- 720 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Deli mi sevdi sizi?
Çığlıklar… Süreyya uzun boylu, boylu poslu, kalçalı saçlı, saçlı maharetli bir kadındı. Mahalle’nin delisiydi. Aslında gerçek ismi Süreyya değildi, ona ben Süreyya diyordum. Bazı sabahlar krizi tutar kendini caddenin ortasına atardı.
Bağırış, bağırış, ağlama, hıçkırık… Geçmişteki muzaffer girişimleri muvaffak olamadan bitirmiş bir fatihin evvela ölmeden önce dileği yine ölümdür. Ölümsüzleşemiyorsa insan öldürmek ister. Süreyya’yı öldürmek istiyordum. Küçüktüm, şimdi çocuk, o zaman çok çocuk. Akrepler etrafında geziniyordu beynimin. Beni öldürmek istemeyen arkadaşlarımdı onlar.
Elbisesi dizlerine kadar gelirdi. Aslında topuklarına değin uzardı. Süreyya’nın sırma saçları vardı, akardı, akardı, yanı başımızdaki dere gibi akardı. Akardı, onu dinlerdik tüm mahalle. Süreyya bağırırdı.
Yan yana gelmemek için dua ederdim, okula giderdim. O benim korkulu rüyamdı: Süreyya! Rüyalarıma gelirdi. Beni boğup öldürmeye çalışırdı ama ölümden korkmadığımı anlayınca başka sıkıntılar verirdi. Beni boğardı. Ağlardı. Yanakları delik deşik olurdu. İğne ucundan başımı geçirmeye çalışırdı.
Ateşim çıkardı. Anneannem sirkeyle tüm vücudumu silerdi. İyi geleceğine inanmaktan başka çarem yoktu. Sarı, loş bir ışık yanardı. Kuran okurlardı. Kuran sesinin iyileştirici bir yanı olduğunu düşünürdüm.‘…Vadrib lehüm meselen ashabel karyeh iz caehel murselun. İz erselna ileyhimüsneyni fe kezzebuhüma fe azzezna bi salisin fe kalu inna ileyküm murselun. …’ Dümdüz okurlardı. Nağmeli bir ses tonu olan olmazdı. Kimi denemeye çalışırdı, burundan okuduğu için yanılırdı. Şeddeler bile hatalı çıkardı. Ben uyurdum.
Ölümler… Ölenle ölünmezdi. Cenaze başında ağlardık. Hep beraber ağlardık. Bazıları hiç ağlamazdı, bazıları bazılarının ağlamasını beklerlerdi. Bazılarının gidişi trajedi dolu olurdu. İçe dönük putlar yıkılırdı. İnsan, narin varlık; kırılırdı çarçabuk.
Soğuk kış günü abdest alır öğlen namazına koşardık. Namaza koşmayı severdik. Cemaatle kılmanın yirmi yedi kat sevabı mühim değildi, bundan keyif alırdık. İnsan keyif aldığı şeyi yapmalı. Şimdi keyif vermeyen bir cemaatin içinde yüz kat fazla sevap verseler, yine de omuz omuza durmak istemiyorsam bunun bir cezası olmalı mı?
Yakışıksız, gayri muntazam ve gayri meşru fikir ebesi!
Potansiyel bir ufuk fukarası; görünen köy ‘hessss’ diye bağırınca ayağa kalkıyor. Gitmene gerek yok.
Bir gün keyif olsun diye motosiklete atlayıp yola koyuldum. Benzinci de güzel bir bayan kasadaydı. Benim kasiyer bayanlarla olan hikâyelerimin çoğu dramatiktir. Bununla aramızda bir şey geçmedi, rahatlamıştım. Zaten onların benimle aralarında bir şey geçmiyor, gelip geçen şu akılsız kafada. Mitolojiye ihtiyaç durmadan ilerlerken dağ yolunda, hoşgörüsüz ve hayvani açlıkta siyah Mercedes minibüslere çarpacak gibi oluyordum. Aslında biri çarpsaydı da kurtulsaydım diye düşünmeden edemedim. Şoförleri Türk, Arap kafileleri taşıyorlardı şelaleye. Şelaleye varıncaya kadar hep ah ettim. Sağda solda küçük gözlemeciler, çaycılar vardı. Cebimde tek kuruş para yoktu. Son parayı benzine vermiştim. Sahte bir yazarlık sevdası da çantanın içinde, küçük bir defter, bir kalem… Şelaleye giriş bir tl olduğunu öğrenince boynum bükük, motor kızgın yola geri döndük. Kuytu bir yeşillik bulmuştum. Karşısında çeşme vardı. Suyu gürül gürül akmıyordu. Musluk koymuşlardı. Musluğu açtım. Etrafa yüz milyon fışkırık dağılırken, suyla ilk yakınlaşmamız hâsıl oldu. O kadar tatlıydı ki, anlatılmaz yalnızca içilir. Zemzem diye yutturmaya çalıştırdıkları mazot kokulu sudan daha güzeldi.
