- 596 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Gülümseyişiyle Mevsimleri Değiştiren Kız
Çocuk 11 yıldır tatiller hariç, son birkaç yıldır gittiği dershaneyi saymazsak, her sabah erken kalkıp okula gidiyordu. Bu zaman dilimde değişen sadece okulların isimleri olmuştu. Yaşıtlarına nazaran okula bir sene erken başlamış buna rağmen kendini hiç küçük hissetmemiş hatta birkaç yakın arkadaşı hariç kimseye diğerlerinden bir yaş küçük olduğunu söylememişti. Belki de küçük görülmekten korkuyordu kim bilir. Bu sabahta erkenden kalkıp her sabah olduğu gibi annesinin hazırladığı kahvaltıyı yapıp, dişlerini fırçalamadan evden çıktı. Minibüsle Topkapı’ya kadar gidip her sabah Fatih’in İstanbul’a girdiği Fetihkapı’dan geçerken büyük keyif alıyor o tarihi surlara baktıkça geçmişe gidiyor kendini bir anda İstanbul’un fethinde buluyordu. 550 yıl önce Fatih Sultan Mehmet askerleriyle buradan şehre girmişti çünkü. Bir sayısalcı olmasına rağmen tarihi çok severdi çocuk. Özellikle de Osmanlı Tarihinin ayrı bir yeri vardı onda.
Okulda sıradan bir günü devirdikten sonra her zamanki gibi tramvayla evine döndü. Tramvayla evine dönünce 20 dakika yürümesi gerekiyordu ama sabahları saymazsak kulağında kulaklık olduktan sonra saatlerce yürüyebilirdi. Eve gelip çantasını bir köşeye fırlattıktan sonra her zamanki gibi ders çalışmak bahanesiyle bilgisayarın başına oturdu. Annesi ve babası onu ders çalışıyor zannederken o Facebook’ta, Twitter’da kısacası internette ömrünün en güzel zamanlarını öldürdüğünden haberi olmayarak vaktini boşa harcıyordu. Zamanının çoğunu daha çok Facebook’ta harcıyordu Twitter daha yeniydi çünkü onun için. O günde öyle yaptı akşama kadar Facebook’ta durumunu güncelleyip, okey oynayıp diğer yandan da online oyununu oynamayı ihmal etmeyerek ne kadar gereksiz şey varsa hepsini bir bir yaptı çocuk. Facebook’ta dolaşırken birden bir arkadaşlık isteği geldi. Hanife Özçelik adında biri onu eklemişti. Çocuk kızı tanımıyordu, arkadaşlık isteğine cevap vermeden önce kızın profiline girdi. Güzel kızdı açıkçası, özellikle gözleri bir başkaydı sanki ama fotoğraftı işte o yüzden fazla bakmadan profili kapattı ve isteği kabul edip, Facebook üzerinden dünyayı kurtarmaya kaldığı yerden devam etmeye başladı. Akşam olmuş, bilgisayarın başından sadece yemek için kalkan çocuk yemekten hemen sonra yarın kalan dersini tamamlamak için bilgisayarın başına tekrar oturdu. Aklına birden öğlen onu ekleyen kıza mesaj atmak geldi nedense, huyu değildir hâlbuki. Bazı şeylerde ilk adımı atmaktan çekinir karşı taraftan beklerdi. Bu sefer öyle olmadı nedense ve kıza ‘’Merhaba, kimsiniz? Tanıyamadım’’ diye kısa bir mesaj yazıp, hayatını derinden etkileyecek hareketi yaparak gönder tuşunu bastı. Bir iki saat sonra gelen kutusuna düşen mesajı, yüreğine düşen ilk cemrenin belirtileri olduğunu bilmeden açtı. Mesajda kız ‘’Merhaba, siz beni diğer hesabımdan eklemişsiniz, bende sizin kim olduğunu merak edip bu hesabımdan ekledim’’ diyordu. Çocuk şaşırdı, bir anlam veremedi kızı eklediğini hatırlamıyordu çünkü. Ama umursamadı çocuk ve kızla sohbete başladı. Fazla uzun konuşmamışlardı ama kız hakkında birkaç bir şey öğrenmişti. Kız, onun her gün indiği tramvay durağının bir durak öncesinde, Yenimahalle durağının oralarda oturuyordu. Belki de kızla daha önce karşılaşmıştı ama farkına varmamıştı. Ayrıca kız lise sona gidiyordu, ondan 2 yaş büyüktü ama o herkese söylediği gibi kıza da yalan söyleyerek aralarında yalnızca bir yaş olduğunu söylemişti. Bu ona söylediği ilk yalandı.
