- 2232 Okunma
- 15 Yorum
- 5 Beğeni
Dağınık Korku
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Baban öldü, dediler. Sonra. Suratıma kapattılar telefonu. Neden benim babam, neden diye isyan etmek gelmedi aklıma o an. Eğer sevseydim bunları yapardım. Yapmam lâzımdı. Olması gereken buydu çünkü. Sanırım çocukken de böyleydim. Büyüdüm; hiç değişmedim. Geçmedi de.
Bir gün evden ayrıldım. Kimseye söylemeden hem de. Kimsenin umurunda değildim zaten. Üç yıl önceydi işte. Başka bir kente gittim. Kalabalık olan çok uzak bir kent. Herkesin uzağından daha çok uzaktaydı. Ben uzaktayken öldü babam. Bu yüzden cenazesine gitmemek için fazlasıyla sağlam bir bahanem bile vardı. İnsan babası öldüğünde yanında olmalıydı oysa. Ben olmadım. Haberim olsaydı da olmayacaktım belki de.
Babam neden öldü?
Bu sorunun hiçbir önemi kalmadı artık. Babam cumartesi sabahı ölmüş, bugünse günlerden pazartesi. Dün pazardı. Cumartesi ölseydi de gitmeyecektim ama. Öldüğü sabah uyanıktım mesela. Son sigaramı sarıyordum bir arap kâğıdına-arap kağıtları ince olur-. Kimse pek bilmezdi ama babam erken de uyurdu. Belki de bu yüzden erken öldü babam. Zaten erken denilen bir zaman diliminde aradılar beni. Açmadım. Açmak istemedim sanırım. Hayrı, eminim. Basbayağı açmak istemedim o an. Bunlar yetmezmişçesine bir de sabah işe gittim. Patrondan izin almak için odasına daldım. Babam ölmüş, gideceğim dedim. İnanmadı. Allah’a da pek inanmazdı yavşak. Başka bir yalan bulamadın mı, dedi sadece. Haklıydı kendince. Burada herkes az biraz haklıydı zaten. Ben de en az onlar kadar haklıydım. Oradakiler, yalan söylemiyor, onun babası sahiden ölmüş, deyince inanmak zorunda kaldı. Neden ağlamadığımı sordu sonra. Ben ağlamam, dedim. Suratımın meymenetsizliği öfkemi kapatmaya yetmiyordu. Böyle deyince kızdı. Paramı verdi ve çık dışarı dedi. Çıktım. Bir daha da gelme dedi. Duyduğum en son cümle bu olmuştu.
Oradan ayrıldığımda saçlarım kirliydi. Ellerim de tiner kokuyordu. Epey tükürk biriktirmiştim ağzımda, fırsatını bulur bulmaz da fırlattım yere. Simsiyahtı. Ağzımdan yere fırlatınca gördüm. Kömür gibiydi. Bunlar ayrıntı değildi. Söylemek zorundaydım. Eve gittim. Sadece ellerimi yıkadım. Çok dağınıktı ev. Etrafı toparlamaya gerek duymadım. Valizimi hazırladım sadece. Birkaç elbise dışında başka da bir şeyim yoktu. Sıradan bir cenaze gibi perşembe günü ikindi vaktine müteakip kaldırılacakmış. Beni bekleyeceklermiş o zamana kadar. Benim ölülerden tiksindiğimi bilmiyorlardı. Bilselerdi bu kadar ısrar etmezlerdi çünkü. Neyse işte. Biraz kestirmek için uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Valizimi alıp dışarı çıktım. Oturduğum apartmanın bir alt katındaki ev sahibine anahtarı vermeye gittim. Geri gelmeyeceğim bir daha, al anahtarı. Kendine başka bir kiracı bul, deyince suratı gevşedi. Sonra sırıtmaya başladı. O öyle sırıtınca daha da tiksindim kendimden. Çok yakışıklıydı çünkü. Vedalaşmadan ayrıldım oradan. Tren istasyonuna doğru yol aldım. 16.45 trenine bir bilet aldım. Trenin gelmesini bekledim. Benimle bekleyen başka birileri de vardı. Anneler, kadınlar, babalarının elini tutan çocuklar, kahkaha atanlar… Kuru kuruya beklemek zoruma gidiyordu. Sonra ekspresin siren sesi duyuldu. İstasyon hayli kalabalıklaşmıştı, nasıl olduysa artık. Vagonlardan yolcular iniyordu. En öndeki vagondan içeri daldım hemen. Arkadan ‘’yavaş ol ayı’’ diyen kalın bir ses kulaklarıma dokunsa da bakmadım. Üşendim. Galiba babam öldüğü için bakmadım.
Cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Sigara içmek geldi içimden. Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular! İşyerindeyken biri söylemişti bu sözü, çay molasında. Aklımda oradan kalmıştı. O da bir kitaptan okumuştu zaten. O kitabın yazarı da bir şairden almıştı. Öyle işte, saçma ama dilime takılmıştı. Sigaram yavaş yavaş parmaklarımın arasında yok olup gidiyordu. O esnada hareket etti ekspres. Uyumak istedim gene. Gece geç bir saatti uyandığımda. Başka yolcular da sigara içtiğinden içerisi çok fena olmuştu. Camı açtım hemen. Tren durmuştu. Demiryolu diye bir istasyonundaydık. İki adam ve bir kadın, camlardan başını çıkaran insanlara ellerindeki hasır sepetlerden bir şeyler satmaya çalışarak dolaşıyorlardı vagonları. Sepetleri görünce epey acıktığımı hissettim. Onlara seslendim. Ama duymuyorlardı. Biraz daha gür seslenince dönüp baktılar bana. Koşarak geldiler…
Yarım saattir size sesleniyorum, deyince içlerinden biri tehlikeli bir ses tonuyla söze atlayarak ‘’Biz buradayız abi de siz neredesiniz’’ diye cevap verince manasızca gülüştüler. Niçin güldükleri pek ilgilendirmiyordu beni. Bu yüzden gülmedim. Ne sattıklarını sordum. Gene beklemediğim bir cevap aldım: hikâye satıyoruz. Nasıl yani hikâye mi, diyerek karşılık verdim. Ne tür hikâyeler yazdıklarını anlatmaya başladılar. Ben hikâye okuman deyince sustular. Az önceki hallerinden kalmamıştı. Tren, peyderpey hareket ediyordu. Derken, içlerinden biri bana seslendi. ‘’Elimde sadece bir hikâyem kaldı. Al, benden olsun’’ diyerek birkaç kâğıt uzattı. Hiç düşünmeden aldım –çok az düşünürüm-.
Camı kapadım. Koltuğuma iyice yayıldım. Karnım aç olsa da göz gezdirdim. İçimde bir şeyler kudurmuştu sanki. Okuduğum her kelime geçmişimden çalınmışçasına yüzüme çarpıyordu. Tren hızlanmıştı. Beynim trim trak uğulduyordu. Fakat gene bırakmıyor, devam ediyordum okumaya. İlk defa bir şeyin sonunu getirmek için kendimle boğuşuyordum. Biraz bekledim. Toparlanmak için bekledim. Camı açtım. Dışarısı zifiri karanlıktı. Korkmak için korkuyu beklemeye gerek yoktu. Korkutucuydu gece. Köpekler havlıyordu. Bir kasabanın ışıkları görünüyordu. Hangi kasabaydı o? Aklıma bunları kim soktu? Kafamda buna benzer sorular cirit atıyordu adeta. Kâğıtları yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Başımı cama dayayıp gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışıyordum. Fakat uyuyamıyordum. Sebebi babam değildi ama, bendim.
Babam perşembe günü gömülecekti. Oysa bugün salıydı ve daha yoldaydım. Vagondakiler manasızca bana bakıyorlardı. Bir süre sonra bakmayı kestiler. Beynimin içinde okuduğum o hikâyeden fırlayan köpekler durmadan havlıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde kudurmayı bekliyorlardı sanki. Bunları düşünürken sızmıştım. Bartın’da gözlerimi açabildim ancak. Buradan otobüsle İnebolu’ya gidecektim. Üç dört saat sürecekti. Belki daha da uzun. Babamın öldüğü eve gidecektim. Doğduğum eve yani. Terminale gidiyordum. Elimde valizim, etrafı dikizliyordum. Biraz sonra kalkacak araç, dedi gözlüklü esmer bir adam. Beş on dakika beklemem gerekiyordu ama. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup bekledim. Çok geçmeden otobüs hareket etti. Yanımda kızıl saçlı bir kadın vardı. Kitap okuyordu. Kalın bir kitaptı. Merak ettim -hep merak ederim-. Baktım. Kadın baktığımı gördü. Çevirdim başımı. Çektim.
