- 590 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'lonely'
Otuz santimlik cetveli iki avucumun arasında gezindiriyordum. O gün yapacağım şey konusunda gece boyunca düşünmüştüm. Rahat, yumuşak döşeklere sahip ancak kirli ve parfüm kokan koltukların üzerine oturanlardan biri olacaktım. Yabani biri olmama rağmen, kabarmayan ya da düzleşmeyen saçlarımı da hesaba katarsak, evet heyecanlıydım. Üç buçuk ayımı almıştı. Çekirdeği kırarken dilimin ucunda tuz bir yer aralamıştı. Yavaş yavaş kırılan her çekirdek sonrası o yaranın coşku nöbeti tekrarlanıyor, ağzımın içerisinde bando otuz milyon katil muhabbet konseri veriyordu. Vaktimi alan düşünme safhasıydı. Gelip geçici bir istekti. Belki de yalnızca ben vardım. İnsan kendine değer verip, bir öykü var etmeye çalıştığı zaman anlamına varıyor hayatın. Yazmak ya da okumak gibi değildi. Yaşamak ikisinden de farklı durur. Heyecanı o farklılığı insanın kendisinin yaşıyor oluşudur. Yazarken ya da okurken genelde hikâyeler geçmişten beslenir. Var olan bir başkasının yaşadığı her neyse, o film tadı bırakır insanda. Tabi en son sahnesine gelene kadar göz bebeklerinin ağırlaşıp, göz kapaklarının arasında kaybolmaya başladığı anlar olur. Bir yoklamadan geçiyor gibiydim. Yataktan kalkınca esneme ihtiyacımı da görmüştüm. Hatta kendime değer verdiğimi artık şu kısımdan daha iyi biliyorum; deli gibi yüzümü yıkıyorum. Genel de havluyu arıyor gözlerim. İnsan kendi havlusundan tiksinir mi? Maalesef tiksiniyorum. Dün o havluyu ben kullanmış olmama rağmen, evde sinek ve örümceklerden başka canlı olmadığına göre, o havluyu gönül rahatlığıyla kullanabilirdim. Sinemada film bittikten sonra çıkışı hatırlayamayıp, alışveriş merkezinin bodrum katında kendimi bulduğum bir gece, herhangi bir hece seçebilirim iri gösterişlerin arasından. Tabi Tanrı bizim için güzel ölçüler veriyor. O havlu yerine göbeğimi kapattığı için teşekkür ettiğim tişörtü tercih ettiğim oluyordu. Aslında havlu iki taneydi. Daha fazla giysi dolabının içindeydi. Ben yalnızca krem rengi ve yeşil havluyu kullanıyordum. Kremin mazisi yeni ama yeşili sekiz senedir yanımda tutuyorum. Hor kullanmıyorum. Yüzümden başka yerlerimi de silmiyorum. Ona değer veriyorum. Spor yapmadığım için garip hallere de sokmuyorum. Havlum benim, bazen tüm engelleri aşıp yüzüme temas ettiği zamanlarda yüzümü tahriş edebiliyor. Yeni tıraş olmuş oluyorum. Kolonya kullanmadan o havluyla ıslak yüzümü kurulamayı düşünürken, o gelecek sahnenin gereken koşullarını, yüzey kullanma sıklığı ve temas şiddetini ayarlamış olmalıyım. Biraz daha sert bastırırsam cildime acı veriyor.
Üzerimdeki her şeyi çıkardım. Pardon, yalnız bir şey kaldı. Atlete sinir olurum. Zaten evde giymem. Ne isim veriyorlar şuna; capri mi diyorlar, kısa şort mu? Aslında pazarcı bir adamım, sermaye az olduğu için pek fazla ürün alamasam da, yine de anlamam gerekir bu işleri. Ver elini Merter, Bayrampaşa, Terazidere, Sefaköy… Öyle toptancı ayağına kazığı yiyip Mahmutpaşa, Yeşildirek civarlarına uğramışlığımda vardır bu nedir anasını sattığımın ismi ya; capri nedir? Ben yanlış mı biliyorum, capri dedikleri pantolonumsu giysi miydi? Bu ne o zaman? Tekstil zaten yandı bitti kül oldu. Dört bir tarafı iflas, ölüm, savaşlarla uğraşan canım ülkemin en kaliteli tekstil ürünlerini artık Avrupa’ya, Amerika’ya yollayabiliyoruz. Sevgili Çin ebesini ağlatıyor piyasanın. Hele ki bizim kısa boylu, bodur, bacakları selülitli –burada ayıp ediyorum, o capriden gözükmemesi lazım-, geniş kalçaları kadınlarımız giymeseler şu lanet şeyi! Bu işlevsizliğe son vermeliyim. Neyse, akşama bunu herhalde giymeme lazım! Ne giysem şimdi bana yakışır ki? Sapsarı dişler, gözlerin altında sorgucu abiler, kiremit kırığı bir nefes çekişi, balgam sefası on bir numara, sal göt göbek… Ne kaldı ki geriye zaten?