Daha sonra ki konuşmaları nedendir bilinmez bir hafta sonra oldu. Çocuk bu zaman diliminde okula gitti geldi, okulda çok sevdiği teneffüs aralarında okulun o garip ongen bahçesinde voleybol ya da basketbol oynadı. Hayatın monotonluğuna kapılıp gitti. Bunu o monotonluktan çekip kurtaran kızla konuşmaları oluyordu. Kızla sohbet ettikçe, onu daha yakından tanıdıkça bu sıkıcı hayatı biraz olsun anlamlanıyordu onun için. Hiç sevgilisi olmamıştı çocuğun. Ama sevdiği olmuştu, hoş daha 16 yaşındaydı sevmenin, sevilmenin, âşık olmanın ne demek olduğunu tam olarak bildiği söylemezdi ama öğrenecekti çocuk. İlerleyen günlerde konuşmaları sıklaşmış, daha uzun süren sohbetlere dalmışlar kızla. Çocuk kıza karşı bir şeyler hissetmeye başlamış ama adını bir türlü koyamıyormuş daha önce hissetmediği bir şeymiş çünkü bu. Hâlbuki kızı daha görmemişti bile, görmeye de görüşmeyi teklif etmeye de çekiniyordu çocuk. Belki onu kaçırmaktan korktuğundandı. Hayatı boyunca hep çekingen, utangaç olmuş, girişken çocuklara özenmişti. Belki de bu yüzden birçok fırsatı kaçırmıştı.
Kızla konuşmayalı neredeyse 1 ay olmuş artık kızın telefon numarasını da alan çocuk, telefondan mesajlaşmaya başlamıştı. Hatta ona internette başka şiirlerden kesip yaparak oluşturduğu bir akrostiş bir şiir bile yollamıştı. Kızda bunu cevapsız bırakmamış o da çocuğa akrostiş şiir yollamıştı. Bu çocuğa yazılan ilk ve tek şiirdi. Çocuk çok mutlu olmuş içinde tarif edemediği duygular iyice kabarmış, artmış hatta taşmıştı. Sonraki günlerde kızın fotoğraflarını telefona kaydederek evden dışarı çıktığı zamanlar telefonu açtığında kızın bir türlü gizemini çözemediği gözlerini görmek için ekran görüntüsü yapıyor, eve her döndüğünde ekran görüntüsünü tekrar eski haline getiriyordu. Ailesinden çekiniyordu çünkü ailesi hep sevgilisi olmasına karşı çıkar, kız işleri sonra önce oku, okulunu bitir sonra kendine kız bulursun derdi. Onlara göre sevgilisi olan okul bitiremez, düzgün bir okul kazanamaz, iyi bir meslek sahibi olamazdı. Ama anne ve babasına kızmıyordu onlarda kendilerine göre haklıydı. Kendilerinin böyle geniş fırsatları, imkânları olmamıştı dolayısıyla çocuklarının kendi çektiklerini çekmemelerini, iyi bir yere gelmelerini istiyordu.
