- 974 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'mimesis'
‘Röprodüksiyon…’
‘Pardon?’
‘Röprodüksiyon diyorum canım. Siz, avam tabakası ona ne dersiniz, hah, şuh tabirinizle copy paste evladım.’
‘Amca sana bu resmin fiyatını sordum, bana ne röprodikon, röpükdiyon ne diyorsan işte.’
‘Bunun ederini karşılayabileceğini sanmıyorum evladım. Bir sadık mon cher için bunu saklıyorum. Kendileri sosyetenin efendilerinden…’
‘Sikerim sosyetesini de, senin röprodüdüksiyonunu da, bir fiyat söyleyeceksin olacak bitecek yaşlı göt! Bizi ayakta mum ediyorsun boşuna. Aylak bakkal gibi taşaklarını tartıyorsun.’
‘Sizi saygıya davet ediyorum yavrum.’
‘Yavrusunu, ebesini de, gelmişini geçmişini de…’
Oldu mu böyle? Ya bilmiyorum, farklı öykü kurgulamaları arıyorum ama her seferinde kendimi tekrarlıyorum sanırım. Çok sevdiğim biri böyle söyledi. Ona da inanıyorum aslında, onu da çok kırdığımı da biliyorum. Neden kırdım ki ben onu? Aslında ben kırıcı bir insan değilim biliyor musun? Tamam, sinirlenirim ama hemen geçer o sinir, sakinleşirim. En fenası da sinirlendiğim o birkaç saniye içerisinde zarar verici bir harekette bulunmam. Şimdiye kadar kimseye bulunmadım ama potansiyel enerji işte. Koşmak lazım, yüzmek, ne bileyim spor, aktivite filan lazım.
Ayşe önündeki menüye bakıyordu. Uzattığım kâğıtta yazan öykü başlangıcını okumuştu ama aldırış etmiyordu. Ben öyle sanıyordum ki, birden menünün sol tarafında uzanıvermiş kâğıdı havaya doğru kaldırıp:’ Lan oğlum sen manyak mısın? Bu nasıl öykü girişi!’ dedi. Moralim bozulmuştu ama çaktırmamaya çalışıyordum. ‘Bildiğin dümdüz girmişsin adama, küfür etmişsin.’
Peçeteliğin arasında ölmüş bir karasinek vardı. Eğer Ayşe o ölmüş sineği görürse masadan kalkar, restoranın müdürüne kadar şikâyete giderdi. Aslında normal şartlar altında aldırmayacağı bir görüntü olurdu ama son zamanlarda tekrardan nükseden kitinofobisi vardı. Kaldığı evin bahçesinde farelerle arkadaş olmuştu ama evin içerisine dadanan hamamböceklerinden illallah etmişti. Peçeteliği avuçlarımın arasına alıp, masanın kenarından peçetelik içerisindeki peçeteleri çekip, karasineğin yere düşmesini sağladım. Meraklı Melahat olduğu için duramamış, ne yaptığımı sormuştu.
-Hiç, peçetelerle oynuyorum. İftarı beklerken iyi oluyor bir şeylerle oynamak.
-Ya bırak, oynaşma. Şu öykünü yırtıyorum bak.
-Lütfen geri ver, onu kitap taslağına koyacağım.
-Ya manyak mısın oğlum? Bunu mu koyacaksın? Onlar da sana güzel koyar güzelce. Kim okur bunu?
-Okumasın, ben okunması için yazmıyorum ki!
Ağzını geviş getirir gibi açıp, sesinin volümünü düşürdüğünü fark edince gülümsedim.
-Bokuma okunmamasını merak etmiyorsun. Yahu ağzımı bozuyorsun oruçlu oruçlu. Mevzuyu ben daha çözemedim. Ne yani, esas oğlan giriyor bir resim atölyesine mi, resim satan dükkâna mı neyse, orada beğendiği bir tabloyu soruyor. Satıcı yaşlı adam da ona röprodüksiyon diyor. Yani bu eser gerçek bir eserin kopyası. Tabi kopyalanan eser iyi bir röprodüksiyon olduğundan, alıcıları da iyi seçmeye çalışıyor. İyi bir paraya okutacak, esas oğlanımıza vermem diyor. Onu hakir görüyor. E, ne olacak yani? Oğlan çalacak mı bunu oradan, yoksa ne yapacak sonuçta?