Havalar serin. Tişört giysem üşürüm olmaz.
Tişört üzerine yazlık mont giyerim.
Hayır, çoraptan mı başlasam acaba? İnsan çorap seçer mi arkadaş? Al, giy bir tane işte! I-ıh, çorap önemli bir kısım.
Pantolonu giyeyim önce. Şimdi biraz adama döndüm ama bu olmaz. Bu pantolonu alırken beni mağazanın ışıltılı dünyası aldattı. Ben bu pantolonu almış olamam. Demek istemiyorum fakat buna ‘ibneler böyle dar giyer’ derler. Hayır, bu dar değil ki, bildiğin olmuyor! Beni kandırmışlar. Maalesef ki kandırılmışım.
Gerçeği saklamamalıyım. İtiraf ediyorum bu pantolonu aldığımda zayıftım. Peki, şimdi ne bok yiyeceğim? Bu kumaş pantolondan başka kumaşım yok. Çocukken okulda giydiğimiz gri pantolonlar aklıma geldi. Bir ara kadınlar çocuklarına kullanılmayan giysilerden bez bebek yaparlardı. Sahi, şimdi ne yapıyor kadınlar? Çocuklarını eğlendirmek ve öğretici olmak için para kazanıp sağa sola para harcayan kadınlar neden çocuk doğuruyorlar ki?
Sus da işine bak, şimdi pantolon mevzusu çözülmeli. Enfiye çekseydim böyle dumura uğramazdım. Sahi, enfiye filanda zor bulunuyor artık. Aktarlarda tütünsüz satılıyor. En iyisi ketenle işi idare etmek! En önemli yere geldim ki, gömlek kısmı. Niye zorluyorum ki kendimi bu kadar? Kan kırmızısı, ince, naif gömlek ideal ama zaten çıkacak bir şey için neden bu kadar kafa yoruyorum? Of, gerçekten saçmalıyorum.
Atleti de giymiştim. Her şekilde ve koşulda yapacağım şeyi tasvip etmesem de, yine de yola çıkmıştım bir kere. Bu muhabbetten de sıkıldım. Önceleri suçluluk duyardım atletle sutyeni karşılaştırırken ama ben haklıyım. Gelgelelim bunu bile açık seçik anlatamadığım için kimseye, insan duygularını söylemeden yaşayamaz derler, bunu söyleyemediğim için kızgın değilim, hayır, önce düş kırıklığımı itiraf ettiğim için böyle gerginim. O renkli penyelerin altında iki tane göğüs var. Bunu yaratan Tanrı’ya en çok bebekler ve bıyıklı amcalar şükrediyor. Bu kısım hakkında kuşların diliyle anlatabilecek bir drama eğilimi yüksek bir sahne var. Aşırı dar olup, çılgın bir cisim gibi duran o etin yanlış takılmış bir sutyenden dolayı lenf bezlerinin ağzına sıçtığını kim düşünüyor ki? Herkes benimki ortada olsun, ben göstereyim, beni görün havalarında. Koltuk altının pis kokmasının sebebi, orası çıkış noktası, oradan her türlü sıvı çıkacak. Tamam, abartıyorum, ter çıksın yeter. Göğüs kasları zayıf olunca toksin birikimi…
‘Avukat büromuzun açılışına siz değerli ilçe sakinlerini bekleriz.’
Bu ne biçim saçmalık türü lan! Avukat bürosunun açılısına değerli ilçe sakinleri gelip ne yapacak? ‘Avukat Bey ya da Hanım, her kimseniz, size öncelikle büronuzda iyi çalışmalar, cebi dolgun, işi mühim davalılar, davacılar, kazananlar, kaybedenler, müstakbel tatlımız güllaç sizin tam ağzınıza layık!