Günlerden bir gün çocuğun canına tak etmiş ve bu çekingenliğinde bir an olsun kurtulup nasıl olduysa kızla buluşmayı teklif etmiş kızda kabul etmişti. Çocuk kızla nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Daha önce hiç böyle bir tecrübesi olmamıştı. En iyisi sinemaya gitmekti zaten o an içinde aklına başka bir şey gelmemişti. Kıza söyledi bunu kızda makul buldu bunu ve buluşacakları günü kararlaştırdılar. 5 Mart 2011 Cumartesi buluşacaklardı. Buluşacakları güne kadar ne yaptığını nasıl zaman geçirdiğini hatırlamıyordu çocuk bir önemi yoktu zaten. Buluşma günü geldiğinde çocuk heyecandan kalbi duracaktı, gerçi yaşadıklarında sonra belki de o gün kalbinin durmuş olmasını dileyecekti. Sabah kalıp evden çıkarak dershanenin yolunu tuttu. Kızla dershaneden sonra buluşacaklardı. Dışarı çıkıp otobüse bindiğinden havanın herhangi bir mart ayına göre çok güzel olduğunun farkına vardı. Bahar erken mi gelmişti? Ya da erken gelen başka bir şey miydi? Çocuğun mevsimleri değişmeye başlamıştı… Çocuk havanın bu güzelliği karşısında kendilerini sinemaya kapatmak istemedi ve kıza Gülhane’ye gitmelerini teklif etti. Ağaçlarla, çiçeklerle kaplı Gülhane’ye dünyanın en güzel çiçeğiyle gittiğinin farkında olmadan gittiğini hayal etti. Dershaneyi zar zor bitirdi çocuk ve kendini eve atıp bir an önce hazırlanmaya başladı. Önce güzel bir duş aldı, sonra saçlarını güzelce tarayıp en sevdiği gömleğinin üstüne kazağını giyip çok sevdiği beyaz hırkasını da yanına aldı. Çocuk hazırdı artık. Evden çıktı ve buluşacakları yere giderken kıza mesaj attı. Çocuk yürümüyor uçuyordu sanki giderken. Her gün tramvaydan indikten sonra caddeye girmek için önünden geçtiği bankanın önünde buluşacaklardı. Çocuk gelmiş kızı bekliyordu, öğleden sonra 1-2 sularıydı. Bir an kızın hiç gelmemesini diledi. Utanıyordu, çekiniyordu hatta korkuyordu beğenilmemekten belki bilmiyorum.
Hava öğleden sonra daha da güzelleşmiş, güneş haziran güneşine dönmüştü adeta. Her şey olması gerektiğinden daha da güzeldi ta ki o kızı görene kadar. Bir kız geliyordu ama ne gelmek attığı her adımda çocuğun kalbi bir başka çarpıyordu. Hele o gözleri yok mu? İlk bakışta çocuğun yüreğini tutuşturmaya başlayan gözleri, ya saçları? Ah! Cemal Süreya görse Üvercinka’yı baştan yazar, Atilla İlhan ona mecbur olur, Özdemir Asaf ona gitme derdi. Onu gördükten sonra yavaş yavaş değişmeye başlamıştı her şey. Önce güneş parlaklığını yitirdi onun yanında. Artık güneş değil onun varlığı ısıtıyordu içini. Saçlarının her teli ayrı bir güneşti onun için. Sonra gökyüzü anlamsızlaştı, kızın gözlerinin içini görmüştü çocuk çünkü. Gözleri 4 gökyüzü ederdi en az. Etrafına dizilmiş kirpiklerse gökyüzündeki sayısız yıldızdan daha güzeldi. Ve öyle bir gülümsemişti ki gelirken kız, dudaklarından dökülen her gülümseyiş damla damla düşmüştü çocuğun yüreğine cemre misali. Havaya, suya, toprağa muhtaç olduğu gibi muhtaçtı artık ona. Çocuk anlamıştı ki Aşk Kıyametinin İsrafili bu kızdı. Bu kız gülse, kelebeklerin ömrü uzar, ağlasa çocuklarda ağlar, kıyamet kopardı. Sussa gözleri konuşur, konuşsa bülbüller susardı. Baksa zaman donardı çocuğun yüreğinde, tutsa ellerini baharı getirirdi ellerinde. Öyle biriydi işte.