Sinirliydi. Sinirli olmasına gerektirecek yoğunlukta bir hayat yaşıyordu. Bu onun doğasında vardı. Mücadele ederek, yırtarak bir şeyler elde edebilirdi. Ben ona benziyordum ya da o bana ama farkımız, benim beklememdi. Bekliyordum iyi bir şeyler olsun diye. Mutlu olmak için, daha iyi eserler yazabilmek için, hatta elimdeki onlarca kitabın okunacağı anı dahi bekliyordum. ‘Ömrüm beklemekle mi geçecek güzeli, bu acım nasıl dinecek Tanrım, bir umut ver kapından uyanayım…’
-Ne diyorsun lan? Ya sana bir şey anlatıyorum, şarkı söylüyorsun.
-Şarkı değil ya…
-Neyse ney, bak yarında kal burada, bütün gün boşum, gezeriz ne dersin?
-Kalamam, bu gece yola çıkıp dönmeliyim.
-Pislik, bir gün daha kalsan ne olacak sanki!
Çatal ve bıçak aynı kâğıt kese içerisindeydi. Kaşık farklı bir kesenin içerisinde boş tabağın sağındaydı. Yanlışlık vardı. Normal masa düzeninde çatal ve bıçak farklı yerlerde olurdu. Bıçak kaşıkla beraber sağ tarafta olması gerekiyordu. Tabi, sağ elimizle kesip, sol elimizle de çatalı tutup ağzımıza yemeğimizi koyacağız. Su bardağı tabağın ön kısmındaydı. Sol ön kısmında olması gerekiyordu. Tuz, biberlik, yağ, sirke, nar ekşisi aynı yerde birbirlerine sıkışmış olarak, göt göte giden belediye otobüs yolcularını andırıyorlardı. Kürdan garibin boynu bükük en arka taraftaydı. Tek umudum yemeğin iyi olmasaydı. İftar muhabbetine fiyat olarak iyi geçirseler de, umurumda değildi. Ayşe’ye kızmıştım. Canım konuşmak istemiyordu. Uzun bir zamandır görüşmediğimiz için sürpriz yapıp yanına geldiğim halde, konuşmamak için bu sefer direniyordum.
-Niye sustun, ne oldu, tansiyonun filan mı düştü?
Gözlerine baktım. Yuvarlak, pürüzsüz bir fındıkkabuğunu andırıyordu gözbebekleri. Kaşlarını aldırmıştı. Zaten az çıkan bir şeyi almasına ne gerek vardı ki! Kapanması güç olan, karanlığın mağaralardan uçsuz bir boşluğa düşüvermesi an meselesi sayılacak izlerin elmacık kemikleri üzerinde yoğunlaşan kavisleri vardı. Gözleri altında sonsuzluğun o derin huşusu miskin bir kedi gibi uyuyup kalmıştı. ‘Uyandırma’ diye fısıldamak istiyordum. Kısa saçları bir an önüne doğru gelince, eliyle saçlarını itip ‘aman, öf, çekil be’ dedi. O an gözlerini kapatmıştı. Sanırım sol gözünün altında bir ben vardı.
-Şimdi sonuç olarak olmamış diyorsun öyle mi?
-Ya sen hala öyküde misin?
-Ben ona çok istekli başlamıştım.
-İstekli başladığını fark ediyorum kuzum ama küfürle müfürle, yani garip bir mevzu o. Röprodüksiyon mevzusu hoş. Aslında bak benden sana tavsiye. O çocuk tabloyu gece aşırsın oradan. Sonra o huysuz bunak polise haber versin. Gazetelerde duyulsun:’ Meşhur Caravaggio’nun eseri çalındı!’
-O kim ki?
-Yahu öykü yazıyorsun, araştır bari. Meşhur ressam Michelangelo Merisi Da Caravaggio’dan bahsediyorum.
-Ne dedin, Karaviagra mı?
-Ya ne viagrası, deli misin! Caravaggio diyorum. Meşhur İtalyan ressam.