Bilinen her şey tam tersi olabilir. Mevzuyu yürürken düşünüyorum da, aslında sutyen basit bir şey canım. Eskiden uzun bir bezle sararlardı. Oldum olası eskinin tıkır tıkır işleyen yaşam mücadelesi, antin kuntin ileri medeniyet dehası ve yaşam koşullarından daha çekici gelmiştir. Bu dönüşüm çılgınlığının temposuna baldırlarım yetişmiyor, asit üretip duruyor.
İşte buluşalım dediği yer de bekliyor. İnternette attığı resimden daha çekici ve dikkat çekmemek için böyle giyindiğini düşünüyorum. Evet, özellikle bu vakitlerde, güneş maviliği yırtıp göğsüne bir kırmızılık takarken tam tepede, bambaşka düşünceler deviniyor, ruhum hızına yetişemiyor, rahatsız oluyorum.
Ertesi gün diye bir şey yok!
Tepeden tırnağa acıyla doluyum. Komşulara yakalanırsam bir şey demeyeceklerini ama sonradan konuşacaklarını duyuyorum.
-Eve kadın atmaya başlamış. Yapmadığı bir bu kalmıştı!
Seni kabul ediyorum. Gökten ve yerden rızık veriyorsun. Görüyorum. Duyuyorum. Gayretle toplanan sancılarıma ve baş ağrılarıma ilaveten, hiç acele etmeden inanıyorum. İmana geliyorum. Sana ortak koşmuyorum. Beni düşlerimden çıkar! Gecem ve gündüzüm açık seçik bir kalp nasırın esrik raksında. Hüküm veremem, karar veren sensin. Yaptığımı en iyi bilen sensin. Sana iman ediyorum. İyiliği ve kötülüğü de var eden, iradelerimize sunan sensin. İmtihanımı kolay kıl!
Bir gün acılarımdan kurtulacağım. Hiç konuşmadık diyemem, kendimi tanıttım, beni beklediğini, biraz geciktiğimi söyledi. Kusura bakmamasını, bir gün tuhaf acılarımdan kurtulacağımı, bunun beden acılarımla ve hayata dair tüm acılar olduğunu söylemedim. Örneğin saçlarım dökülüyor, kel olacağım. Saçımı okşar mı acaba? Kalıp zamanla savaşamam, kramp girebilir ayağıma, pek fazla pozisyon sevmem. Önce sağ ayak, sonra sol ya da fark etmiyor, tek bir pozisyonda yürüyorum. Beni dinleme inceliğini gösterirse ona minnettar kalacağım. Beni öpmesin. İnsan ağzını açınca neler geliyor başına, neler! Doğrusunu söylemek gerekirse perdenin inmesine yakın bir zamanda itiraf ediyorum; ‘taş gibi!’
-Erkekleri, hayvanları, en çokta bu kahpe hayatı seviyorum.
-Arabesk misin?
-Her şeyi dinlerim. Her türlü müşterim var.
-En çok ne dinlersin?
-Ne mi dinlerim? Salakça işlerini güçlerini anlatan adamları sikesim gelir. Isırgan otundan kokulu parfümüm, biliyor musun fiyatını?
-Nasıl anladın kokladığımı?
-Gözlerini kapatmamak için direniyorsun ama alnının ortasında beliren o izler…
-Uyuşmayı sever misin?
-Rakı.
-Adın?
-Isırgan.
-Soyadın?
-Isırgan.
-Yaşın?
-Isırgan.
Yavaş yavaş ürküyorum. Ne saçmalıyorum, bana bakıyor, bir şey demek istiyor, gözlerim işte, şurası tuhaflıklar merkezi.
-Anlaştığımız gibi geceliği, peşin alayım parayı.
Para. Soruyu yanıtlamak için az bir zamanı olan insanların vermek üzere oldukları meta. Meta? Biri beni dinliyor. Kafamdaki İran halısının hiçbir değerli tarafı yok. Ağzıma geçirilmiş bir prezervatif tüm kötülükleri sözcüklerimden arındırmak üzere.
-Aç mısın?
Evet, insanlar acıkır. Bütün hoş, hoşnut kalacağı yemekler ide sever. Yine de bir gün yediği yemeği diğer gün yemek istemeyebilir. Tavuk var buzdolabında. Akşam kendim için yapacaktım. İki parça fileto. Tavada yağsız pişireceğim. Biraz havuç, rendeleyeyim. Sonra onları yıkayıp başka bir tavada yağ, pul biberle hafif yumuşamasını sağlamalıyım. Son olarak tavuk üzerine serpiştireceğim. İçecek yalnızca su var. Rakı yok. Ayran yok. Şalgam yok. Soda yok. Belki kahve. Gece uzun. O sonra.
