledim.
-İpek doğru söylüyor. Seni tanıyorum dostum, bunu yapamayacak insan değilsin.
Kendimi zor tuttuğum saniye de ağzımdan çıkan şey benim de hoşuma gitmemişti.
-Allah bile kullarını böyle zorlamıyor. Kusura bakmayın da, bu iş böyle çok yanlış, insanı rahatsız edici boyutta ilerliyor.
Sevgili çiftim aynı anda sırtlarını geriye doğru çekip, burundan hızlı bir nefes çekip, bıraktılar. Kızmışlardı bana. Aslında ben de tam olarak bunu istiyordum. Kızarlarsa susabilirlerdi. Metin hala konuşmaya niyetliydi.
-Sen bana bir gram olsa da inanmıyor musun?
-Birincisi bu kadar zorlamanız benim için rahatsız edici. İkinci olarak da şunu söyleyeyim ki, sen bu işe atıldın atılalı bir kez olsun adamakıllı görüşmedik. Ne oldu, bir gün aklına geldim ve beni de bu oluşum içerisine sokmak için benimle iletişime geçtin. Haksız mıyım? Uzun zamandır birbirimizden haber dahi alamıyorken, bir anda o eski günlerdeki gibi kayıtsız bir gülümsemeyle benimle yeniden iletişime geçtin. Fakat mesele bu sefer farklıydı. Bir sebebe dayanarak iletişime geçtin. Sen diyorsun ki bu oluşuma girmek senin için de iyi olacak. Çıkar yani, bir şey için, illa ki bir şey için değil mi? Oysa hiçbir şey beklemeden, ummadan bir ‘nasılsın’ demenin keyfini unuttuk mu biz? Sadece iş güç mü var artık hayatımızda?
İpek gözlerini belletiyordu. Metin çay bardağını sıkıyordu. Sinirlendiğinin farkındayım.
-Siz ekmek kazanıyor olabilirsiniz ama ben kardeşim, dostum dediğim adamdan kaç dolarsa artık tam olarak, o kadar işte, söğüşleyemem kardeşim. Bana iyilik yapmak istiyorsan, bu konuyu açmadan nasılsın diye sor bir sonraki sefere.
Bozulmuş gibi halleri vardı. Bana ‘sen aptalsın, kafan basmıyor’ gibi cümleler kursalar ‘siktirin gidin lan götoşlar’ da diyebilme potansiyelim yüksekti. Çünkü ben onlardan daha fazla sinirlenmiştim. İnsan oğlunun umutlarını pahalı bir arabaya, dubleks bir eve, Dubai gibi ahlaksız Müslüman ekonomisine yönlendiren bir oluşum ya da birey fark etmez, gözümde hiçbir şey ifade etmiyordu.
Eve döndüğümüzde Metin hemen uyumak istemişti. Aramızda ciddi mana da bir gerginlik vardı. Biraz daha mevzu uzasa, birbirimize kalp kırıcı, kavga edici tepkilerde verebilirdik. Yataklarını hazır edip, odadan çıkarken ‘sahura kadar uyumazsınız sanıyordum ama neyse kaldırım sizi ben’ dedim. Metin kaba bir ses tonuyla ‘iyi geceler sana’ derken, İpek anlamsızca elinde tuttuğu pijamasına bakıyordu.
Balkona geçip sandalyeye oturduğumda, aklıma birkaç gün önce aldığım porselen bardak gelmişti. Kahve gerginliğime iyi gelecekti. Odanın ışığı açıktı ama kapısı kapılıydı. İçeride konuşma sesleri fısıltı halinde kulağıma geliyordu ama bir şey anlayamıyordum. Mutfakla uyuyacakları oda yan yanaydı. Kahvemi yapıp, hemen balkona geçmek istiyordum. Son zamanlarda Edvard Munch üzerine yaptığım araştırmalar vardı. Güzel bir deneme yazısı düşündüğüm sevgili sembolist ressamın hayatı anlama çabasındaki yüzde birlik oranı evimde misafir olanlarda bulamamıştım. Lambayı çoktan söndürmüşlerdi. Uyuduklarını temenni ediyordum. Balkonda martıların bağırışlarını karanlıkta dinliyordum. Ara sıra geniş kanatlarıyla biri ayaklarımı uzattığım duvarın önünden hızla geçiveriyordu. Bir an tık tık diye bir ses duydum. Kafamı çevirip, cama baktığımda İpek’i gördüm. Gece uyumak için getirdiği kıyafetin aslında pijama takımı olmadığını, eşofmanla tişört olduğunu üzerinde görünce anladım. Uyuyamadığını, rahatsız etmemişse, yanımda oturma konusunda izin istiyordu. Aslında gelip oturacak olmasında problem teşkil edecek bir şey yoktu. Biraz ortam gerilmişti ve farklı yörenin havalarını çaldığımız için anlaşamamıştık.