İlk karşılaşmanın etkisini üstünden atamamıştı çocuk, uzun yıllar boyunca atamayacaktı belki de. Kısa bir merhabalaştıktan sonra çocuk ömrünün en kısa ama en güzel yolculuğuna çıkmıştı. Tramvaya doğru yürürken havadan sudan gündelik şeylerden konuşuyorlardı hâlbuki çocuğun söylemek istediği çok şey vardı ama bir türlü söylemiyordu. İlk defa böyle bir şey hissediyor, içinde bir şeyler alev almış yanıyordu adeta. Ama böyle öğrenmemişti çocuk, vücudunun yüzde bilmem kaçı suyla dolu değil miydi? Peki, ne diye yanıyordu o zaman yüreği? Onun ki suyla dolu değildi herhâlde. Belki bir kadınla doluydu, belki de kadına ait bir aşkla. Aynı şeyler aslında kadın ve aşk. Kadın aşk demekti. Bu düşüncelerle Habibler-Topkapı tramvayına bindiler, tramvay çok dolu değildi bir yere geçip oturdular. Çocuk gözünü kızın gözlerinden ayıramıyordu bir türlü, kızın gözlerinde farklı bir şey vardı fotoğrafını ilk gördüğünden beri böyle düşünüyordu. Topkapı’ya kadar bu şekilde gittiler. Ne konuştuklarının bir önemi yoktu, çocuğun o anda istediği tek şey sadece kızın yanında bulunmaktı.
Topkapı’dan Gülhane’ye, Gülhane’den de çocuğun yüreğine uzanan Kabataş tramvayına binmişlerdi, Cemal Süreya görse kıskanırdı bu hallerini. Tramvay tıklım tıklım, adım atmaya yer yoktu zor atmışlardı kendilerini içeri, zaten birkaç tramvay dolu geçmiş binememişlerdi. Çocuğun umurunda değildi tramvayın dolu geçmesi, o sabaha kadar beklerdi dolu geçen tramvayları yanında kız olduktan sonra. Çocuğun boyu uzun olduğunda rahatça tutunmuştu ama kız çocuğa nazaran daha kısa olduğundan tutunamıyordu zaten çok kalabalıktı. O anda o utangaç çocuk normalde hiç söylemeyeceği bir şey söyledi kıza, “İstersen benden tutunabilirsin.” Kız, çocuğun hiç yanmamış yüreğini yakmaya çalışırcasına bakarak, “olur” dedi ve dünyayı bile kucaklayabilecek kollarıyla çocuğun beline sarılıp, vücudunu çocuğa iyice yaklaştırdı. Kızın başı oğlanın göğüs hizasındaydı hatta tam kalbinin orada sanki çocuğun sol tarafındaki boşluğu doldurmak için gelmişti kız. Ve muhtemelen çocuğun kalp atışlarını çok iyi hissedebiliyordu. O anda çocuğun durumunu anlatmak zor, onun için yaşamak lazım ama yine betimlemeye çalışırsak, kız çocuğun belini kavrayıp başını göğsüne yasladığında bütün savaşlar durmuş, dünyada açlıktan ölen insan kalmamış çocuklar kurşun çatısı altında değil, okul çatısı altında büyümeye başlamıştı sanki. O an zamanın durmasını o kadar istedi ki çocuk, keşke hep öyle kalsalardı. Ama Gülhane’ye gelmişlerdi işte kahrolası tramvay sanki ayrılmalarını istiyordu, trafiği de yoktu ki bu tramvayların çarçabuk gelmişlerdi. Kız sarılmayı bırakmasıyla çocuğun yüreğinde sanki bir şeyler kopup gitmiş, yüreği paramparça olmuş, adeta orada 3. Dünya Savaş’ı çıkmıştı. Bir an nefesinin kesildiğini hissetti. Sanki nefes almak için oksijene değil de kızın ellerine muhtaçmış gibi. Tramvaydan dışarı adımlarını atınca biraz olsun kendini toparladı çocuk. Gülhane’ye gitmeden bir şeyler yemeye karar verdiler. Hâlbuki çocuk acıktığının bile farkında değildi. Sultanahmet’e doğru yürüyüp Mc Donald’a girdiler. Çocuk hamburger yemeyi öncenden çok severdi. Küçükken çok isterdi hamburger yemeyi ama bir türlü yiyememişti. İlk hamburgerini babasının emeklilik ikramiyesiyle önünden geçerken hep özendiği şu an kapalı olan Mass Plaza’daki Mc Donalds’dan yemişlerdi. İçeriye girip hamburgerlerini aldıktan sonra yukarıya çıkıp yemeye başladılar. Pek bir şey konuşmamışlardı. Çocuğun dikkatini kızın kolundaki bileklik çekti. Kızın Fenerbahçeli olduğunu biliyordu kendisi de Beşiktaşlıydı ama hasta Beşiktaşlı. İlk defa birini Beşiktaş kadar sevmeye başlamıştı galiba. Önceden sevdiğim için dünyaları yakarım, Beşiktaş’ım için sevgilimi diyen çocuk bu defa kendi yanmaya başlamıştı.
