Koliba (Kulübe)
KOLİBA
Karaağaç’ta artık sonbahar rüzgârları ağaçlardaki son yaprakları da dökmüştü. Böyle olunca rüzgâr, bazen bir deniz dalgası gibi yaprakları bir oradan bir buraya savurup dururken ben, ilk defa gördüğüm Selimiye Camiini, Meriç Köprüsünü hafızama nakşetmekle meşguldüm.
Genç bir öğretmen olarak çıktığım uzun yolculukta Kayseri gibi bir Selçuklu şehrinden Osmanlı’nın görkemli eserleriyle dolu Edirne’deydim. Hava soğuktu ve Balkanlardan gelen şiddetli rüzgârların uğultusu altında bir dolmuşun penceresinden seyrettiğim uzun minareli camilerin neden birbirine bu kadar yakın yapılmış olduğunu düşünüyordum. Bir de kaderimin beni sürüklediği bu serhat şehrinde nelerin beni beklediğini bilmiyordum.
1987 yılının Aralık ayında soğuk bir Pazar günüydü. Okulumun pansiyonuna yerleştiğimde ürkek bakışlarla beni izleyen insanlara ben de ürkekçe bakıyor olmalıydım ki öğrenciler, beni hafızalarına kaydedercesine bakıyorlardı.
Pazartesi, benim okulda ilk günüm oldu. Gür bir sesle söylediğimiz İstiklal Marşı’ndan sonra okul müdürü beni odasına davet etti. Okulu anlattı, Edirne’den ve Karaağaç’tan bahsetti. Benimle ilgili bazı sorular sorduktan sonra:
-Hocam, dersinize geç kalmayın. Şu anda dersiniz başladı dedi. Yüreğimin kafesinde durmayan ve sürekli çırpınan kuşun varlığını daha da hissettim. Öğretmenlik hayatımın ilk günüydü ve ben kendimi bir boş koridorun önünde buldum. 6-C sınıfı yazan kapının önünde durduğumda o güne kadar bildiğim her şeyi unutmuştum. Sınıfa girdiğimde herkes ayağa kalkmıştı ve hepsi de bir ressam itinası ile yüzüme bakıyordu. Şükürler olsun ki şu başkan vardı. Her şeyi çekip çevirdi. Yoklamayı yaptı, defteri önüme koydu. İmzaladım ve sınıfa baktım. Öğrencilerime ne anlatacağımı bulmuştum. Kendimden bahsettim. Konuşmaya devam ettikçe güvenim yerine geliyordu. Onlara adlarını sordum, kaç kardeşler, nereliler…
Sınıfımdaki çocukların hepsi de Batı Trakya’dan gelmişlerdi. Şaşkınlığım daha da arttı. Sonradan öğrendim ki Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan bir anlaşma gereği Batı Trakya’dan Türk çocukları bizim okulumuza geliyorlardı. Okul müdürümüz, benim geleceğimi önceden bildiği için bunların sınıf öğretmeni olarak beni görevlendirmişti.
Ben, Türk Dünyası ile öteden beri ilgili bir insanım, çocuklarla hemen muhabbet bağı kurup onlarla kaynaşmanın yollarını arıyordum. Onların büyüklerinden duydukları masalları, halk hikayelerini, efsanelerini, fıkralarını öğrenmek istiyordum. Kısa zamanda muhabbet faslında önemli mesafeler almıştım ama bir eksiklik vardı. İskeçe’den gelen iki öğrencimle münasebet kuramıyordum. Tabiri caizse ben konuşuyordum ama onlar iki cümleyi bir araya getirip bana bir şey söylemiyorlardı. Bunlar iki kardeştiler. Birinin adı Salih Peçenek, diğerinin adı ise Ekrem Peçenek’ti. Boyları küçüktü, sarışınlığın aktığı yüzlerinde masmavi gözler o kadar ürkek bakıyorlardı ki onlarla konuşmaya çalıştığım zaman sanki çocuklara eziyet ediyormuşum hissine kapılıyordum.
Onları arkadaşlarıyla top oynarken seyrediyordum, hiçbir sıkıntıları gözükmüyordu. Onlarla konuşuyorlar, zaman zaman arkadaşlarına kızıyorlar, seviniyorlar, üzülüyorlar, her şey tamamdı ama bana gelince neden konuşmuyorlardı?
Gümülcineli çocuklardan Süleyman’ı yanıma çağırdım ve durumu anlattım. Süleyman oldukça girişken ve araştırmacı bir ruh haline sahipti.