Ayrıca en çok tanıdığı acıların iniltisini nefesinin içine sakladığını biliyorum. Aşağılık ruhum çılgın bir ejderha gibi saldırıp, ateşini boşaltmak istiyor. Eteğini çıkarması için vakit erken ama rahat hissetmek istiyor. Yığınla rahat yalnızlığım var burada.
-Normalde hiçbir müşterinin evine gidilmez. Nedense sana kanım ısındı. Hoş çocuksun!
Çocuk! Bir at çiftliğinde kurumuş köpek boklarını gören seyis kadar sinirliyim. Yavaş yavaş aşkı ürkütüp, bedene geçebiliriz. Jartiyerine hastayım. Köşesinde bilinçaltı var. Çılgınlar gibi seyrek nüfuslu bir kasabanın en kuytu köşesinde çekiciliğini toprağa gömmeliydik. Hissetmediğim anlar var. Bu jartiyerlerden bir gün bende alıp satmayı kafama koymuştum. Pazar esnafını tanımadığım günlerdi.
Yanında yapacağım salata var. Üzerine sos dökeceğim. Kendi karışımlarım. Limon var. Gözüm kamaşıyor, bacakları haddinden fazla güzel. Bir boğayı bacakları arasında boğabilir. Kaç günde bir işe çıkıyorsun? Haftada bir? Beş günde bir? Üç günde bir? Her gün? Cevabına parmak sokacağım sorular da sıkıcıdır. Sorulara siyanür etki eder mi? Hala tanıdığım söylenemez kadınları. Yalnızca hayvan olsaydım, bunun için düşünmem gerekmezdi. Gündüzleri yiyecek peşinde koştururken adam olanlar, gece birer hayvan oluyor. Bu konuya karşı rahatsızım. Aslında eskiden de aynıydı ama her şeyden rahatsız oluyorum. Güçlük bunun neresinde? Damarlarına nüksetmiş arzulu bir hastalık gibi varoluşu ilgilendiriyor.
-Baştan söylüyorum, arka harici her şey ücrete tabidir.
Yapabilir misin? Gerçekten o boşluğu doldurmak ister misin? Alçakgönüllü olup sana sormak isterdim ama denge mi istiyorsun?
-Harici derken?
-Arka yaptırmam.
-Sorun değil, istersen biraz yumuşak olalım birbirimize.
-Kusura bakma, uzun zaman oldu müşteri evine uğramayalı. Dedim ya, sen hoş çocuksun!
Siktir git oradan fahişe! Komşular, kurtarın beni, paramı aldı bu kaltak karı!
-Terbiyesizi gördünüz mü Oya Hanım? Allah’ın cezası. Bunlar, işte bunlar kepazelikle yaşarlar. Her şey beklenir bunlardan. Kapınızı sıkı sıkı örtün, kilitleyin.
Evlerinde ciddi mana da yüklü altın ve ya para saklıyor olabilirler. İkinci ihtimali düşünmek istemiyorum. Böylesi daha iyi, düşünmüyoruz hep beraber.
Ortopedik bir bozukluğu mu var yoksa bana mı öyle geliyor. Sırtında hafif bir eğrilik var. Çocuk doğurmanın çoğu kadında bıraktığı emare bu eğrilik. Çocuk sayısı arttıkça bu eğrilik artıyor mu, uzmanı değilim. Daha güzel saptamaları yitirmek istemiyorum. Buraya gayretle küfür ve paranın karşılığı hizmet bedeli olarak özgürlük bekliyorum. Bunlar hoş laflar, ötekiler gibi ama karın doyurmuyorlar. Yemek hazır. Tatlı olarak güllaç, kadayıf, tulumba ne ararsam yok. Hepsi hayal şimdi ama ben yaratıcı bir insandım. Bisküvi var evde. Arasına çikolata süreceğim. Evet, tatlımız bu. Hatta önüne süt koyarım fincan içinde, batırıp içinde çikolata olan bisküviyi yiyebilir.
Yığınla rahatsızlık duyabilirim. Yarım saattir onu üzerindeki jartiyerli haliyle hayal ediyorum. Masada otururken bir şey belli olmuyor. Aslında açıyı yakalarsam görebilirim.