Perdeyi çektim. Herkes benimle geliyor gibiydi. Kimse inmiyordu çünkü. Herkesin babası ölmüş olamazdı ama. Bir saat sonra otobüs durdu. Şoför, kapıları açtıktan sonra indi.
İnebolu’daydık.
Her şey haddinden fazla değişik gelmişti bana. Tahta at mahallesine gidecektim. O esnada beklemediğim bir olay oldu. Babama çok benzettiğim beyaz mantolu bir adam yanımdan geçti. Gözlerimin önünde cereyan ediyordu her şey. Baksaydı bana o da şaşıracaktı belki ama bakmadı. Adam uzaklaşınca ben de yoluma devam ettim. Yaklaştıkça mahalleye yıllar önce neden terk ettiğim o an hafızamın içinde berraklaşıyordu. Dişlerim gıcırdıyordu adeta. Avlulu evlerin arasına kazık gibi dikilen apartmanlar korkunç hâle sokmuştu mahallemizi. Yeniydiler, ama bahçeleri yoktu. Bahçe dedim de evi terk ederken babam bahçedeydi. Ansızın bir kadın seslendi. Duymazdan geldim önce. Yürümeye devam ettim. Önüme çıktı. Tanımakta zorluk çekmedim onu. O da tanıdığı için seslenmişti zaten.
Annemdi. Baban iki gün sonra defnedilecek. Sevin artık. Senin yüzünden öldü, dedi. Babam gibi bakıyordu. BÜYÜK BİR ÖFKEYLE. İçinde demlendirdiği kötü bir şeyler olduğu belliydi. Ruhu cinnet geçirmiş olabileceğini düşündüm ilk önce babamınki gibi. Bu daha başkaydı gene de. Kinliydi. ‘’Sen bir katilsin. KATİL’’, dedi. Elinde demir çubuk vardı. Paslıydı. Babama benzeyen o beyaz mantolu adam geçti yanımızdan. Bu defa o da baktı. Hiç şaşırmadı. Yanılmıştım. Annem suratıma bir şamar vurunca afalladım. Çok aşağılık bir darbe yemiştim suratıma. Annem pes etmiyor, vuruyordu devamlı. Elindeki demir çubukla başıma vurmaya başladı sonra. Kanlanmıştı yerler. Daha fazla dayanamadım, yere yığıldım. Gene de söz geçiremiyordum dilime: Babamı sevmiyorum. Babamı sevmedim. Babamı sevmeyeceğim!
Lacivert/ Temmuz-Ağustos, sayı 64.
YORUMLAR
merasimleri oldum olası ne sevmiş -hoş sevilecek bir tarafı da olmaz zaten- ne de tasvip etmişimdir...sadece cenaze törenleri değil, düğünler, nişanlar, kınalar, resmî veya normal toplantılar her neyse işte...çünkü o kalabalığın nerden baksan yarısından fazlasının, vazife uğruna, hatır uğruna veya orda bulunması gerektiğine kendini kaptırıp daha çok göze batmak ve yokluklarını gidermek için meraklarından orda bulunduklarını biliyorum ve bu durumdan rahatsız oluyorum...ha evet o kalabalığın içinde saklanim derken benim de ayaklarım yerde iyice sürttü...daha çok sırtımı yaslayacağım duvar diplerini, kimsenin beni göremeyeceği köşeleri, uçları tercih ettim hep...cenaze törenlerinin de örf ve adet kapsamları içinde hep kendini tekrarlaması ve öteki tarafta da huzura kavuşsun ve ruhuna değsin diye sanki merhumu sağken memnun edememiş ve bunun pişmanlığını duymamak için dökülen onca gözyaşının üstüne onca toplanan kalabalıktan dua talebinde bulunmak ve vicdanı susturmak bana gereğinden fazla abartılı geliyor bazen...ölünün ardından adına ve şanına yakışır törenler hazırlamak, kazanlar dolusu yemek pişirip dağıtmak, helvasını kavurmak -ha ben helvayı severim ölü-sağ farketmez o ayrı- kırkını çıkarmak, kurbanlar kesmek ne bilim ne gerek var bütün bunlara..?