Yemek yedikten sonra Gülhane’ye doğru inmeye başladılar. Sultanahmet ve Ayasofya Camiini selamladıktan sonra Gülhane parkından içeri girdiler. İçeri çok güzeldi adeta bahar gelmiş gibiydi. Aslında gelen bahar değil kızdı. Kızın gelmesiyle sanki içeriye bir canlılık gelmiş, çiçekler, ağaçlar hayat bulmuş, kuşlar neşeli neşeli uçmaya başlamışlardı. En azından çocuk böyle düşünüyordu. Gülhane’ye defalarca gelmesine rağmen burayı hiç böyle görmemişti. Bunun bir tek sebebi olabilirdi. Usul usul yürümeye başladılar. Kızın elini tutsa mıydı acaba kararsız kaldı. Tutmamaya karar verdi, kızı korkutmak istemedi biraz da çekindi. İleride nasıl olsa bir gün tutarım dedi bırakmamak üzere. Çocuk hep buraya kız arkadaşıyla gelmenin hayalini kurardı. Sonunda hayalleri gerçek olmuştu. Hem de hiç tahmin edemeyeceği kadar güzel bir şekilde olmuştu. İnsanların, ağaçların, kuşların arasından geçerken herkes onlara imrenerek bakıyordu sanki. Herkes onları konuşuyor, kuş cıvıltıları onlardan bahsediyordu. Bütün bunları arkalarında bırakarak gelip bir banka oturdular. Konuşmayı pek beceremezdi çocuk dedim ya utangaçtı diye. Buraya kadar gelmeleri bile onun için yeterince şaşırtıcıydı zaten. Yine de iki üç kelam bir şey konuşuyorlardı.
Sohbet ederlerken yanlarına fotoğraf çeken yaşlı bir amca gelmiş. Ve fotoğraf çekilmeyi isteyip istemediklerini sormuş. Çocuk bunun üzerine kızın yüzüne bakmış ve onayı aldıktan sonra büyük bir mutlulukla çekilmek istediklerini söylemiş. O an, yaşlı amcanın deklanşöre bastığı zaman, tıpkı resimdeki gibi donmuş olmalıydı zaman. Her şey mükemmeldi o an için. Çocuk, biraz önce patlayan flaş gibi mutluluğun bu denli kısa süreceğinden korktuğu için istemişti belki de bunu. Fotoğrafları yaşlı amcadan aldıktan sonra iki fotoğrafı da kıza verdi, birini dönüşte alacaktı. Amca gitmiş sohbetlerine kaldığı yerden devam etmişlerdi. Çok fazla oturmadılar belki de çocuğa öyle gelmişte olabilir. Kızın kalkalım eve geç kalmayayım demesi üzerine de kalkmış geldikleri tramvaya yürümeye başlamışlardı. Çocuk tramvaya yürürken tramvayın gelirken ki gibi dolu olmasını o kadar çok istiyordu ki, hiçbir bilim açıklayamazdı bunu. Bir kez daha hissetmek istiyordu kızın o narin ellerini. Ama bu sefer istediği gibi olmadı. Tramvay boş değildi belki ama kızı ona yakınlaştıracak kadar da dolu değildi. Ayakta giderek sohbet etmeye devam ettiler. Ardından Topkapı tramvayına binerek dünyanın en güzel yolculuğunun sonuna yaklaşmışlardı. Tramvayda sohbet etmeye devam ediyorlardı ama çocuk kızın yüzüne özellikle de gözlerine baktıkça aptallaşıyor ne konuştuğunu neden bahsettiğini hatırlamıyordu. Hele o gülümseyişi… Baktıkça çocuğun mevsimleri değişiyordu adeta. Çocuk sadece o gülümseyişi anlatabilmek için bile şair olmak isterdi.