-Öğretmenim, okula ilk başladığımızda biz de öyleydik ama zamanla alıştık. Onlar, İskeçe’nin dağlık köylerinden geldiler. Orada ilkokul yoktur. Sadece Kur’an Kursuna gittiler. Burada ise ortaokula başladılar, şimdi her şey onlara çok zor geliyor. Dersleri hep zayıftır. Derslerde hiç konuşmazlar.
-Öyleyse Süleyman, onlarla beni konuşturmanın bir yolunu bulmalıyız. Onların bu sorunlarını ben çözmek istiyorum dedim.
-Biraz zor ama ben, size yardımcı olacağım dedi ve gitti.
Trakya’da yağan karların tipiye döndüğünü ve Meriç nehrinin donduğunu görmenin şaşkınlığını yaşadığım günlerde Süleyman’ın anlattıkları ile Salih ve Ekrem Peçenek kardeşler hakkında çok şey öğrenmeye başlamıştım.
Bir gün dersin sonlarına doğru ilk denememi yaptım.
-Çocuklar dedim, ben doğduğum yeri çok özledim. Annemi, babamı, arkadaşlarımı, çocukluğumun geçtiği o güzel yerleri şimdi çok arıyorum. Küçükken keçi yayardım kırlarda. Keçilerin peşi sıra giderken zamanın nasıl geçtiğini unuturdum. Sonra susadığım zamanlarda derenin yanındaki kulübeye gider, oradaki çeşmeden kana kana su içerdim. Hele o derede yıkandığım zaman ne keyif alırdım, unutamam.
Ben, hikayemi süsleyip uzaklara doğru bakarken sınıfta Ekrem’in sesini duydum. Ekrem Peçenek ayaktaydı:
-Sen, Ketenlik’tensin öğretmenim?
-Ne oldu Ekrem dedim, Ketenlik dediğin neresidir? Yoksa doğduğun köyden mi bahsediyorsun?
Bu sırada Salih de kalkmıştı ayağa:
-Koliba’yı sen bilir misin öğretmenim?
Yöresel konuşmalarında kulübe yerine “koliba” diyorlardı.
-Salih evladım, yoksa sizin köyde de bir kulübe mi var dedim.
Ekrem ve Salih kardeşlerin dillerinin bağı çözülmüştü. Özlemle yanan bu küçücük yavrular, heyecanla köylerini, çocukluklarını, akrabalarını, keçilerini, köpeklerini anlattılar bana. Koliba, aramızdaki tılsımlı kelime oldu. Ne zaman onların konuşmayacakları endişesini taşısam, bir koliba lafı atıp ortaya, onları konuşturdum. Çünkü, bu kulübe, Ketenlik’teki çocukların çocukluk hatıralarının yaşandığı özel bir yer olmalıydı.
Şubat tatili hemencecik geliyordu. Ben daha okuma yazma problemi ile uğraşırken, bitirmem gereken müfredata uymam imkansızdı. Onlara ilkokulların okuduğu hikaye kitaplarını okutuyordum ve okudukları hikayeleri bana anlatıyorlardı.
Artık, ilk yarı yılın son derslerini yapıyorduk. Karne notlarını merak ediyorlardı ama bir taraftan da ezik bir merak edişti bu. Derslerinin çoğu zayıftı. Ortalamalarını açıkladığımda hepsi de şaşkındı. Çünkü, hepsi de Türkçe dersinden geçer not almışlardı.
Öğrencilerden biri:
-Öğretmenim, Salih ile Ekrem’in bütün dersleri zayıftı. Şimdi sadece sizin dersinizden iyi not aldılar dedi.
Gülümsedim:
-Sizler benim verdiğim bütün ödevleri yaptınız, hepiniz bu mükafatı hak ettiniz dedim. Salih ile Ekrem’e gelince… Evet, onlar biraz geriden geldiler. Çünkü, ilkokul yerine Kur’an Kursunu bitirmişler. Ama onların öyle güzel bir sesi var ki, ezberden mevlit okuyorlar, bunu biliyor muydunuz dedim. Çocuklar şaşırdılar. Asıl şaşkınlığı ise maharetlerini nasıl bildiğimi düşünen bu iki kardeş yaşıyordu. Bir taraftan da gururları okşanmıştı. İsteğim üzerine bu son derste mevlitten parçalar okudular. Sınıf, onları çılgınca alkışladı.
Onları güçlü kanatlarının altına almış bir kartal gibi hissediyordum kendimi. Şimdi ise yavrularım, özlemle yanıp tutuştukları evlerine gideceklerdi.