bunun üstüne bir yazı yazmıştım sırası gelmişken paylaşmak istiyorum seninle:
Amıke'yi aradım bugün Fate...sesi kötüydü...kolay değil elbet elli yıllık hayat arkadaşını, canından canını kaybetti kadıncağız...hesapta ağlamak yoktu ama onun acılı sesine daha fazla dayanamadım...zaten gözyaşlarınla alacaklı-verecekli gibi karşılıklı konuşamazsın gülüm...öyleyse dudakları yerinden hoplatmak niye?..ölçüsüz vurgularını titretip, birbirine sürtmek de neyin nesi?..koyver gitsin!..varsın inceldiği yerden kopsun!..değil mi ki hergün bir parçamızı dışarıya fire veriyoruz...değil mi ki dalına tutunamayan yapraklar misali, hani şu bizim Selim, Turgut ve benden oluşan birçok halk.a üyeleri gibi bir ağacın kavuğundan kovulup, saklanacak başka bir delik arıyoruz öyleyse direnmek niye ve kimin için Fate?..beraber ağlayalım gülüm...hergün birbirleriyle ladese tutuşsun damlalarımız ve biz her seferinde kaybedelim bu tuzlu yarışı..şimdiki skor bir sıfır...sakın sek-sek oynayan izler gözünü korkutmasın gülüm...bu daha ne ki?..yeni başlıyoruz...
velhasıl işte! ağladım bir güzel bizim Amıke ile...ilginçtir böyle bir tepki vereceğimi önceden kestiremedi kadın...benden böyle bişey beklemiyordu sanki...hani insan hiç beklemediği bir olayın karşısında ne yapacağını şaşırır ve paniğe kapılır ya; kadıncağızın da o dakika sesi duvarlara çarpıp gümbürtüye gitti aniden...bir anda ne olduysa hızını kesti...yani benim sesim az bir farkla sol şeritten onu solladı...demek ki çok dokunaklı makamları titretmiş olmalı dudaklarım...ben de neye uğradığımı şaşırdım...bak bu da ilginçtir...hani o öyle çuvalladı gitti diye ben de kalakaldım bir başıma sesimle...uzatsam mı yoksa ondan bire mi düşürsek notanın iniltili ayaklarını bilemedim...be kadın! ne güzel kendimi kaptırmış akord tutturuyordum ne diye ayarlarımla oynayıp araya giriyorsun...sıranı bekle öyle değil mi ama?..velhasıl kadın da şaşırdı herhalde başka laflar, sözcükler boyuna araya sıkıştırıp durdu...öyle olunca da ses tellerimizde bi gerilme oldu ve bütün bilindik titreşimler koptu...çok üzüldüm çaresizliğimize gülüm!..bana öyle geldi ki; araya zorla sıkıştırılmaya çalışılan saçma sapan onca sözcük türeyince seslerin ayağı kaydı ve başka makamlara sardı...bir harfin bacağı diğerinkine sarktı...öbürü buna hemen bozuldu...birinin kolu diğerinin boynuna sarıldı...öteki bundan hoşlanmadı, huy kaptı...oldu da oldu işte!..yapacak bişey yok olan oldu!...boğazımıza dizilmekten kurtaramadı hiçbiri yakasını...sonra da ayakta kalıp oturacak yer bulamayınca boşu boşuna yer işgal ettiler nefes borumuzda...biri kalkmadan öbürü çullandı üstümüze...derken üst üste yığılınca içimizde yankı yapmaya başladı onca ses...nefes alamayışımız, boğulacak gibi oluşumuz hep ondandır... üzülme sen hıçkırıklar birazdan geçer!..skor iki sıfır ben arkadayım...ön tarafları sevmiyorum biliyosun arka taraflarda gözümü kaptırmıyorum hiç değilse...
ne gereği vardı, diye düşündüm sonra...düşünürken de gülmenin notalarını ç.alacak gibi oldum ve inan ki çok korktum...düşünsene ağlarken birden bire U dönüşü yapıp o kapıyı inadına zorlamak ve kıracak gibi olmak!...gibi gibi sanki...