Sandalyelerimiz arasında mesafe olması için biraz oturduğum sandalyemi sağa doğru ittirdim. Yeni bir sigara daha yakacaktım. Kahvemi çoktan bitirmiştim. ‘Kahve ister misin’ diye sordum. ‘Yok, çarpıntı yapıyor gece’ dedi. ‘Sanki altmış yaşında gibi cevap veriyorsun sen de ‘ dedim. Gülmüştü. Hafiften üşüdüğünü anlamıştım. Bana da hafiften bir ürperti gelmeye başlamıştı. ‘Geliyorum hemen’ dedim. Dolaptan onun için polar şalı aldım. Kapının arkasında asılı gömlekte benim içindi. Balkona döndüğümde elimdekileri görünce gülümsedi, ‘ne gerek vardı’ dedi. Polar şalı görünce ‘a, kadın şalı bu, kimin ki’ dedi. ‘Annemin’ dedim gülümseyerek. ‘Metin sana çok kızdı’ dedi. ‘Aslında ben de, ben de kızdım ama ben seni anlamak istediğim için yoruldum.’
Konuşmamız uzun olacak gibiydi.
-Yoruldun mu? Beni anlamanız için aslında senin yorulman, Metin’in de kızması gerekmiyordu.
-Olaya hep kendi pencerenden bakıyorsun ama…
-Nereden bakmalıyım sence İpek? Sizin pencerenizi doğru olarak görsem, zaten aranızda olmam gerekmez miydi?
-Haklısın, ama…
-Aması yok İpek, emek harcamadan, üretmeden olmaz iş güç…
-Emek yok mu sanıyorsun bizim işte?
-Koşturmanız, emek harcıyorsunuz demek değildir. Ben inanmıyorum sadece. Bizim Metin’le bu konuda önceden de bir ayrıma düştüğümüz nokta olmuştu. O zaman Metin inanmıştı, yollarımız ayrılmıştı. Şimdi zaten ayrı yollardayız, inanıp inanmama meselesinde bile değiliz bu noktada.
-Kusura bakma ama şey soracam, odada koliler içinde çoraplar vardı, çorapçılık mı yapıyorsun?
-Bir arkadaşla ek iş olsun diye yapıyorum.
-Ne güzel, ek iş ha! Kazanıyor musunuz peki ayıptır sorması?
-Bu aralar hiç gitmiyor. Belki bayramdan önce birkaç gün bir kıpırdanma olur.
-Aslında…
-Aslında siz de emek harcıyorsunuz, öyle mi diyecektin?
-Çok kabasın gerçekten! Hayır, aslında sana hak vermeye çalışıyorum diyecektim.
-Ya, bana hak mı veriyorsun? Böyle bir şeyin imkânsız olduğunu sanıyordum. İkinizde ineğe tapanlar gibiydiniz sahilde.
-Ben seni bugün ilk defa gördüm, tanıştım, muhabbet ettim. İnsan tanımadığı insana yabancıdır ama ne bileyim, garip bir hava var sen de, bir boşluğun içerisinde yuvarlanmak gibi.
-Allah Allah, garip bir benzetme oldu.
-Evet, anlatamıyorum zaten.
-Peki, öyle olsun bakalım ama keşke Metin’de beni azıcık anlıyor olsaydı.
-Çorapları bana göstersene sabah, bakayım, alırım belki.
-İhtiyacın olduğu için mi söylüyorsun? Çorapsız gelmiştin buraya, giymeyeceğin şeyi ne yapacaksın?
-A, gerçekten kabasın ama! Giyemem mi iki ay sonra?
-Giyersin tabi, fakat son pazara çıktığımızda yaşadığımız şoktan sonra çoraba inancım da kalmadı.
-Neden?
-Saatlerce durduk arkadaşla, 2.5 lira kazandık sadece. O da kadın vazgeçmişti, almayacaktı, yüz lira para verdi, bozduramam dedim, kalsın dedi, tam gidecekti, dur dedim bozduracağım.
-Kötü olmuş.
-Yok, aslında cebimde hiç para yoktu. Minibüs parası oldu o bana.
-Nasıl yani, hiç mi paran yoktu?
-Olamaz mı?
-Bilmem, olabilir de, çalışıyorsun ama…
-Harcıyorum da, biriktirmiyorum.