Parmağımı soktuğunda açılacak küçücük bir delik vardı pişmiş tavuğun üzerinde. Tiksinç bir zamanda nereden çıkacağı belli olmayan solucan gibi kıvranıyor gözlerim karşısında. Kendimi Ay ışığı karşısında hissediyorum. Ben, evet ben bilinçaltımı dışa vuruyorum. Bir yerde okumuştum. Gazete soruyor, yok diyorum ama dergi var. Okuyor. ‘Ben buna bir ara aboneydim’ diyor, ‘sen ciddi bunu mu okuyorsun’ diyerek de ilave ediyor. Kültürlü bir hanımefendi. Onu köklerinden söküp çıkaracak mezar aramak istenirse, mezarlık uzak, işte çam ağacı altı, kedi boku çukuru, iki köpek şapkası kalınlığı, baba yadigarı ama daha fazla sevme biçimi olmayan yalnızlığım. ‘Gömleğin çok güzel’ diyor. Başka, başka neyim güzel?
Yirmi beş dakika yemek yiyebiliriz. Dört ayak üzerine o oturup dersini çalışacak. Alev alev yanacak yüzüm ve koklayacağım mutluluğu. Daha önce böyle âşık olmadığımdan olsa gerek, sıkılmaya başlıyorum. Üstelik parmağım yaralı ve işeyecek bir yanı da yok mevzuya, çabalıyorum, evi kerhaneye çeviren yüzüme af dışkısı fırlatıyor zaman. Uzun uzadıya böyle bir yaşanmışlık anlatılmaz.
-Beni güzel oluyor musun?
-Haddinden fazla.
-Dokunmak ister misin?
-Hayır.
-Neden?
-Bu tatsızlığa son vermek istiyorum.
-Nasıl yani?
-Aynı mevsime uygun, birbirini sevme biçimi cinlenmiş yastıklarda biten iki sersem değiliz biz.
-Orospuyum ben, bu kadar basit.
-Onu demek istemedim, böyle deme ne olursun!
-Oyun mu oynayacağız sabaha kadar? Benimle ne işin var o zaman?
Orada, işte orada biliyorum. Kaderin kış gecelerinden çıkarıp, tükürüğü silip, camını kontrol edip, anlatamayacağım rüyaların görünen yüzünü bir çırpıda hakikatle buluşturacağı o sakin üzüntüsü var. Yüzünün şemsiyesi saçlarını açacağı tek toka var.
-Saçlarını özgür bırakır mısın?
-Ardından söylenmeyi çok istenen kelimeler usulca belirdi ve beni ağlatan geceleri anımsattı. Kuşkusuz inançlı, salt bir metafizik kuramı zayıf esti o an. Çarpıldım ve yüzünü şemsiyesiyle kapanırken, büzülmüş, aşkından inleyen bir köpek gördüm.
Gözlerime yaşlar doluyor.
Ne çabuk da ağlayabiliyor, duygulanabiliyor muşum meğer!
Yanına oturdum. Sevgi biciydi, herhangi bir insandı, farksızdı, güzeldi, bir çıkar sağlamalıydım. Çakıl taşlarını düşürdüğü andan beri avuçlarım limon ağaçlarının o diri yapraklarına dokunmamıştı. Dipdiriydi. ‘Kız mısın’ diye sordum. Kahkaha attı. Hatta o fırsatla eğildi, eğildi, daha çok eğildi. Kaçınmaya çalıştığım zayıflığın belirsizlikler ülkesinden fiziksel ağrılarını bıraktığından emin olarak karşımıza çıktığını umuyordum. Nasıl oldu, bilemedim. Hayır, yalnızca ara sıra böyle olurdu. Yağmur yağarsa bir yerde, adımlamak isterdim. Bir başlangıç noktası yoktu, sonu olamazdı.
Sanki ilk kez görmüş gibiydim. Sarmaşıklara sarılanmış bir çekirge niyeti vardı; zıplamak için…
Öylesine farksızsın ki ve öylesine, nasıl bilemiyorum anlatmak sana bunları.
-Sabaha kadar konuşacak mıyız sadece?
-Yalnız bir gün, paranı aldın işte. Bir gün benimle kal.
-Bunun için mi çağırdın beni buraya?
-Evet, lütfen sinirlenme, lütfen...
-Çok garip.
-Gitmeyeceksin değil mi?
-Hayır! Sen, dostum sen gerçekten çok yalnızsın.Biliyorum.