"çok kalabalıktı meral çok kalabalık! sana nasıl anlatim kapıdan tut da taaa sokağa kadar, hayret ettim...sanırsın başbakan ölmüş (ah be hala nerde o günler!.. hem niye hayret ediyorsun ki, sadece başbakan, yüksek rutbeli adamlar ölünce mi yığılır insanlar sokağa?..yalnızca devlet soyundan gelenler mi hatırı sayılır insanlardır?..bir tek onlar için mi ağlanır...sen bakma onların peşine takılan kuyruğa...çoğu kendisinden bihaber...birçoğu kendi gölgesinden korkar...peki ya ötekiler amıke? ya o ecelsiz ölenlere, o suçsuz, günahsız yitip gidenlere ne demeli?..diyecek oluyorum diyemiyorum zor bela zaptediyorum kendimi...bi iç geçirme nöbeti sadece...diğerleri gibi bu da geçer...skor üç sıfır...önleri zorluyorum ama sana ulaşamıyorum bi türlü...çok kalabalık...
belli ki kadın acısından mantıklı cümleler kuramıyordu Fate...tipik insan doğasının acılıyken sergilediği tablo...biraz da öldükten sonra gidenin ardından övgüler taburu geçsin ki merhum'un da ruhu rahat etsin kendine...ama sanki amıke'nin bizim zama'yla helalleşmemiş gibi bir hali vardı ya da bana öyle geldi; yüzüne söyleyemediklerini şimdi inci gibi ağzına diziyordu...kendisine dedim ki: -zama mâ iyi insandı...nur içinde yatsın!-...amıke'yi susturabilmek ne mümkün beni duyduğunu bile sanmıyorum...say'açlar dört sıfırı gösteriyor...yoksa zar mı tutuyorsunuz siz..?
"taaa Maraş'tan, Bitlis'ten arayanlar, soranlar...inan ki tandık dostlarımızdan çok yabancı hiç tanımadığım insanlar toplanmıştı başımıza...ben havaalanında dört hayvan yetermi acaba diye düşünüyordum ki..." peki bu neydi şimdi amıke?..ya kulaklarım birkaç harfe torpil geçiyor, ince zarı tırmalıyor ya da ben yanlış duyuyorum ikisinden biri gülüm...yok doğru anlamışım, daha memlekete varmadan kurban edilecek hayvanların hesabı (artık koç-koyun-kuzu-sığır; büyük-küçük baş hangisi olursa olsun herhangi bir statü aranmıyor, rutbeli olup- olmayışları da o kadar mühim değil artık!..etine-buduna göre göze değenin vay haline!) ve milletin karın derdine düşülmüş...bir telaş ki sorma gitsin Fate!..hoş sen biliyosun zaten...kendi gözlerin de canlı tanıktı bu merasimli kaosa...bu telaşı berabere bitirelim isterdim ben de ama nerde gitgide arayı açtık...
bırakın artık şu geleneklerinizi...adamcağız ruhunu yukarıya emanet edeli birkaç saat olmuş, daha toprağı parselleyip, tapusunu göstermemiş, izinsiz aşağı inmesi bile yasalarımıza aykırıyken; siz kalkmışsınız kesmeden-yemeden-içmeden bahsediyorsunuız be insaf!..sanki ne kadar çok yenirse o kadar dua toplanacak..hayır kurumları yanınızda halt yemiş...inan ki amıke; çoğu dualar ihtiyaçların karşılanması ve günahların örtülmesi için, içten içe talepte bulunur senden...gözünü korkutup bir amaç güder ve zarurîyetten söylenir...sesli duyulması kulağa daha hoş geldiği için ulu orta yaygara koparır...hâl böyle olunca alacak-verecek meselelerine dönüşür niyetler..."bir günahımı kaç duaya satarım hesabı" anlatabildim mi?..s.atan s.atmıştır...tüketici yemiştir, karnı doymuştur ve köşesine çekilmiştir...belki içinden hiç dua etmek gelmiyordu adamın veya kadının...ama masanın üstündeki ziyafet, fırında kızarmış butlar zoraki söyletiyordu insanı...gel ye iç hiçbir şey demeden, hâşa kıçının üstüne paşa paşa otur sonra geğir, hiçbir şey olmamış gibi kalk git cenaze çıkan evden olacak iş mi bu?..ne ayıp! hiç yakıştıramadım size bunları...duyar gibiyim ziyanı yok!..kırmızı kart yedim ve kadro dışıyım artık...kalabalığı tribünlerden dürbünle seyrediyorum...burdan bakınca karınca gibi görünüyor herkes...arı gibi hareket halinde ve yükünüz ağır...izin verseydiniz seve seve sırtlardım sizi ve karşı yakaya köprüden geçebilirdik beraber...