-Belli, harcıyorsun, çok kitabın var. (Dudaklarını büzüştürüp, dışa doğru sarkıtarak)
-Keşke hepsini kitaba harcıyor olsaydım. Ayda yüz-yüz elli lira kitaba gitse ne olacak? Boş harcıyorum bazen.
-Metin bu konu da iyi, parayı iyi tutuyor.
-Onu seviyor musun?
-Evet, neden sordun?
-Bir gelecek düşünüyor musun peki?
-(Kendinden emin bir şekilde) Tabi ki, beraber Dubai’de balayı yapmayı düşünüyoruz.
-Sen mi düşündün bunu yoksa o mu?
-Güzel soru. (Gülümsüyordu) Aslında oraya gitmeyi o söyledi, balayı fikri de benden çıktı.
-İnşallah, mutlu olursunuz.
-Teşekkür ederim.
-O gün, pazarda 2.5 lira kazandığınızı söylediğin gün, ne hissetmiştin?
-Neden böyle bir şeyi merak ediyorsun ki?
-Merak sadece, yani nasıl anlatsam…
-Loser or winner meselesi mi? Hani Jobs’un bir adama söylediği söz var.
-Ne?
-Adama diyor hani, do you want to sell sugared water fort he rest of your life? Ya da işte benimle gel dünyayı değiştirelim diyor.
-Yarı Türkçe, yarı İngilizce ha?
-Orası önemli değil, sizin mantığınızla çelişiyorum ben. Kaybetmek incitici olmamalı. Asıl kaybetmeyi kazanan tarafta görenlerdenim.
-Bu yaşama aykırı aslında. Güçlü zayıfı öldürür, doğa kanunu bir.
-Ama zavallı bir antilop daha çekici gelmez mi her zaman sana? Aslan ya da yırtıcı hayvan kimse, insanı dehşete düşürmez mi? O incecik ceylan boyu kırılırken üzülmez misin? İnsan zenginlere, güce, paraya yalnızca kin besler. Güçlü olduğu anda, parası olduğunda daha fazla kin beslemiştir. Yalnızca kin oranı artar.
-Neden, para ihtiyaç değil mi? Sen 2.5 lira değil de, 250 lira kazansaydın mutlu olmaz mıydın?
-Mutlu değil, borçlarımı kapatır, diğer borçların akıbetini düşünürdüm.
-Borç olmadığını düşün, mutlu etmez mi seni?
-Parayla mutlu olunmaz. Mutlu olabileceğini sandığın şeyler satın alınır.
-O zaman mutlu olmaz mısın işte?
-Hayır, mutluluğu para aracılığıyla satın alamazsın. Albert’e burada katılmıyorum.
-Albert kim?
-Albert Camus.
-Ha, evet ama sen hala Pazar gününü anlatmadım.
-Ciddi ciddi o gün ne hissettiğimi mi merak ediyorsun?
-Evet, ne var bunda, anlatsan ölürsün sanki.
-Tamam, anlatayım. Bak o gün diğer akşamdan arkadaşla konuşmuştum. Saat on iki gibi gelip, kolileri arabaya yükleyip pazara gidecektik. O gün Salı pazarı vardı. Neyse saat bir buçuk gibi geldi. Biraz geç geldi. Yükledik kolileri pazara gittik. Tezgahı kurmam yaklaşık bir saatimi aldı. Uyuz bir köpek gibiydim. Huzursuz bir halim vardı. Sonra oturduk kaldırım taşına, arada sırada ‘altı çift beş lira’ diye bağırdık. Oturduğumuz kaldırım taşının önünde boş kola ve su şişesi vardı. Patates satanlar var yan tarafımız da, cihat yapalım, Müslümanları kurtaralım diyen tipler, neyse bana diyorlar ki oruç tutmuyor musunuz? Ben on yaşından beri kaçırmadan tutarım. Sorun şu, tutmayana hesap sorarsan olmaz. Rabbimiz varsa cezası, tutmayana verir ama kalkıp hesap sormanın manası nedir? Tut ki tutmuyorum, o mana öyle dedi diye, ‘sana lan pis sapık, hırsız’ dersem kavga dövüş olmaz mı?
-Niye öyle bir şey diyesin ki?
-Bazı içtihat yanlışı yapan hoca bozuntuları yüzünden küçük yaşta kız çocuklarıyla evlenilebilir cevazı veriliyor, böyle olunca sakallı Müslüman görünce ona sapık diyorlar. Hırsız diyorlar, çünkü Müslüman kimliği altında çalıyorlar. Başka her şey de diyebilirler.
-Peki, sen ne dedin onlara?