Tramvay bütün hızıyla durakları bir bir geçmiş, onları ayıracak olan durağa yaklaşmıştı. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bunun da bir sonu vardı yeni mahalle durağına gelmişler, kız burada inmiş çocuksa arkasından bakarak bir sonraki durağa gelmesini bekledi tramvayın. Eve nasıl gittiğini hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey düşünceleriydi. Bugün bütün dünyası değişmişti çocuğun. Mesela ilkokulda öğrendiği her şey değişmişti. İlkokul öğretmeni ona denizler rengini gökyüzünden alır demişti. Nerden bilecekti aslında denizlerin rengini Hanife’nin gözlerinden aldığını. Ve eklemişti öğretmeni güneş dünyamızın ısı ve ışık kaynağı diye. Hâlbuki çocuğun ısı ve ışık kaynağı kızdı. Öyle olmasaydı onsuz olmaya başladığında beri üşümez, kızın bir gülümseyişiyle yanıp tutuşmazdı. Son olarak şöyle demişti öğretmeni çocuğa; insanlar oksijensiz yaşayamaz. Bunu hatırlayınca gülümsedi çocuk, sanki Hanife’siz yaşanırmış gibi. Çocuğun hayat bilgisi bu kadardı işte; kızın saçlarının dik uzandığı, her tarafı kızın gözleriyle çevrili yüreğinde mevsimlerin değişimi bir gülüşüne muhtaçtı. Ve bu kara parçasındaki tek yaşam kaynağı kızdan ibaretti. Bu düşüncelerle birlikte daha kızdan ayrılalı 10 dakika olmamasına rağmen özledim diye mesaj atmıştı. Hoş kızı yanındayken bile özlüyordu o ayrı. Kız artık onun için Ankara’da deniz, İzmir’de kar gibiydi. Bir şey daha öğrenmişti çocuk bugün; önceden hep Ay’ın Güneş batmadan evvel ortaya çıkışını ve güneş doğduktan sonra gidişinin nedenini merak ederdi. Bugün anlamıştı ki bu erken geliş geç gidişlerin sebebinin hepsi Hanife’yi biraz daha fazla görebilmekmiş. Etraftaki her şey onu biraz daha fazla görebilmenin hesabını yaparken o nasıl onu görmeden yapabilirdi ki?
Yürümeye başladı etrafındaki her şey değişmişti sanki. Birkaç saat önce aldığı nefesle şimdi aldığı nefes bile aynı değildi. Daha bir güzel gelmeye başlamıştı dünya, belki de daha güzel baktığı için. Eve döndüğünde etrafındaki her şey anlamanı yitirmişti artık. Odası yalnızlıkla dolu izbe bir yerde ötesi değildi onun için. Ne duvardaki Michael Jordan posteri bir şey ifade ediyordu, ne sayısızca Beşiktaş posterleri. Yatağa attı kendini yanında telefonuyla. Hanife de cevap vermemişti. Bahanesi vardı üniversiteye hazırlanıyordu günleri, saatleri kıymetliydi. Bugün yaşadıklarını kafasında geçirdi. Mutlu oldu, aptal aptal gülümseye başladı. Kızın gözlerini düşündü ardından kirpiklerini. Ve içinden, ”Ben senin bir kirpiğin bile olmaya razıyım Hanife. Yeter ki o güzel gözlerine bir şeyler olmasın.” Dedi ve uyuya kaldı.
