Manevi Teknoloji-1 / İki Boyutlu Hoca
Günlerden cumaydı. İstanbul’a arkadaşımın yanına gidiyordum. İstanbul trafiği ve benim kaplumbağa hızım sayesinde İstanbul’un girişine geldiğimde öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Hemen aracı müsait bir yere park ettikten sonra hızlı adımlarla caminin yolunu tuttum...
Nefes nefese kalmış bir halde, camiye nereden gireceğimi kestirmeye çalışıyordum. Zira belli bir girişi olmayan caminin ne kubbesi ne de minaresi vardı. "Bu nasıl bir cami?" derken, sürü psikolojisi modunda mahalle cemaati hangi yöne gidiyorsa bende onları takibe başladım...
Birkaç aşamadan sonra caminin girişine geldim ve "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek içeri adım attım. İçeri girdiğimde caminin yapım aşamasında olduğunun, minare ve kubbenin yapımının daha tamamlanmadığının farkına vardım. Bu durum, beynime oksijen gittiğinin kanıtıydı!
Camide inanılmaz sayıda kiriş vardı! Bu kadar kirişi daha önce hiçbir yapıda görmemiştim. Bir anlam veremedim. İşin güzel tarafı ise her kirişte dört yüzey, her yüzeyde ise bir cemaat vardı! Kaba bir hesap yapmak istedim, fakat neden camide olduğumu anımsadım. Ben neler düşünüyordum böyle! Düşüncelerimi savuşturduktan sonra hiç huyum olmamasına rağmen en ön safa, yaşlı bir amcanın yanına oturdum.
Sırtımı yaslayabileceğim bir kiriş olmadığı için, bağdaş kurdum ve cemaatin pür dikkat izlediği iki boyutlu camii hocasına baktım! Aman Yarabbim! Bu merkezi ses sisteminin görsel versiyonuydu. Hangi caminin hocası olduğunu bilemediğim Hoca, belki de tüm İstanbul’a buradan, bu televizyon yayınından vaaz veriyordu!
’Yayın vaazı’ bitmişti ve son nida da göklerde yankılanıyordu: "La İlahe İllallah!" Ezan da bitmişti. Bittiği gibi de beynimi şu soru kemirdi: "Namazı kim kıldıracaktı?" Ortalıkta camii hocası görülmüyordu. Hem vaaz bitmesine bitmişti ama yayın hala devam ediyordu. "Yoksa namaz buradan, bu ekrandan mı..." diye düşünmeme fırsat kalmadan canlı kanlı hoca mütevazi adımlar ile önümden geçti. Benim ise ömrümden ömür gitti!
Namazı eda ederken, istem dışı düşünceler zihnimi bulandırmaya, iç sesim ise eleştirel bir tavır takınmaya başladı. "Yeri ve zamanı değil, sus ve namaza odaklan!" dediysem de beni dinlemedi, zihnimi sarıp sarmaladı:
"Merkezi ses ile yapılan vaaz kabul edilebilir ama şu iki boyutlu hocanın merkezi vaaz vermesi kabul edilemez!" dedi. "Neden kabul edilemez?" diye sorduktan sonra şöyle dedi: "Cemaatin şu ekrana nasıl baktığını gördün mü? Ben gördüm: Aşkla bakıyorlardı! Bu bakışlar, vaaz veren hocanın üslubundan değil, amaca aracılık eden şu cihazın bağımlılığından kaynaklanıyordu." dedi ve ekledi: "Yani hocanın anlattıklarıyla uysallaşan bir cemaat değil, şu cihaza alışmış, bağlanmış bir cemaat gördüm karşımda!" Cevap vermek istemiyordum. Zira namazın manasına aykırı davranıyordum. Ama iç sesim bu gördüklerimi bir türlü kabul edemiyordu. Zihnimi yine ele geçirmişti:
"Uyuyorsun! Akşam evinde iki boyutlu görsel karakterleri izlerken, elindeki teknolojinin son noktasına dokunurken. Evinde, sokakta ya da çay bahçesinde; aklına gelebilecek her yerde uyuyorsun, uyukluyorsun. Tatlı bir rüyadaymışsın gibi, uyanmakta istemiyorsun!" dedi tüm hırçınlığıyla. "Bu gerçek değil, hayatımızı kolaylaştıran şeylerden bahsediyoruz! Asıl uykuda olanlar, bu nimetlerden yararlanmayanlardır." diyerek eleştirisinin akla uygun olmadığını vurguladım. Cevap hemen geldi: "Hayır! Hayatını kolaylaştırdığı propagandasına sen de inanmışsın sadece. Hayatını kolaylaştıran şeyler, hayatını yozlaştırmaya başladığında onun kolaylaştırıcı etkisinde boğulursun. Yani hayatı kolaylaştıran teknoloji senin hayatına tümüyle nüfuz ettiğinde senin o hayatın yozlaşmış olur. İşte bu nüfuz sonucunda da sen uyuklamaya, son süreçte de derin bir uykuya dalarsın." dedi. Ama sağ kulağımdan girdi sol kulağımdan çıktı. Zira dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım! Anlamak da istemiyordum artık. Namazı anlamak, namazın içinde olmak istiyordum sadece. Ama bu ne mümkündü. Sessizliğin cirit attığı cami salonunda, iç sesimin yankılarını duyuyordum!
"Dediklerimi anlamadığını görebiliyorum! Tamam, sana sadece şunları söyleyeceğim" dedi ve anlatmaya başladı: " iki boyutlu hoca gerçekte hayatımızı kolaylaştırmıyor. Kolay sandığımız bu tür şeyler bizi yozlaştırıp değerlerimizin değişmesine neden oluyor sadece. Yani bize kolaylıklar tanıyan maddi değerleri, bizi biz yapan manevi değerlere değişiyoruz! Bu süreç yavaş yavaş işlediğinden bunun farkına varamıyor, işte bu sebeple de dış dünyada uyukluyoruz. Öyle ki bu caminin avlusunda bile maddi değerlere bağımlı uyuklayan insanları görebilirsin!" dedi. Ben de "Peki ya caminin içi?" diye sorduğumda o; "Burada, caminin içinde, manevi değerlerini kaybedersen, kendini de kaybedersin! Bu sebeple iki boyutlu hocanın yeri değil burası. Konferans salonları, sınıflar vb. yerler olabilir ama Allah’ın evi değil! Şimdi dediklerimi anladın mı? " dediğinde bir daha iç sesimin beni rahatsız etmeyeceğini düşündüm. Ve düşündüğüm gibi de oldu...
Namaz bitmişti. Manasıyla kılamadığım namaz için Allah’tan af diledim. Yüzüm asık bir şekilde camiden ayrılırken telefonumu çıkardım ve avluda turlamaya başladım. Ve aklıma iç sesimin söyledikleri geldi: "...Öyle ki caminin avlusunda bile maddi değerlere bağımlı uyuklayan insanları görebilirsin!" Doğruydu! Kendime, çevremdekilere, cemaate; gencine-yaşlısına şöyle bir baktım: Hepimiz maddi değerler çukurundaydık!
Düşünce buhranından sıyrıldığımda, aracımın yanına doğru yol aldım. Rahat bir nefes alacakken bu kez caminin kirişleri kafama takıldı. "Neden bu kadar fazlaydı acaba?" Cevap veremeyeceğim soruyu zihnimden savarken bu kez kendi kendime ilginç bir söz verdim: "Bundan sonra caminin içinde hayatımı kolaylaştıran tek şey boş bir kiriş bulup ona yaslanmak olacak!"
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.