-O da eşcinsel miydi acaba?
-Ne alaka lan, sanattan bahsediyoruz! Eşcinsel mevzusu nereden geldi aklına.
-Geçen görmedin mi, dünya bizden bahsetti. Polis baya şiddet uyguladı bunlara.
-Çok da tın! Adam olsunlar tabi, ne o öyle adam adamla, kadın kadınla evlenir mi lan hiç!
-Meseleyi tabi senin indirgediğin noktaya indirgersek…
-Ne yani, savunuyor musun? Lan Allah’la dalga geçiyorlar, gebersin öyleleri!
-Ben sana ressam eşcinsel mi sordum, mevzu nerelere geldi.
-Sen getirdin pislik!
-Peki, anlat adamı…
-Ben bir ara resim yaparken araştırıyordum. Bu adam zamanın en önemli Barok sanatçısı.
-Barok mu? O ne ki? Tarot falı gibi…
-Gülme, barok dedikleri şey bilirsin hani Rönesans dönemi vardı.
-Evet…
-Hah, işte o döneme biraz tepki, biraz da zorlama bir etkiyle başlamış sanat akımı diyelim. Durağan bir sanattan dinamizm doğmuş. Her şey hareketli ve ani kaydediliyor. Ben de tam anlatamıyorum ama insanlar bu sanatla aslında daha çok yaşadığı hadiselerden dolayı sahip oldukları hayal kırıklarını, bedbaht vaziyetlerini sanat olarak sunmuşlar.
-Vay, bedbaht filan, sen yoksa gizliden gizliye kitap mı okuyorsun?
-Lütfen dalga geçme, sana burada bir şey anlatıyorum. O barok döneminin en ünlü ressamı bu arkadaş; Caravaggio diyorum.
-Farkı ne diğerlerinden? Neden Caravaggio yani?
-Ya detaycı olma be, öykünde sana yardımcı olmaya çalışıyoruz şurada. Bu arada kaç dakika kaldı iftara. Midem azdı yine.
-On dört.
-Of, biz erken mi geldik buraya?
-Olsun, yer kalmazdı sonra, mesele değil az daha dayan.
-Neyse işte, diyorum ki o tablo Caravaggio’nun olsun. Huysuz bunak da bunu biliyor ama herkese de röprodüksiyon diyor.
-Dur dur… Aptalca bir şey var orada. O yaşlı adam salak mı gerçek tabloyu dükkânında sergiliyor.
-Orasını sen düşün işte. Ben sana tüyo veriyorum oğlum. Yazmak istiyorsan böyle bir şey yaz.
-Sonra ne olacak?
-Ülke çapı manşet olacak. Kameralarda bizim esas oğlanın yüzü filan belli olacak. Mobese var ya, onunla bilecekler adamımızı. Bu tip değiştirecek, saçları kazıtacak, kıyafet filan tarz değiştirecek.
-Onu tanıyanlar olmayacak mı? Bakkalı, arkadaşı yok mu bunun?
-Olsun, tabloyu saklayacak bir yere. Düşün, o kadar akıllı ki, tabloyu kimsenin ummadığı bir yere saklayacak.
-Nereye?
-Mesela hamamböceklerinin anavatanına!
-Ne? Ne saçmalıyorsun kızım, fobin tuttu sanırım yine.
-Yahu kanalizasyona be!
-Nasıl olacak ki o iş?
-Ya biraz kafayı çalıştıracaksın işte. Öykü yazan sensin. Büyük şehirlerde kanalizasyon genellikle daha büyük olur ve odacıklar filan da olur içinde. Alacak feneri esas oğlan, açacak geceleyin rögar kapağını, inecek o odalardan birine ve orada saklayabileceği bir yer bulacak.
-Aslında derinlemesine düşünüldüğünde müthiş olur bu fikir.
-Tabi ya, az çalıştır saksıyı. Öyle küfürle filan bitmez, olmaz hatta o. Pişir yani, sen daha iyi biliyorsun.
On bir dakika kalmıştı. Ayşe eliyle karnını sıvazlıyordu.
-Göbek ufalmış, kilo vermişsin.