belki birçoğu ortalığı böyle pür telaş ayaklandırdığınız, kendinizi bu düzene kaptırdığınız için türlü türlü dalgalar bile geçiyorlar arkanızdan... hatta çoktan dedikodu kazanlarını fokur fokur kaynatmaya başlamışlardır hiç merak buyurmayın siz..."he kız o neydi öyle?..anam kadının hiçte üzüntülü bi hali yoktu...hele büyük oğlanın gözünden bi damla yaş dahi aktığını görmedim...herkes kendi havasındaydı...ama bak kız çok ağladı yazık! belli ki çok üzüldü garibim...aman ne olacak sanki bir-iki gün ağlayıp sızlayıp dizlerine vururlar sonra da unutur giderler...kız sahi bir kardeşi gelmemişti adamın acaba araları mı yoktu dersin?..hele bi bacısı vardı ki suratsızın tekiydi o da neydi öyle...valla ben korktum hatundan çiğ çiğ yiyip parçalayacakmış gibi birilerini bakınıp duruyordu etrafına...sanki birileriyle atışmıştı bana öyle gibi geldi ama tam çözemedim meseleyi..yok yok kesin bişey oldu da biz göremedik?"...daha neler neler var gülüm...ama anlatması yoruyor adamı...benim dilimde gül biter, onlar da tüy!..epilasyonlu cümleler kurmadım dikkat ettiysen...zaten köklerimden kopmuş vaziyette; bağımsız bir ölüyüm ben de...
yani anlayacağın böyle ortamlarda nezaketen oturulur, yenilir, içilir; eller havaya kalkar bir-iki sevaplı cümle ağzından kerpetenle çekilir...sıkıysa söyleme!..sana cennette yer yok!..olay budur yani...ben birisine dua edersem içimden geldiği gibi okurum...bütün âyetleri, (bak şapkasını takmasını bile biliyorum ah'ını almiyim şimdi bir harfin günahtır çarpılırız sonra) bütün duaları da ezberlememe gerek yok...arapçayı su gibi öğrenip veya sadece parça parça bir duayı akılda tutmak için gerektiği zaman avucuma alıp gün yüzüne çıkarmama da gerek yok...gramatiğine zeval gelmesin diye elimden kurân'ı düşürmemeliyim kuralı da yazmıyor bir yerde...benim yüreğimdedir bütün iyi niyetlerim...niyazlarım...taaa derinlerde bir yerde...herkese çıkarıp göstermem gelişigüzel...ilk önce onu hakedecek birini bulmalıyım karşımda... kirletmeden tertemiz yine içine yerleştirecek ve orda koruyacak sonra da nesilden nesile verecek birini yani...sevabıyla-günahıyla içimizdedir barınağımız...sığınağımız...
dua edersem ellerimi birçoğu gibi havaya kaldırıp, göğe bakma zorunluluğunu da tanımam ben Fate...benimle o kutsal varlığın arasında geçen diyaloğa kimseyi içeri bırakmam..o sıra ne yerdedir ayaklarım ne de gökte...haritada yer mi işaretliyoruz ki bir takım doğa ve manzara olaylarını devreye sokalım?..bir insanın en iyi dilekleri dilden önce, kalbine düşer ve yüreğini yoklar...eğer kaldıramayacağın yükte olursa er geç çıkacaktır bedeninden...er ya da geç terkedecektir birgün seni...iyi niyetlerin de, kötü niyetlerin de...ama iyiye dair ne varsa içinde onu gülümseyerek yolcularsın her zaman...hatta "kendine iyi bak" diyen bir buseyi yanağına kondurursun...çünkü bilirsin gideceği yere güzelliğini de beraber götürür ama kötüler hep sövülerek kovulur...hep ağzında tahriplere-tahriklere yol açar ve dilinin yuvasını zehirler...o acımsı tad hiçbir zaman çıkmaz ordan ve o bölgeden çıkan sonraki sözcükler ister istemez nasibini alır bu zincirleme kazadan...ister istemez çıktığı ve gittiği yerde kötü izlerini ardından bırakır ve her yere bulaştırır...ne yazık ki bir panzehiri satılmıyor henüz piyasada...