Dem bu dem, ilahi çalardı. Dinlerdik. Anten için biri çatıya çıkardı. Ben genelde evde oturup, ‘oldu, olmadı, döndür, biraz sağa, biraz sola’ demenin gizemini severdim. Radyoları kapatırlardı. Şarkılar çalmazdı. İnsan öldüren biri şarkıları da sevmeyebilir pekâlâ diye düşünürdüm. Haklıydım, haklıydılar, herkes haklı olduğunu söylerdi. Hakkını sevenler olurdu, hakkını arayanlar. Genelde gözyaşı seanslarıydı, sloganlar bayılırdı yahut coplar çok güzel iz bırakırdı. Çok çocukken coplarla oynamayı severdim, mermileri, kabzaları, harbileri… Mermileri altınla kaplarla sanırdım. Pahalı bir şey sanırdım insan evladının canını. Sonradan çok ucuzmuş, döverek, söverek, yakarak, her türlü adam öldürebileceklerini gördüm.
Çocuktum. Bir otelin önünden geçiyorduk. Babama burası ‘niye böyle’ dedim. ‘Yanmış’ dedi. ‘Niye’ dedim. ‘Bir yangın işte, yandı bina’ dedi. ‘Niye ki’ diye tekrar sordum. ‘Boş ver oğlum, sen anlamazsın’ dedi. ‘Tamam, da baba niye yakmışlar’ dedim. Üzgün üzgün baktı, ‘ben de’ dedi, ‘ben de bilmiyorum evladım’ dedi. Otelin adının ilk harfinde kuş vardı. O kuşu beyaz kâğıda hep çizerdim. Kuşlar hep m’ydi, hep siyah, yanmış; kül olmaya yakın özgürlüğe dağıtılan her bir hücresi…
Yüzünde façası olan hafif kilolu, siyah deri ceketli biriydi. ‘Gel dedi, bir saatte otuz milyon kazanmak istemez misin?’ Otuz milyon çok iyi paraydı ama otuz milyonu kazandırmak için vereceği iş beyazdı. ‘İstemem’ dedim. ‘Sen bilirsin, şansını kaybettin’ dedi. Ayağa kalktı, yürüdü, yürüdü, yürüdü. Onu takip ettim. Yürümeye devam etti. Fırından ekmek alıp geri dönerken hala yürüyordu. Anneannem susamlı ekmek sevmezdi. Dört ekmeğin biri susamlıydı. O ekmekten ben yiyecektim. Anneannem akşama yapacağı yemeği düşünecekti.
Engin kolonya içerdi. Normal zamanlarda rakı içerdi, okulda kolonya içerdi. O kolonya içerken ben büzüşen yemek borusu gibi hissederdim. Gözleri kan çanağı haline gelene kadar içerdi. İçerdi, içerdi, içerdi. O içerek adam oldu. Sonra Maltepe içen, arka cebinde iddia bülteni, fiyakalı güneş gözlüğü, bir de inceden altın kolye; daha bir adam oldu. En son maçlara giden çılgın taraftardı.
Sana ağlama diyen oldu mu?
Önemsiz bir kıç gecesiydi. Üzerim açılmış, kışa doğru giren bir ürperti vardı. Var olduğum yer burasıydı. Ateşim vardı. Sabah doktora gidip rapor alacaktım. Bana ilaç verecekti. İlaçları kullanmayacağımı bilmeyecekti. Eczaneye gideceğim zaman reçetenin yanında başka bir ilaç isteyecektim. Amfetamin isteyecek kadar sıra dışı değildim. Son derece doğal kaygılarım vardı. Aynı kâğıt mendile burnumdan akan kaygan bir sıvı vardı. ‘Sümük belki bunun kurumuş halidir ama sıvı hali hiç de rahatsız edici’ değil diye, ıslanan kâğıt mendilleri sobanın yakınına koyup, kurumalarını sağlıyordum. Bahanem güzeldi ama asıl gerekçe evde başka kâğıt mendilin, tuvalet kâğıdının, aslında normal defter sayfasının bile kalmamış olmasıydı. Ders çalışamıyorum diye tüm defterleri evden çıkarmıştım. Ne zaman ders çalışmak için masanın üzerine otursam, şevkle geçen üç dört dakika sonrası önemli bilimsel verilen altında şiire başladığımı fark ediyordum. Artık bu kanıksanmayacak derecede güçsüz gök altı dalaveresiydi. Yazı özlüyordum. Balkona sandalye atıp, saatlerce kitap okuyacağım. O güzel yeraltı edebiyatı kitapları. Birileri birilerine küfredecek, bıçaklayacak, kadın kadını, karga serçeyi, adam çocuğunu becerecek, hep kötü şeyler olacak, kuşkusuz yeryüzü bunu kaldırmak için yaşlıydı. Sonra temizinden yine aşık olduğumu sanıyordum. Ölümler uzak olsun, çok uzak olsun, burada bir şeyler değişebilir.