-Sen de versen iyi olur, camış gibi olmuşsun.
-Kim beğenecek beni, iyiyim ben, rahatım.
-Olsun oğlum, gençsin daha, kendine çeki düzen ver. Of, okunsa da ezan bir su içsem bari. Çok ağrıyor midem.
-Az daha dayan.
-Biliyor musun, o dev gibi hamamböcekleri yüzünden dün gece tuvalete zor gittim.
-Cidden o kadar mı rahatsız oluyorsun?
-Ya ne diyorsun sen! Aha şu başparmağım kadarlar ya! Ölmüyorlar da öyle iki darbede.
-Küçükken yan komşumuza gitmiştik bir gün. İyi hatırlıyorum, mutfak tezgâhı üzerinde iki hamamböceği dolaşıyor. Bende aldım bulaşık sepetinden kaşığı, vurmaya başladım. Birini öldürdüm ama diğeri kaçmıştı.
-E, o kaşığı ne yaptın?
-Ne yapacağım, o kaşık elimde, içeri salona geçtim. Gülerek ‘bununla hamamböceği öldürdüm’ dedim.
-Iyyyy…
-Kaşığı alıp çöpe attılar. Ya yıkayın, geçer filan dedim ama dinlemediler beni.
-Manyaksın oğlum, vallahi manyaksın! Çantamda ilaç var. Zirai ilaç satan bir yerden aldım. Adı garip lan, ‘birebir’ diye marka mı olur?
-ilacın ismi mi birebir?
-Ha, bak göstereyim hatta.
İlacı elime alıp, nasıl kullanıldığını öğrenmek için sağına soluna bakındım. İlginç bir ilaçtı ama hamamböceklerine çare olmayacaklarını düşünüyordum. Tamam, bir nebze apartman önüne kadar bu ilaç çare olabilse de, aklıma başka bir soru gelmişti. O an telefon çaldı. İftara üç dakika vardı.
-Abi, nerelerdesin?
-Ankara’dayım, hayırdır iftar vakti telefon açtın.
-Ya bizim büfeye gaz bombası geldi. Anasını sattım ya, camlar filanda hakeza gidik! Orucu biz çoktan açtık.
-Hayırdır ya, iyi misin, bir şey var mı?
-Şükür, abi şükür iyiyiz de, şu ibneler mahvetti ortalığı ramazan gününde.
-Duydum, duydum da, mevzuya detaylı bakamadım. Gece yola çıkıp döneceğim.
-Herkesin siniri bozuldu abi. İyi ki burada değildin! Valla adam gibi adam olsa da biri, dalsaydık diyordum. Çırılçıplak soyunup kaç dakika dans filan ettiler. Ramazan gününde çığırından çıktı iş.
-Hasar çok mu yine?
-Allah topunun belasını versin! Ulan eyleminize de, size de var ya…
-Tamam, sakin ol, polis galiba aşırı tepki gösterdi yine.
-Toma abi yine, bir de nereden buluyorlarsa geri zekâlı çevikleri, gaz bombasını dükkâna attılar yine.
-Tüh anasını, olan yine size oldu desene!
-Neyse abi, kusura bakma, iftarı açacaksın sen daha, bir haber edeyim dedim, gelince sürpriz olmasın uğrarsan buralara.
-Tamamdır Ali, görüşürüz kardeşim.
-Görüşürüz abi, selametle.
Ayşe meraklı gözlerle beni süzüyordu. Garsonlardan biri ‘ezan okunuyor, hepinize afiyet olsun’ dedi ve masaların arasından yürüyerek uzaklaştı. Süzme mercimek çorbası ılımıştı. Ayşe dayanmayıp ‘kim aradı ya, mevzu nedir’ diye sordu. Kısaca anlatınca, ‘sana ne dedim ben, daha beterini yapsalardı keşke’ dedi. Gerçekten acıkmıştım. İştahla çorbayı bitirirken, bir yandan da salataya girişmiştim.
Yemekler bittikten sonra az bir zaman daha beraber vakit geçirdik. Aslında keyif kahvesini içip, nargile tüttüreceğimiz bir zamanımızın olmasını diliyorduk. İkimiz içinde imkânsızdı.