-Yanımdaki arkadaşın tutmadığı günler de oluyor. O zaten duysa onları alınırdı. Tartışırdı da. Ben ‘güldürmeyin adamı, işinize bakın, nasılsınız’ gibi geçiştirdim.
-İyiymiş politikan.
-Sonra arkadaşın hanımı geldi. Hanımı hamile, duba gibi şişmiş zaten. Baktım satış filan olmuyor, 2.5 liralık olmuş sadece, saat de altı tam, bastım küfrü, hadi toplayalım dedim.
-Tam da işlek vakitte gittiniz demek…
-İşlek? Sen nereden biliyorsun bakalım?
-Babam pazarcı benim.
-Anlaşıldı, ondan merak ettin de anlat dedin.
-Evet ya!
Bir süre sustuk. Martılar yine kendi dillerince bağırıp duruyorlardı. Operadaki o şişman kadın gibi, gecenin karanlığında baykuşun da bir yerlerde olduğunu biliyordum. Beynim yine farklı çalışmaya başlamış, acayip bir soru üzerine düşünmeye başlamıştı. ‘Acaba neden erkeklerde de meme vardır’ diye düşünüyordum. Bir taraftan evrimsel baz da düşününce probleme çözülür olarak yaklaşıyordum. Diğer taraftan ilahi bir hazzın neticesi olarak düşünebiliyordum da! Berbere normalde beş lira veren birisi olarak, on liradan fazla başka bir berbere para verdiğimde içim acıyordu. İşte o hüznü tattıran bir soruyu düşünüyordum. Memesiz bir erkeğin görüntüsünde bariz eksiklik göze batabilirdi. Adı üstünde de, memeli canlılarız. Peki, diğer hayvanların erkek olanlarında meme var mı? Rastladığımı sanmıyorum.
İpek’te ayağını benim gibi uzatıp, gözlerini kapamıştı. Bir saat kadar daha balkonda oturup, muhabbet ettik. Beraber mutfağa geçip, sahur hazırladık. Tepsiye son olarak haşlanmış yumurtaları koyarken, son kez soracağı soru için izin istiyordu:’ Sana bir şey sorabilir miyim?’
-Gerçekten istemiyor ve sevmiyor musun değil mi bizim yaptığımız işi?
-Evet, kaç defa söyleyeceğim artık…
-Allah belanı versin. Metin’e ikna ederiz, gidelim demiştim. O bana söylediği kabul etmediğini. Canın cehenneme!
-Ne oldu yine, o kadar güzel, arkadaşça muhabbet ettikten sonra sonu böyle mi olacaktı?
-Senin gibi mankafa arkadaşım olmaz olsun!
-Ayıp ediyorsunuz ama benim evimde bana hakaret ediyorsunuz.
-Ciddiye mi aldın?
-Ne diyorsun anlamıyorum ki?
-Şaka yaptım be, şaka! Of, tamam, ben de böyle konuşunca, ıyk, tiksindim kendimden.
-Ne oldu? Anlamadım ben…
-Dur şu Metin’i de kaldırayım da, sahur yaparken anlatacağım.
-Neyi?
-Sen gerçekten iyi bir insansın. İş yüzünden değil, ciddi mana da seninle dost olmasını isterim.
Şaşkınlığım tavan yapmak üzereydi. Arkadaşımdan beklediğim vefayı, sevgilisi göstermeye çalışıyordu. Eğer başarabilirse, iş harici eski dostluğumuzu yineleme fırsatımız olacaktı.
İpek birkaç gün önce yeni aldığım porselen bardakta çay içmek istediğini söylemişti. Bu benim için onurdu.
Metin’i uyandırmanın kısa yolunu bilen İpek, onun boynunu okşayıp, yanağından öptü. Tok kedi gibi başımı çevirip, çayları doldururken, Metin ‘nieeeh, noooldu uyandırdın gece gece’ diye söyleniyordu.
YORUMLAR
Size yetişmek hayli zor! Herhalde defterin en üretkeni sizsiniz. Günlük, sıradan hayatı böylesine rahat ama çarpıcı, ustaca anlatan birini bırakın defterde, yazar aleminde bulmak çok zordur. Sözcükleri yerinde ve bu denli hızlı bulmanız, bu ustalıkta kurgulayıp, en küçük ayrıntıdan bu kadar vurucu tasvirler üretmeniz takdire şayan, hayranlık uyandırıcı. Her yazınızın altına yorum yapamıyorsa bu fukara, okumadığından ya da beğenmediğinden değil, yazacak cümleleri bulmada yaşadığı zorluktandır.
Sağlıcakla