Haftasonu Yunanistan’dan büyük bir otobüs geldi, okulun kapısına durdu. Çantalarını, valizlerini hazırlayan öğrencilerim otobüsün yanında toplanmaya başladılar. Ben de yanlarındaydım ve kısa sürede birbirimize gönülden bağlanışımıza şaşıyor ve şimdiden onları özlüyordum. Annelerine, babalarına, akrabalarına, köylerindeki herkese selam söylemelerini istedim. Gelirken de mutlaka birer masal öğrenip geleceklerdi. Ödevleri de buydu. O sırada bir büyük erkek sesinin bana seslendiğini duydum:
-Demek köydeki herkese selam söylüyorsun, hepsini tanır mısın?
Yunanlı şoför, güleç yüzle bana bakıyordu ve tertemiz bir Türkçeyle konuşmaya devam etti:
-Masal dinleme çağını çoktan geçmişsin be hoca, ne yapacaksın bu kadar masalı?
Bu samimi sözleri söyleyen kişiye yöneldim.
-Siz, Türkçeyi nasıl böyle konuşabiliyorsunuz dedim.
Şişman, orta boylu ve güleç yüzlü adamın Anadolu’daki şoförlerden pek farkı yoktu.
-Adım Stavros dedi. Bizim evimizde hep Türkçe konuşulur be hoca, babam Konya’dan gelmiş Yunanistan’a mübadelede. Rumcayı bilmezdi anam da babam da… Hep Yunanistan’daki mekteplerde sonradan öğrendiler Rumca’yı.
Şaşkındım. Kitaplarda okuduğum her şey sanki canlanmış ve karşıma dikilmişlerdi.
-Yoksa siz, Anadolu’dan göçen Karamanlılardan mısınız dedim.
O da evet anlamında başını bir o yana, bir bu yana salladı. Trakyalı Türkler gibi o da evet anlamında yapıyordu bunu. Anadolu’da biz, olumlu cevap verirken başımızı aşağı yukarı sallarken, burada baş iyi yana sallanırdı. Artık öğrenmiştim bunları.
Stavros’un hikayesi uzundu belki ama bana anlatamadan vakit doldu.
-Yavrularımı sağ sağlim yerlerine ulaştırın, yolunuz açık olsun dedim. Onlara el salladım, kuş cıvıltısı gibi sesler çıkarıyorlardı. Hiçbiri otobüsün koltuğuna oturamıyordu, pır pır seslerini duyuyordum. Sanki kanat açıp uçtular, gittiler.
Günler çabuk geçti. Bu sefer, uzun yollardan daha çabuk gelmiştim. Özlediğim çocuklarıma şubat tatilinden sonra kavuştum. 6-C’nin ilk dersindeyim. Ekrem ayağa kalktı ve yanıma geldi. Elinde bir mektup vardı:
-Öğretmenim, bu mektubu dedem size yazdı.
Mektubu açtım ve oldukça müşkülatlı bir yazıyı okumaya çalıştım.
“Türkçe Öğretmeni Burhanettin Beye,
Bu iki yavrunun hem anasıyım, hem de babasıyım. Ben, onların dedesi Osman’ım. Onları ben büyüttüm. Buraya geldiklerinden beri hep senin lafını ederler. Sen de bir köy çocuğuymuşsun. Özlermişsin memleketini. Yaz tatilini beklemeyin, önümüz bahar… Bir gün hep birlikte çıkagelin buraya. Koliba’nın yanında bir yemek yiyelim, oturalım, konuşalım. Sen de bizim bir evladımız oldun. Çocuklara bir iki masal öğrettim ama vakit dardı. Sen buraya gelirsen sana bütün masalları anlatırım.
Haydi, gözlerinden öperim.
Osman Peçenek
Ketenlik Köyü / İskeçe
İşte hayat böyle demek ki… Bilmediğim diyarlara gittim, rüyalarımda görmediğim güzellikleri yaşadım. Salih’i, Ekrem’i, Süleyman’ı, bütün Batı Trakyalı çocukları diğer sınıfların seviyesine çıkarttım ve hepsi de diplomalarını aldılar. Onlar gitti, yenileri geldi. Ama ben Koliba’ya gidemedim. Ketenlik’teki dostlarımı dünya gözüyle göremedim.
Yurdun bir başka güzelliğine kanat çırparken aklım onlarda kaldı. Yüreğimin bir parçasını da onlarla birlikte bıraktım. Şiddetli kışlar gördüm, ulu ulu minareler, çiçek çiçek baharlar gördüm. Geçmişi gördüm, geleceği gördüm. En önemlisi de aydan parlak yüzler, birbirinden güzel insanlar gördüm.
YORUMLAR
Çok güzel bir anı ve güzel bir hikayeydi. Tebrik ederim.