Otobüs saat on ikideydi. On birde otogara gelmiştim. Bir saatin nasıl geçeceğini bilemez haldeydim. Çantamdaki spiral yapraklı defteri çıkardım. Herhalde yazabileceğim bir şeyler vardı ki defter dizimin üzerindeydi. Tükenmez kalemin mavisi formundaydı.
‘Bu arsayı satınca kurtulacağız’ dedi. Sahiden de büyük bir arsaydı. Kaç dönüm olduğunu kestiremiyordum. Zaten ne bir köyüm ne de sahip olduğum bir toprak parçası. Dedeler sağ olsun olan azıcık yeri de yiyip bitirmişler. Fahrettin sıkıntılı yüz ifadesinden kurtulmak istemiyordu. Bir yandan da iç çeker gibi konuşuyordu:’ Ey güzel Allah’ım! Şu güzel arsayı alacak kulun yok mudur? Alsalar da ben de kredi borçlarımda kurtulayım, altıma iyi bir araba da çekeyim. Ne olurdu be, ne olurdu!’ ‘Olsun be abi, sıkıntı etme, gider bir gün inşallah, iyi para verirler değil mi buraya?’ Olmayan saçlarını tarıyordu. ‘Tavşan tazı tutar, çalımı avcı yapar ya, bizim hesapta o kardeş! Durmadan çalışmak da olmuyor. Malum sera var, hem oraya bakıyorum izinli günlerde, diğer günler de normal mesaiye gidiyorum. Şurası bir satılsaydı var ya!’
Ne kadar eder sorusunu es geçmişti. Bilerek es geçtiğine de adım gibi emindim. Koca tepenin arka kuzey tarafının yamaçlarında iri çam ağaçlarının gölgesinde dinlenen köpeklerin uyuz sesi kulağımdaydı. Kanadı kırık bir kuş gibi beyaz bir poşet rüzgârda yalpalanıyor, önce toprak üzerinde biraz süründükten sonra havaya yükselip tekrar toprağın üzerine düşüyordu. Fahrettin yaşlı sümüklüler gibi burnunu süpürüyordu. Çimlerin üzerine sarı yeşil tonlarda büyükçe bir sümük sıvısı fırlamıştı. Bu hareket bana hep ilginç geliyordu. Çoğu zaman denesem de yapamayacağımı bildiğim için vazgeçip kağıt mendile sildiğim burnumu başkaları hiçbir ilave madde kullanmadan elleri yardımıyla kolayca boşaltabiliyorlardı. ‘Çok fare var, buraya ilaçta sıkmam lazım’ diye devam etti konuşmasına.
‘Sıkacağım da, onun için de iyi bir zirai ilaç bulmalıyım. Köyden arkadaşın biri Avustralya çiftçilerin kullandığı bir ilaçtan bahsetmişti. Yok, arkadaş, yapışkan bant filan artık işe yaramıyor. Fare zehri de var, bunlar o yemleri de yutmuyorlar. Kapan diyorum, o da nafile, tüm tarlaya kapan mı yapılır! Geçen sene İmam’ın yan evinde oturan bir adam vardı. Neydi ismi, Karga diyorlardı adama, hah, karga İsmail doğru ya, o tarlasına kapanları koymuş. Bir gün sonra gidip bakayım diyor, tarlada yakalanmış ölen fare var mı diye, kendi ayağını kapana sıkıştırıyor. Bu kapanlar öyle küçükte değiller, hayvan gibi büyükçe kapanlar yani. Adam kaç gün tarlaya gelemedi. Ben ne yapayım sence?’