Sabah olmuştu. Yine sabahın nasıl olduğu anlamamıştı. Birden telefonuyla uyuduğu hatırladı ve yatakta telefonunu aramaya başladı. Telefonu bulunca ilk işi mesajlara bakmak oldu ama hiçbir mesaj yoktu. Yüreği burkulur gibi oldu ama aldırmadan bir günaydın mesajı yolladı Hanife’ye. Telefonu camın kenarına koydu, tül perdeyi şöyle bir aralayıp dışarıya bakınca havanın aydınlandığını ama kapalı olduğu gördü. İçinden “Yağmur yağacak galiba şu kara bulutlara bak.” Dedi. Yağmuru pek sevmezdi ona yalnızlığını hatırlatıyordu çünkü aslında yanında Hanife olsa severdi, yanında Hanife olduktan sonra her şeyi sevebilirdi. Ani bir hareketle yataktan kalktı. Aniden kalkınca birden başı döndü gözü karardı arada oluyordu böyle. Kapının pervazına tutunup geçmesini bekledikten sonra salondan geçip lavaboya girdi. Uykusu iyice açılsın diye musluğu en sağa çevirip buz gibi suda yüzünü yıkamaya başladı. Suratına baktı gözlerinin altı morarmaya başlamıştı biraz bilgisayara bakmaktan. Kahvaltısını yapıp dershaneye gitmek için evden çıktı.
Akbilinde para olmadığını anımsadı. Kuruyemişçiye girip 5 liralık doldurttuktan durağa geçti. Duraktaki kalabalığın hiçbiri dikkatini çekmiyordu artık. Otobüs tam onun önünde durdu ve biranda bütün durak onun arkasında birikti. Kapı açıldığında sanki ilk binenlere ödül varmışçasına birbirini iterek otobüse binmeye çalışan insanları görünce tiksindi. Hâlbuki ilk duraktı burası ayakta kalmalarının imkânı yoktu, en son bindi otobüse. En arka 5’li koltuğun önündeki ikili koltuğun sağına oturdu. Burası onun hep oturduğu yerdi. Açtı kitabını okumaya başladı. Amin Moulof’un Semerkant adlı kitabını okuyordu. Edebiyat öğretmenleri okumalarını istemişti bunu. Bu ve bunun gibi 4 kitap ve ezberlemeleri için 5 şiir daha. Her biri 10 puandı sözlüleri buna göre olacaktı. Lise 1’de zorla yaptığı bu iş zamanla onun okuma aşkına farklı bir yön ve hız katacaktı. Gideceği yere 1 durak kaldığında oturduğu yerden kalkıp arka kapının önüne geçti. Hep bir durak öncesinden oturduğu yerden kalkıp temkinli davranır ineceği durağı kaçırmak istemezdi. Durağa yaklaşınca düğmeye bastı ve indi. Tahmin ettiği gibi yağmur çiselemeye başladı. Dershaneden içeri girdi. Sınıfı en üst kattaydı yavaş yavaş tırmanırken merdivenleri aklı hala aynı yerde sabitlenmişti. Kimseye bir şey demeden sırasına oturdu. İlk ders Türkçeydi. 5 dakika sonra hoca geldi ve akıllı tahta üzerinden yoklama almaya başladı. Hoca onu yok yazsa haksız sayılmazdı. Ardından ders anlatmaya başladı: “Evet arkadaşlar bugünkü konumuz anlatım bozuklukları. Anlatım bozuklukları Türkçe ’de…” Ahmet hoca bunu o ise şunları düşünüyordu: “ Yanlış anlatıyorsun Ahmet hocam. Benim bildiğim; öznesi Hanife olmayan, yüklemi onu sevmeyen cümlelerdir anlatım bozuklukları.” Tam da bunları düşünürken hoca birden ona döndü anlatım bozukluğuna bir örnek cümle vermesini istedi. Çocuğa göre içinde Hanife geçmeyen bütün cümleler anlatım bozukluklarıyla doluydu. Bu yüzden içinde Hanife’nin geçmediği bir cümle kurmak istemedi. Ama bunu hocaya nasıl anlatırdı ki. Bir örnek cümle kuramadı. Ve cümle kuramamasıyla beynine giren kanserli hücre misali bir düşünceyle birden ürperdi: “ İçinde sen olmayan bir cümle bile kurmak istemezken. Nasıl sensiz bir geleceğin hayalini kurabilirim ki?” Bu düşünce onu tarif edilemez bir hüzne boğdu. Ya geleceğinde o olmazsa? Çıldıracak gibi oldu. O gün bu düşüncelerin ardından ne yaptığı hiç hatırlamadı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.