- 542 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
'ihtiyar'
Televizyon biri tarafından kapatılmıştı. ‘Birbirimize bağırıp çağıralım. Haydi, bu saçmalığın ortasında daha fazla gürültü patırtı çıkaralım, susmayalım, hatta yeri geldi mi ölmeyelim. Yok, hayır ölünebiliyordu. Ölebilirsiniz tabi ki! Ölebiliriz.’ Yaşlı bir hasta orta yaşlardaki hemşirenin yanına yaklaşırken aynı şeyleri düşünüyordu. Hemşirenin saçları sarıydı. Biraz daha yaklaştı yaşlı adam. Gençliğinde Marilyn Monroe’ye aşık biriydi. Amerika’dan sesler adlı yerel bir dergi okuyordu. Bu derginin ömrü çok kısa olmasına rağmen, dönemin imkansızlıklarını alt üst etmiş, ultra bir malumata sahip olan biri olarak kendisiyle gurur duyuyordu. Marilyn Monroe’yu tanımayan pek çok insan vardı. Onlara halk deniyordu, halk kendi angaryasını çekerken, Fransa’da eğitim görmüş biri olmanın verdiği iticilikle de, zamanın İstanbul’unda, hatta Ankara’sında çok çabuk bir şekilde iş bulabiliyordu. Şimdi, dış cephesinin boyaları dökülmüş göğüs hastanesinde üç kişilik odada ömrünün sonlanacağı anı bekliyordu. Sarı saçlı hemşire ona gençliğinde yaşadığı tecrübeleri anımsatıyordu. Geçmiş pişmanlıklarını hatırlamaktan çok, kısa boylu, havalı saçları olan hemşireyi nasıl mutlu edebilirim yollarını düşünmeye başladı.
‘Ciğerleriniz pert olmuş beyefendi, üstüne yalnızca ciğer değil, komplike durumunuz mevcut. Sizi tıp fakültesine sevk etmek istiyoruz. Kabul eder misiniz?’
Başhekim iki günde bir muntazam bu söyleviyle yaşlı adamın yanına uğruyordu. Hemşirenin yanına yaklaştığında, bir başka hemşire onu fark edip; ‘nereye gidiyorsunuz, yardımcı olalım beyefendi’ dedi. Sarı saçlı hemşire de yaşlı adamı fark etmişti. Kaşlarını inceltmiş, kirpiklerine rimelle hacim vermiş, dudaklarına da açık pembe tonunda bir ruj sürmüştü. Sevdiği, kulağına takılı, yürüyünce ara sıra sallanan küpelerini takmamıştı. Yaşlı adam hemşirenin o küpelerini çok seviyordu. Ciğerleri pek çalışmasa da, derin bir nefes çektiği zaman almak istediği kokudan bir parça duyumsayabiliyordu. ‘Beyaz hemşire elbisesi içerisinde melekleri andırıyor’ diye düşündü. Hemşirenin parfümü hoşuna gitmişti. Gülümsüyordu. İçte içe ‘Fransa’da yaşasaydınız, bir elli sene önce hanımefendi, keşke’ diyerek, hayıflandı.
‘Tuvalete gidiyorum’ dedi. Halbuki tuvalet ters istikametteydi. Hemşire pek önemsemedi. Sarı saçlı hemşire farkındaydı her şeyin. Adını koyunca bitebileceğinden korktuğu bir nefesti kendisine aşık olan, ömrünün son anlarındaki yaşlı puştlar! Bazen kendi babasını da böyle hayal ediyordu. Ansızın ağzından ‘puşt, o da puşt’ dediği oluyordu. Babasını çok seviyordu ama yine de annesinin yokluğu dayanılmaz seviyelere ulaştığında rahatlamak için babasına da kızıyordu.
O gece titreyen parmaklarıyla yaşlı adam, nöbetçi hemşireden kağıt istedi. Önce hemşire bunu tuvalet kağıdı olarak algıladı. Hemşirenin bir şey anlamadığını fark eden yaşlı adam, ‘rengi önemsiz, üzerine karalayabileceğim bir kağıt istiyorum’ dedi. Nöbetçi hemşirenin kafasına dank etmişti. Yan tarafında duran dolabın çekmecesini açıp, içerisinden bir tomar kağıt çıkardı. Yaşlı adam ‘yok efendim, bir tane yeter yalnızca, lütfen’ dedi. Nöbetçi hemşire akşam hastaneye gelirken alelacele kocasının ‘seni özledim’ tongasına düşüp, acayip bir şekilde yorulmuştu. Normalde iki dakika da boşalan kocasının on beş dakikadan fazla içinde gelip gitmesi alışkın olmayan vücudunu sarsmış ve hırpalamıştı. Kafası dağınıktı, aslına bakılırsa bir yandan da mutluydu. Ruhu gıdıklanıyordu. Kâğıdı uzattıktan sonra kısık sesli açtığı televizyonun kumandasını eline aldı, rast gele bir kanal açtı.