Erkenden kurtulup kaçan bir atlıkarıncayı anımsatıyordu bulutların seyri. Mavi gök fırça darbeleri sonucu çok post modern bir görüntüye ulaşmıştı. Çocukken göğe çok bakardım. Kimi günler yalnızca güneşi seyrederdim. Ödev zaten yarım saatte bitebilecek bir uğraştı. Önce Buket’i, sonra Esra’yı, daha sonra da Şule’yi düşündüğüm günlerdi. Köpekten kaçar gibi üçünden de kaçtığımı hatırlıyorum. Platonik olduğunu da bilir, gazetelerin magazin eklerini alıp, özellikle ünlülerin platonik aşklarını okurdum. Genelde ulu orta yiyişen bir sürü ünlü olsa da, bazıları aşklarına sadık kalır, arkadaşının eşine yıllarca platonik aşk duyar, o arkadaşı eşinden boşanınca da hemen gizli aşkını belli ederdi. Uçurtmalar rengârenkti. Harçlığı bol olan çocukların uçurtmaları daha güzeldi. Yine de parası olmayıp da uçurtma alamayanlar, elektrik kablolarına ya da ağaçlara takılı kalmış uçurtmayı bir yolunu bulup da aşağı düşürür, sonra onları tamir ederek uçururlardı. İnanılmaz zevkli bir şey olduğunu hatırlıyorum. Çoğu zaman ip bittiği an, ilave ipi de bağlar, uçurtmayı daha yükseğe ve uzağa gitmesini sağlardım. Bazen yalnızca uçurtmaları izlediğim günler olurdu. Bir başkasının uçurtmaları, yeşil, mavi, sarı, püsküllü, kanatlı, hatta daha pahalı olan farklı şekillerde olan uçurtmalar…
‘Bilmiyorum ya, git zirai ilaç satan bir yere, bulursun orada fare ilacı. ‘
‘Gideceğim de, faydası olur mu diye şey ettim…’
Etme anasını sattığım, etme! Benim tarlam mı var? Benim bisikletimi koyacak bahçe kenarım dahi yok. Benim bisikletimi bağlayacak demirim dahi yok. Hatta bir ağaç, elektrik direği… Pardon, elektrik direği var ama kilit o kadar uzun değil. Sahi, bana ‘bu arsayı satınca kurtulacağız’ demişti az önce. Bana da para verir miydi?
Arabaya bininceye kadar aklımda tek bu soru vardı; bana da para verir mi?’ Eğer alıcı bulabilirsem, iyi bir fiyata anlaşırsa, emlakçı muhabbeti gibi bana da üç beş atardı. Sahiden, neden böyle bir şey düşünmemiştim ki!
Radyoda sevdiğim bir türkü çalıyordu. Sesini yükselttim. ‘Sabahın seherinde ötüyor kuşlar, balına yoğrulmuş o sırma saçlar, kudretten çekilmiş karadır kaşlar, işte bu gönlümün cananı geldi…’
Fahrettin arabanın camını açarken, bir yandan da dizini yükseltip direksiyonu sabit tutarken dudakları arasındaki sigaraya çakmak arıyordu. Yokladığı yer de çakmak yoktu. Cebimden çıkarıp, çakmağı uzatırken, ‘seni bırakmadan eve emlakçıya gidelim, bakalım ses seda var mı’ deyince, geri uzattığı çakmağım elimden düşüp, gözden kayboldu.
Fahrettin’e filmlerdeki gibi söyledim:’ Beni sağda bıraksana abi!’
Şaşkındı. ‘Ne, neden, daha çok var…’ gibilerinden bir şeyler söylüyorlar olmalıydı. Çoktan kaldırıma adımımı atmış, ağzımdaki çinkoyu rögara fırlatmıştım.
Hamamböceği aklımda kalmış olacak ki, mevzuyu bu sefer fareye bağlamıştım. Hakikaten Fahrettin abiden para alma şansımı yazdığım metinde fark edince gülümsedim. Benim olmayan bir yola koyulmadan önce yirmi dakikayı böyle geçirmiştim. Birbirinden farklı iki düş gibiydi zaman. Otogarda kimseyi tanımıyordum. Kafamı hareket ettirdikçe gözlerim ister istemez yeni şahısların yüzlerine bakıyor, aklım bu oyunda yorgun bir çiftçi gibi dizleri üzerine eğilip, yalaktaki suyla yüzünü yıkıyordu. Her ley sessizliğe, boşluğa akarken, zihnim karafatmanın sırtı gibi parlıyordu.
Sahi, Ayşe’yle konuşurken aklımda olan şey buydu. Hamamböceği miydi o gördüğü böcekler, karafatma mıydı?