Hiçbir şey değişmedi. Hapşırdım, öyle bir hapşırdım ki burada düşlerden kalıntılar kaldı. Önümde hafif bir aydınlık, gündüzün lanet olabilir diye düşünürken, gece kıyak geçmişti. Yıllarca bu cümleye muhtaç biri olarak yaşamıştım. ‘Parmak uçlarımdan sokul bana!’
Takke düştü. Tentürdiyodu ekmeğe banıp yeme telaşı vardı ağzımda. Kirli ağzımı bantlayan diri bir hiç vardı. Nasıl aydınlık oldu, kim konuştu, düşünen o iyi biri kimdi, tantanayla geçen güneşli günlerin ardından umutların sıfırlanması normaldi. Çenesi sarkık, tüm insanların bir yer edemeyeceği tanrı boyutunda öfkeme engel olamadım. Can çekişip durdum. Yerinde duruyordu her şey. Süreyya’yı anımsadım. Kâbus dolu üç geceydi. İplik iğnesinin deliğinden ne bulursak geçirmeye çalışıyorduk. Çabaladıkça ibne bir kasıntı gizli tutulduğu zırvalamaların altından koşarak sarılıyordu dilsiz vücuduma.
Sonra duydum. Her yanda sesler, çok gecikmeden mezarlığa indik. Tüm insanlara yetebilecek acılar büyüten kadının adını görür gibi oldum. Herkesten ayrı, hiçten farksız biriydi. Tüm gece, tüm dünyada hatta var olan hayatın kendisi daha berbat olamazdı.
‘Ben açlıktan ve susuzluktan yürümeyecek hale gelen evladıma bu kupkuru dağda ne vereceğim? Merhamet!’
Süreyya. Her şeyin berbat olmasının sebebi sen misin? İşte organlarım, her şeyim, bağışlayın, tanıklık etmesinler bu dünya zarfında ruhum adına. Ruhum istemiyor bu tür saçmalıkları. Varlığıma tanıklık edecek itiraflar saklayan, ah bilinen o gri son, ölmüşmüş, deliymiş… Sabahsız bir hayat düşüyorum.
Bir dua önerdiler, köpeklerden ve köpek gibi insanlardan korunmak için. Fısıldadı biri:’ Ahzab 59, elli dokuzuncu ayetini okuyup, dışarı çıkarsan köpekler sana karışmaz dediler.
İt, iti ısırmaz diyesim geldi dilimi zor tuttum.
Öyleyse zamanı geldi, geldi tabi, beni onun içine, hala yaşayan bir bedenin içine geri sürükleyecekler. Ortası delik bir kutunun cazibesine kapılıp geri döneceğim. Bu olanaksız düş bitecek.
Geride budalalar. Hayır, ne yazık hayal perdesini elimden çekiyorlar. Merak etme, yine geleceğim, düşsel kırıntılardan sana ekmek yapacağım. Kötü olacak ışıltısı şanın, şöhretin, seni tüm mahalle sevmeyecek. Geri de ben kalacağım. Son görüntüler. Bir araba, bir kamyondu belki de ya da minibüs. Dijital bir müzik eşlik edecek fermuarıma. Ayakkabım fermuarlı. Var olmasını diliyorum, küçük kız ayağında ki ayakkabısıyla adım attıkça ışığı yanıyor ayakkabının. Bu ne güzel mutluluk Tanrı’m! Var olan sessizliğim, her var olan, biten, işte bittik, neydik ve ne kaldık geriye. Onların da sahip olduğu bir biz vardı, onlar kim ki? Onları hep söylüyorlar. Yalan atıyorlar. Kandırıyorlar. Eski bir ses bu, günler uzamıyor artık. Ağzımda bir her şeyden yoksun, tütüyorum gün ışığı gibi. -boşluktan tekrar doğamam ve bu akış diyagramında her şeyin söylenmiş olanı değil, para kazandıranı makbul.- İşte buna bağır, çağır, sona ersin her şey. Hiç olsun, mantık sara hastalığına yakalansın, ilgisiz kalayım, ilgimi dişlesin çok korkmak üzere olduğum köpekler. Gerçeğin tehlikesinde lehte bir sen kal. Ben çarpıntılıyım. Bazı örnekler; elektrik lambası, direği, saati, her bir şeyi, korkuyorum elektrikten. Bu altılı prize fişleri tek tek takarken nasıl da korkmuştum. Abartılı bir öznellikle alakasız köpürmekten, ağlamadan, hatta zamanın ıssız ve münasebetsiz raksından ebedi tiksiniyorum. Uzuvlarım ölü dinginliği tatsın, her şey düşüyor, düşüyoruz, sana şükrediyorum tanımadığıma.
Ben asil olamayacak, berbat, burnu uzayamayacak, küçük bir yalancıyım.
Bu günleri jiletle yüzünü delik deşip edip, sonraki hafta bıçakla göğüslerini parçaladığını annene anlatacağım.