yani demem o ki gülüm; çoğu zaman başında toplanan bu kalabalık gelenek yerini bulsun diye, halk arasındaki adı iade-i ziyaret denilen durum; hal-hatır ilişkilerinden ibaret olup; daha çok arkasından kötü konuşulmasın diye ve yarın öbür gün başka bir yerde, başka bir toplantıda, düğünde, cenazede v.s göz göze gelince, birbirlerine bakacak yüzleri olsun diyedir yine...
hâl böyleyken insanlar ısrarla kimlik sayımı yapar gibi birbirinin yüzünü tarayıp, banttan geçirircesine birbirlerinin röntgenlerini çekip duruyorlar ha bire...işte buna çok kızıyorum...sanki baktıkları yüzde aynı merhamet ve iyilik temalarını işleyip gündemde tutmaya çalışıyorlar birbirini...birkaç yağlı sözcüğü de yanına dizip karşılıklı yutturmaya çabalıyorlar...göstermiş oldukları bu üstün uğraşlarına ve telaşlarına hastayım doğrusu...keşke bu performanslarını başka alanlarda da gösterseler...
evet belki de haklısın amıkemı... -biz böyle gördük, böyle biliriz- zincirinin vazgeçilmez bir halkasıdır bu örf ve adetlerimiz, demek istiyorum diyemiyorum...kulağımı zonklatan o sözcük kısa devre yapıyor yine:
"dört hayvan yeter mi acaba?"
dört bacaklı olanlar mı yoksa iki ayaklarıyla üstünde duramayanlar mı?..
demek istiyorum diyemiyorum kadına...
şaşkınım tabi...ben de birkaç ağırbaşlı ve oturaklı sözcük bulduktan sonra kapatıyorum günün konuşmasını..
sonra da içimden diyorum ki:
bra yanlış anlama ama ömür kadın amıkemâ!..
...
...
farkındayım harun şimdi ben de laf kalabalığı yapıp sayfayı gereğinden fazla işgal ettim...neden yaptım bunu bilmiyorum...huyum kurusun meramını uzun uzun anlatanlardanım ben de işte...
evet yazına geri dönelim şimdi...okuyunca ister istemez benim de gözümde mösyö meursault' ın profili canlandı...herşeye kayıtsız ve ilgisiz gibi görünen...ve dışarıya kendini öyle ele veren...
"önceden de haklıydım, şimdi de haklıydım, hep haklı olacaktım. şimdiye kadar bu şekilde yaşamıştım. şimdiden sonra da bu şekilde yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım. filan şeyi yapmamıştım, ama falan şeyi de yapmıştım. daha ne olmak ihtimali vardı?..
...
herkes imtiyazlıydı. bu dünyada imtiyazlılardan başka kimse yoktu. ötekileri de günün birinde mahkûm edeceklerdi. eğer, adam öldürmekle suçlanıp da annesinin cenazesinde ağlamadığı için idam edilirse, ne çıkardı bundan? salamano' nun köpeği de karısı kadar kıymetliydi.
...
hiç kimsenin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu." -Albert Camus & Yabancı-
gel gör ki senin cenazeye katılmamak ve ağlamamak için elinde haklı nedenlerin vardı...ama toplumun elinde de seni yargılayacağı ve ayıplayacağı suç bildirileri ile dillerinde ezbere konuştukları tazyikli ve tükürüklü sulardan fazlasıyla mevcuttu...
çok boyutlu tartışma konusu aslında...
her anlamda güzel dile getirmişsin...
kutlarım seni...
Yaralım tarafından 7/8/2015 10:00:45 PM zamanında düzenlenmiştir.