Yatağına uzanmış, gökyüzüne bakıyordu. Yıldızlar iri iri gözüküyordu. Çocukken de böyle anımsadığı geceler vardı. Fransa’ya genelde kapalı havalarda gidip gelirdi. Anlam vermekten çok uzaktaydı. Artık iyiden iyiye yolun sonuna geldiğini düşünmüyor, biliyordu. Belki de istiyordu. Pek fazla umursamadığı Allah’ı da anımsar olmuştu. Gidebileceği yer eğer topraksa, bir hiç olmasının manasız kalışından rahatsızdı. Dedesi âlim bir zat olup da, kendisi gibi dinlere karşı aynı uzak mesafede olan pek çok arkadaşıyla üç aşağı beş yukarı aynı hayatı yaşamıştı.
Yalnızdı. Ensesine kollarını götürebilecek kuvveti vardı ama bu kuvveti uygulayıp, enerjisini harcarsa, yazabilecek takati kalmayabilirdi. Düşünmeye devam ediyordu. Param dedi, varlıklarım, topraklarım, eriyen meblağlar… Mutlu olmuştu, çünkü zamanının çoğunu istediği gibi davranarak harcıyordu. Koyu Fenerbahçeliydi. İstediği zaman tribünün en güzel koltuğunu kiralamaktan memnun kalıyordu. Arjantin’den kalkan gemilerin getirdiği limon kasalarının içinde pek çok yöresel uyuşturucu ve puro vardı. Hepsini deniyordu. Tüm bunlara rağmen hayatın yaşanmaya değer olup olmadığına takıldığı olurdu. Felsefeyi sevmezdi ama yalnız başına fikir aydınlığının en babasını tadardı. Teslim olmamak için elinden gelen her şeyi denemişti. Sabırlı bir mimar gibi erdemli sayılabilecek tüm parçaları kırmanın zevkini de tatmıştı. Başkalarının savurup attığı, hatta çoğu kez kendisinin de böyle yapmayı benimsediği ölüme karşı tavır aldığını söylenemezdi. Hayır, ‘almadım’ dedi. Almamıştı. Eğer tanrı yoksa her şey yapılabilir gerekçesini de istediği kadar kullanmış, bir zaman sonra vicdanının onu ele geçirmeye başladığını fark ettiği hadiseler yaşamıştı. Bu yüzden ‘tanrı var ama ne ben onunla ilgileniyorum ne de o benimle ilgileniyor’ diye düşünüyordu. Sıkıntılı hayatı cazip gösterilecek kadar entelektüel hazzı da duyumsamıştı. Anadilinden daha iyi Fransızca, İngilizce, Almanca ve Latince bilmesinin artık işe yaramadığı yaşlılık devresinin son köprüsündeydi. Köprü yıkılıp, ırmağa düşecekti.
Sabah sarı saçlı hemşire nöbeti devralmak için hastaneye gelmişti. Dün kendisine yaklaşıp, onu kokladığını fark ettiği yaşlı adamın odasının önünden geçerken duraksadı. Kapı açıktı ama üç yataklık odada onun yatağı kuytuda kalıyordu. İçeri girip yalnızca rutin kontrol yapacağını söyleyecekti. Bu komik kaçabilirdi, üzerinde gündelik yaşamda giydiği kıyafetler vardı. Diğer iki yatağın birindeki yaşlı adam uyuyordu. Horultusu duyuluyordu. İkinci yataktaki adam yerinde değildi. Belki de gece olmasını dilediği hadise gerçekleşmişti. Gözlerini tavana dikmiş, zayıf kolları iki yana çökmüş yaşlı adamın yatağının kenarında tükenmez kalem ve bir kâğıt parçası duruyordu. Sarı saçlı hemşire çekinerek, ağır adımlarla yatağa yaklaştı ve kâğıdı hızla kendine doğru çekti.
Gülümsüyordu. Kağıtta ‘uzun zamandır bir bok beceremeyen bendeniz saygıdeğer tekstil devi sahibinin vefasız oğlu numan, nihayet işe yarar bir şey yaptı ve kulağında kurumuş o kahverengi pisliği çıkardı’ yazılıydı.
Altta bir de not eklemişti: ‘eğer siz gerçekseniz hemşire hanım, ben tanrıya inanmak istiyorum, sizi orada bekleyeceğim.’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.