Harun Aktaş
Gule
uzun zamandır bir yazıyı sıkılmadan okudum. ben her şeyden sıkılırım çünkü. merak uyandırıcı bir anlatım ve çok çok yalın ama heyecan verici dümdüz ve çarpıcı cümleler vardı. bu yazı bana çok fazla yakın geldi, keşke gelmeseydi. evet camus'un yabancısını okur gibi ve aynı romandan filme uyarlanmış demirkubuz'un yazgı'sını seyreder gibi hissettirdi.yazdıklarını -benimkiler kadar olmasa da :) - karmaşık bulurdum. bu iyiydi.
bazıları gerçekten sever, bazıları sevmez ama sever-miş gibi davranır, bazıları da gerçekten sevmez. hikaye mi fantazi mi bilmem ama çok sahiciydi. bence bir öykü okuyana acaba bunları gerçekten yaşadı mı ki diye düşündürüyorsa çok başarılı bir öyküdür. ben sadece çok başarılı bulduklarımın yerine kendimi koyarım, merak ederim..
bu arada ya bana öyle geldi tarzını değiştirmişsin, ya da tarzını değiştirmişsin bana öyle geldi :)
Harun Aktaş
keşke trenler küçük duraklarda durmasalar.*
karmaşıklık her daim işime gelmiştir. konuşurken de anlaşılmaz konuşurum.
karmaşık yazılar bu yüzden daha ilgimi çeker. ama tarzım-tarzın dediğin için kullanıyorum bu tabiri- aynı. ama bu defa karakterin ruh hali karmaşık... bu öykü de adından da anlaşılacağı üzere dağınık. ama gene de seni anladığımı düşünüyorum demeyeceğim, anladım. sen de uzun zamandır yoktun; burada karmaşık yazılara ihtiyacımız var zira.
Eyvallah.
Enteresan bir hikaye, enteresan ir üslup.
Kısacık cümleler,
sık sık soluk alma imkanı sağlıyor sanki insana.
Enerjinizi tazeliyorsunuz, gücünüz artıyor, biraz daha şevk ile sarılıyorsunuz hikayeye.
Ne bileyim,
o kısacık cümleleri ve taşıdığı anlamları,
yerlere saçılan tespih taneleri gibi toplamak güzeldi.
Ve,
babalar sevilir diye biliyorum ben.
Neden sevilmesinler ki?
Okuduklarım aklıma Alber Camus'un Yabancı romanındaki Mersault'nun yabancılaşmasını ve aynı zamanda Zeki Demirkubuz'un Yazgı'sındaki Musa'sını getirdi. Musa'nın ölen annesinin ölümüne üzülüp üzülmediğini anlayamazssınız. Her şeye kayıtsızdır Musa, hayatı, yakınlarıyla beraber absürd görür zira çevresine de kendisine de yabancılaşmıştır. Ama oldukça da tepkisizdir. Burada kahramanımız yol boyunca sadece çevre ve kendisini gözlemlese de, vuslatta dayağı gönüllü yese de içi nefret doludur babasına.
Güzel kaleme alınmış, dokunaklı işlenmiş. Okumayı bitirdiğimde içime, youtube gidip, rahmetli Müzeyyen Senar'dan "Ham meyvayı kopardılar dalından" parçasını dinleme arzusu doldu.
Kaleminize sağlık yazar, sağlıcakla
nitemtran tarafından 7/8/2015 12:32:51 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar her şeyden en çok korkan insanlar gibi gelir bana..
neden böyle düşündüğüme gelince, bir şeyleri sahiplenmek onları bir o kadar güçsüz kılar da ondan.
Korkusuz ve vurdumduymaz gibi duran kahramanın, o kendine ağırlaşan dilinin, çevresine verdiği tepkilere sirayet etmesi de bir o kadar donuk ve ağırdı..içinde biriken o kuvvetli nefreti hissettirirken de hiç zorlanmıyor.oldukça rahat bu rahatsız durumdan.
Belki de okuduğu hikâyedeki köpekler gibi bağırmalıydı o da... İçinde kendi ile beraber büyüyen öfkesini..
Saygılar.
Adam bir biçimde terk etmiş doğduğu evi. Sonra duygusuzlaşmış. Anlatımların öyküye uygun olduğunu düşünüyorum. Yani bu kadar hissiz seneler geçirmiş birinin geri dönüşü de gayet mekanik olacaktır.
Bu duyguyu hissettim yazının içinde. Merhametsizliği.
Gayet güzel.
sahra
Angie
doğru söylüyorsun duygu katmak için uğraşılmamış kısa cümleler. ama bütünde bir balyoz saklıyorlardı.
bu arada merhaba sahra :)